29 Nisan 2020 Çarşamba

Garip Bir 40 Uçurma - 29.04.2020 - #BuBirAnı


Bugün ablam ve eniştemin ikinci çocuğu, benim iki numara yeğenim, Kağanımın da kardeşi Defne'mizin kırkını uçurduk. Allahım uzun ömürler versin, nice 40'ları olsun sağlıcakla inşallah... :)

Yeğenim doğdu doğalı ben de ilk defa dışarı çıktım bugün, ki bu durumda benim de "kırkımı uçurduk" tabiri hiç de yanlış olmuyor tabii ki! :) Korona günlerinde sosyallik bizim bugün yaptığımız kadar oluyor işte; araba dışında bile olsa uzaktan kafa sallamalar ile selamlaşma, yakınlaşmadan mimiklerle kucaklaşma ve nereye dokunursan dokun el yıkama veya dezenfektan kullanmalar arasında... Sağ salim bugünleri de atlatacağız ama inşallah!


Biz bugüne "gelmiş geçmiş en garip 40 uçurma oldu herhalde!" dedik ve sevdiklerimizle uzak durmadan mutluluğumuzu paylaşabileceğimiz günlerin sağlıcakla gelmesi adına tüm sevdiklerimizle yine dualar ettik. Bu seferki tek farkı, uzağımızda da dursalar sevdiklerimizle yüz yüze olmamızdı; şükür ki. Şu mübarek günlerde dualarımız kabul olur inşallah... :) 

Bugünün fotoğraflarını hatıra kalsın diye çektik ve çekindik, sevdiklerimizin de maskeli resimleri elimizde üstelik. Fakat siz fotoğraflarımızda güldüğümüzü göremiyorsunuz ama günümüz garip de olsa o maskenin altında gülmeye devam ederek geçti aslında... Korona günlerinde fotoğraf çekinmek de böyleymiş meğer, gözlerimizde görebilirsiniz umarım mutluluklarımızı. Biz bugün bu garip noktanın içerisinde bir anılar dizisi kaydettik kendimize, kıymet bilmeye de böylece devam ettik işte... (:


Mutluluklarımızı paylaşmak da zor artık, tek önceliğimiz sağlık. Misal Defnem bugün doğalı 40 gün oldu ve bugüne dek bizim haricimizde tek bir akrabamızın dahi yakından görüp tanışamadığı Defneyi ailemizle tanıştırdık resmen; tedbirler ve uzaklıklar dahilinde... Akraba ve sevdiklerimizle çok görüşen bizlere de, 45 günden fazladır görüşemiyor olmak o kadar dokunmuştu ki; yeğenimi herkesle görüntülü aramamız sırasında tanıştırmalarımız dışında, bugün böyle uzaktan tanıştırabilmek da dokunmadı değil tabi. Ama bulunduğumuz durumun içerisinde, buna dahi şükür. Sağlık olsun da, bu günler de gelip geçecek inşallah...

Bugün Defnem doğmadan önce girdiğim evden ben de ilk defa çıktım bu arada. Bugüne dek, hastane kontrolleri ve pazar seferleri dışında hiçbirimiz ihtiyaç dışı çıkmadık da zaten dışarıya... Pazar ve market alışverişlerine ya annem babam birlikte, ya da annem eniştem birlikte gidiyor tedbirleriyle. Defne'nin doktor kontrollerine ise üç kişi gidiliyor, biri araba kullanıyor diğeri Defne ile arkaya oturuyor. Ablamın kontrollerine ise sadece kendisi çıkıyor.. Günlerimizi bu tedbirler içerisine uydurduk, durumları ciddiye alıp bugüne dek hiçbir sevdiğimizle de görüşmedik...


Bugün ise, ilk defa (bahsettiğim ihtiyaçlar dahilinde) hep en fazla iki kişi çıkmaya uğraştığımız kuralı bozduk; arabada arkada annem ve ben iki uçta idik, ablam ise direksiyonda ve Defnem annemin kucağında... Kağanım ise babamla beraber evde kaldı, zira onun dışarı çıkması yasak; ben de bu süreçte ilk defa, arabada oturacak ve hiç dışarı çıkmayacak olmak koşuluyla çıktım zaten dışarıya. Sadece buna ihtiyaç duydum, biraz olsun hava almak istedim; açık havaya karşı bağışıklığımı dahi kaybediyormuşum gibi hissettiğimden sebep işte biraz da. :) 


İşte biz bugün, beni ve Defnemi (ki o da sadece doktor kontrollerine çıktı) gezdirmiş bulunduk akrabalarımızın evlerine gittik ve kapılarında buluştuk. Her ne kadar bu süreçte yumurta için gitmediğimizi söylesek de, onlar hijyen kurallarıyla yumurtalarını hazırlamışlardı ve biz de onlardan alırken yine dezenfekte ettik. Arabamızın yanında mesafeyle, hoşgeldiniz-hoşbulduk yakınlığında görüştük; ne bir sarılma, ne bir dokunma ne de bir öpüşme oldu aramızda... Neyse, bu günlerin de bir mesajı bir dersi var bizlere; her bir şeyin daha da fazla kıymetini bilmemizi bildiriyor ya, varsın olsun da bu zamanlar da böyle özlemle geçiversin...

Sevdiklerimiz bilinçli idi, hiçbir şekilde korkmadık da mesafe bozuldu diye. Dışarıda hiçbir şeye dokunmamak zor olsa gerek sadece; ben arabadan çıkmadım ama ablam birkaç kez site önlerinde bulunan parmaklıklara dayanarak bekleyecek oldu da, hemen elini çekti her seferinde. Girip çıktıkça ellerine dezenfektanlar sıkmalar ve olabildiğince her anlamda uzak durmaya çalışmalar, bunlar bu dönemin aklıma kazananları.


Sonuç olarak; 2,5 saat arabada, maskelerle vakit geçirdik. Zorlu idi, bu deneyimi ben de yaşadım ilk defa ve dedikleri kadar stresli olduğunu da görerek yaşamış oldum işte. Süreç başladı başlayalı evdeyim, daha sadece geçen pazar balkona çıktım. Öylesi özlemişim ki meğer dışarıda olma hissini, fakat oksijen bir o kadar da çarpıp rahatsız etti ki beni! :) (İlk tamamen apartman dışına çıktığımda, o hava yüzüme nasıl dokundu ise bir sersemledim bile!)

İşte şu dönemde söz konusu virüsün her nasılsa havadan bile bulaşabileceğini savunan ve inkar edenlerden sebep; sosyal mesafeye dikkat etmiş ve hiçbir yere dokunmamış bile olsak, insan eve gelince kendini kirli hissediyormuş... Hepimize güç, kuvvet ve sağlam psikoloji diliyorum; bu süreç de böyle geçecek inşallah, ben buna inanmaya devam ediyorum.. :)


40 uçurman hayırlı olsun Defne kuşum, seni gören tüm sevdiklerimiz senin için bizim haricimizde birçok hayal kurduklarını ama bu süreç sebepli ertelemek zorunda olduğumuzun bilincindeydiler. Geçsin gitsin bu günler, hepsiyle nasipse bilinçli halde de tanışacak ve o günlerin ne güzel olduğuna şahit olacaksın bizimle beraber... 


Seni seviyoruz Defnem; bu da seni akrabalarımızla ilk tanıştırma anımız... (:

26 Nisan 2020 Pazar

Pazar Yazısı #67 - 4 Günün Sonu



Nedenini bilmiyordu ama hayatın devam edeceğini bilmek rahatlatıcıydı. Yaşlı insanların dediği gibi sabah olunca insanın gözüne her şey daha güzel görünürdü. Gerçekten de öyleydi. 
- Sayfa 185 (Kumdan Hayaller - Dorothea Benton Frank) 
4 günlük sokağa çıkma engeli sebebiyle, yine her aile üyemizin evde olduğu şu günlerde; bu sefer de kendi uğraşım olarak, fotoğrafta görünen kitabımı okumayı ilerletmeye uğraştım. Kitap kötü değil, anlatım ise hiç sıkıcı değildi. Ama ben bu kitaba başladıktan sonra, iki kısa kitabı okuduğum için en başında kalakalmıştım sadece... Neyse, 3 gün sıkı sıkıya bu kitabı okumaya yoğunlaşınca, hikaye enteresanlaştı ve bugünkü yarısından itibaren okuduğum kısımda başrol kızımıza çok gıcık oldum maalesef! :)


"Bir hikayeyi okurken doğruyu yanlışı görebildiğimiz gibi, hayatın içinde bizim için yanlış olabileni görsek keşke de mi!" dedirtti bana kitap. Çünkü kızımız baştan fiyasko olan bir adama tutuluyor ve bu adam kızımızı kendisine karizması ve bulunduğu hal tavırlar ile çekiyor sadece. Hikaye anlatımı güzel olmasa, kızın hata üstüne hata yapmasına karşı elimden kitabı atacaktım kendime. Neden bu kadar tahammül edemediğimi elbette biliyorum, adam fazla karaktersiz geldiği için. Hiçbir konuda net olamayan biri ve size davranışlarında bir gariplik sezdiğiniz biriyle, sırf etkilendiğiniz için devam edebilir misiniz ki? Büyük konuşmak gibi olmasın ama Allahım hiçbirimizi böyle kişilerle karşılaştırmasın dedirtti kitap...

Oysa çok da büyük bir sorun gibi görülmeyebilir belki de; ama adamın bir başka kadınla yakınlık kurduğunu görmesine rağmen, kızımız ona bir gece kızdı ama ona aşığım diye devam etti. Aslında bazen hataları görmezden gelip, "aşk bile bile affetmeyi sürdürüp sevmek demek!" diye bizi yanıltan aşkın bizi yanıltan hissiyatını güzel anlatmıştı belki de. Bundan önce okuduğum kitabı yazdığım yazımdaki gibi, hiçbir öğretici veya bir amaç uğruna yazıldığını düşünmediğim bir kitap değildi sadece. Okurken gerçekten beni içine çektiğini, gıcık olsam da sonucunda "yanlış yaptığını görebildiğim için, karakterlerin iyiliği veya kötülüğünü çok net belirlediği için" yapılan hatadan nasıl yara alıp döneceğini merakla okuduğum bir kitap oluyor benim için...

Sanıyorum, bu tarz bir hikaye okumayalı çok uzun zaman olmuştu. Sinir ola ola, bunu da bir arkadaşımla paylaşa paylaşa okudum ve buraya da son 100 sayfasını yarına okumak üzere bırakmışken yazmak istedim; kitabın beni en yaralayan kısmının, kızımız heyecanla randevusuna hazırlanırken radyoyu açtığında çalan şarkıyı paylaşmak için. 

O şarkı Etta James - At Last idi, benim en sevdiğim eski duygusal şarkılardan biri. Bitmek üzere olan bu Pazar'ın ve yeni haftanın şarkısı olsun istedim hepimiz için... :) Ve bu pazar'a biten haftaya notum; virüsle ülke çapında savaşımız iyiye gidiyor, iyileşen hasta sayımız hızla yükselmekte ve vaka sayımız da azalmakta... Diliyorum çabuk geçsin bu süreç, söylenen "devamı gelecek bu kötü olaylar" söylentileri tamamıyla paranoya olsun da; dünyamız sağlıklı mutlu ve huzurlu, doğayla iç içe yaşamaya yeniden müsait bir yer halini alabilsin...

Sevgilerimle, bu pazardan okuma keyifimden ve bu kitabın bana hissettiklerinden bahsetmek istedim. Mutlu haftalar olsun inşallah hepimize... :)

Tıpkı gerçek aşk ve derin nefret gibi suçluluğun da bir ömrü vardı. - Sayfa 163
Kumdan Hayaller - Dorothea Benton Frank

25 Nisan 2020 Cumartesi

Kabullenme Meselesi - Şubat&Nisan 2020


Ne zamandır yazıya dökmek istediğim hislerim ve düşüncelerim ile dolu halde karşınızdayım bugün... En son bu konudan bahsetmek istediğimi belirteli bir aydan fazla oldu aslında. Ama ne hislerimi dökebilmesi kolay oldu ne de bunu yazmak için tam yeri diyebileceğim zamanım...


Buradaki instagram paylaşımımda bahsetmiştim önce, kabullenmek durumunda kaldım diye; yeni bir eve taşınana dek, "zamanla bir gün yeniden ayağa kalkmamın çok zor olabileceğini de kabullenmek durumunda kaldım." diye... Bloğumda yazacağım bu hislerimi demiştim sonra, çünkü bu basit bir kabullenme değildi benim için ve öncekilere hiç benzemiyordu da. Bu ana dek birçok şeyin farklı birçok açıklaması ve yönü olabileceğine dair bir farkındalığım oluştu çünkü zamanla.


Girişten asansörlü bir eve taşındığımız süreçten bahsediyorum. Söylemesi zor olsa da, bir gün ayağa kalkamayacağım ihtimalinin varlığını da kabullendiğimizde çözüm yollarını aramaya başlamıştık. Şimdi yeni evimizde oturmaya başlayalı yaklaşık iki ay olmakta ve geç de olsa bu yazıyı da yazabiliyorum ya, inanın hala bir yanım "şaka bu galiba" diyor... 


Kabullenme olgusu öyle zorluymuş ki, sonrasında farkettiğim üzere 8 yılın ilk yarısı boyunca kasılmalarımdan sonraki tüm değişimlerimi her bir şeylerle bağdaştırmaya çalışmışım...

Ortaokulun öncesinde olduğum kas uzatma ameliyatımın olumsuz etkilerini 3 yılda atlattığımdan bahsetmiştim ya, ilk karşılaştırmam o deneyimimizle ilgili olmuştu. O zamanlarımı bu hayat hikayem yazımda da anlatmıştım… İnsan karşılaştırıyor, acılarıyla çelişiyor, zorluklarını hesaplıyor ve eşit olması için çok umut bağlıyormuş meğer. İlk zamanlar hep kendime "3 yıl ya! Hele bir 3 yıl daha geçsin, o zaman boyunca toparlanır da sonucunda yine kalkarım ayağa..." demiştim. Sonuç hep aynı olsa da olmasa da, en güzel yaşayarak öğreniyor insan...



Bir önceki oturduğumuz evimizin girişten asansörlü olmaması büyük bir sorun haline gelmişti, benim ilk atağımı geçirdiğim 2011 Kasım ayından sonra... Olabileceğini hiç tahmin etmezdim, özellikle son 2-3 yılın ardına ama üstte bahsettiğim instagram paylaşımımda; "Şimdiki evimiz girişten asansörlü, duyanlara duymayanlara güzel bir haber olsun; hayatla yeniden iç içe olabilmem adına bir adım attık biz." diyebildim bu sene, çok şükür ki... :)

Zaman gösterdi ki bu hastalık, hiç olmaz dediğimiz noktada bize büyük sorunlar yaşatabilirdi. 3 yıl değil belki 5 yıl, belki de 10 yıl sürebilirdi atağımın etkisi. Ama az ama çok yan etkileriyle sürdü de üstelik. Her durumda da hep başa çıktığımı düşündüğüm gibi, belirsizlikler içerisinde de en güzel umuduma sarılarak tutundum da anlar boyunca...

Bir süre beni o "3 yıl" umudu tuttu ayakta. 3 yıldan sonra 6 yıl olana dek ise, "sonuçta o ameliyattan daha ağır bir durum, elbet daha uzun sürebilir de" diye tuttum kendimi... Ama 7-8 yıl olduğunda, bir şeyler değiştirmeliyiz ve geliştirmeliyiz kendimizi demeye başladık ailecek. İşte o devrede ev değiştirme mevzumuz da ortaya çıktı. 2-3 senedir o kadar çok konuşulur ama imkânlar oluşturulamaz hale geldi ki, olacağına dair umudumu bitirmeyi sıklıkla düşünür hale geldiğim de oldu zaman zaman...


2018 senesinde bir gece idi, bir film izledikten sonra çok ağladığımı hatırlıyorum; onu takip eden birkaç gece boyunca da ağladım, ne değişecek ne de gelişecek bir durum var ortada diye. O film bana o kadar kendimi izliyor gibi hissettirmişti ki o esnada. Umuduma yeniden kuşanmak aklıma gelene kadar, kabullenmek aklımın ucundan geçmemişti o zaman da işte... Ama ondan sonra durup düşündüm ve ihtimallerin tam karşıt durumlarını hiç hesaba katmadığımı fark ettim. Evet, hesaba katmak istemediğim yanların da farkında idim aynı zamanda… :) İnkar zamanlarımı yer yer zorlu atlattım böyle, ama bunun sonucunda atlattım ben de..


Benim olmazsa olmazlarım ile umuduma tutunacağım derken olduramadığına içerleyen yanım çelişiyor ve beni zorluyordu. Sonunda kabullenmeye başladım; bir gün ne olacak neler bitecek kimse bilmiyor, ama ben tek bir olguyu düşünürken kendimi tüketiyorum. Diye... Kesin yargı %100, olurlara bakmak %0 idi benim için. Oysa bu bile dünyanın sonu olmamalıydı benim için. Her türlü ihtimal yaşandıkça kabulüm, bu konuda da zamanı geldiğinde başka çıkış yolları aramalarım mümkün olmalıydı… Büsbütün kabullenme değil tabi hala, olmuyorsa da “olsun” diyebilmeyi bilebilme gerekliliği bu işte. Velhasıl buna da şükrediyorum şimdi…


İnsanı kendi yoruyor bazen işte... Bugün olmuş hala herhangi bir durumda kendimi çok kesin hükümlü buluyorum, tek ve düz çizgide ilerleme heveslisiydim bu konuda resmen. Zor olduysa da, bir gün belki de hiç eskisi gibi ayağa kalkamayacak olmamın beni kötü hissettirmesiyle de başa çıktım. Bunların sonucunda önlemleri alabildiğimize inanıyorum. Tekerlekli sandalyeyi kullanmayı kabullendiğim gibi, ikinci ihtimalde ayağa kalkamayacağımı kabullenmem daha da zor olduysa da oldu işte… :)




Zorlu da olsa mantıklı bir adım attık biz diyorum yani... Geçmişte yaşadığımız tüm tecrübe ve zorluklar, bu kabullenmeleri gerektirdi işte. Bir gün ayağa kalkarım veya kalkamam; hem benim çabama hem de Allah’ın takdirine bağlı bu iş tabi ama dünyanın sonu değil, yine de bulabilirim hayata devam edebilme gücümü (artık biliyorum). Ciddi anlamda bir tedavisi bulunmamış hastalıktan ve de kasların bir türlü verimli işleyememesinden bahsediyoruz benim hastalığımda sonuçta. Kasların zayıf düşmesi çok kolay da, güçlenmesi pek zor zira…

Zamanla bir gün yeniden ayağa kalkamayacağımı kabullenmek zorunda kaldım, bunu kabullenmese idim “bir önceki evimizden ayrılmamızı da gerekli göremezdim”. Evden desteksiz çıkamaz hallerimden, imkanlarımızın olduğu bir eve sahibiz ama şimdi. Olur ya -havalar güzelleşince ve dünyanın içindeki zorlu bir virüsle savaş hali atlatıldıktan sonra- kendim dışarı çıkmak istersem, akülü sandalyeme bindirmeleri yetecek şimdi. Bu bile büyük bir nimet bizim için artık…


Bazen bunun olabileceğini bile hiç düşünemezdim. Yeniden bir ev sahip olabilmek mi, hem de girişten! Bunu en çok ailemin sırtında o merdivenleri indirilip çıkartılırken yürekten diliyordum. Çünkü bir gün ya onların gücü yetmeyecekti, ya da benim solunum veya diğer grup kaslarımdan biri iflas edecekti. Ki her iki durum da bizim için en kötü senaryolar idi.


Kabullenmek dediğimde kötü gelebilir de, aslında ciddi anlamda kötü değil ya! İhtimalleri bilmek ve benimsemek neden kötü olsun? Olumlu yanları bildiğimiz gibi, olumsuzu da kabullendiğimizde hayat daha kolaymış mesela! Bu düşeceğinizi bilerek ilerlemek gibi de değil, düşebileceğinizi tahmin ederek elinizden geldiğince düşmemek için uğraşmak bu... Düşmeyeceğinizi hesaba katmayı reddederek kendinize her koşulda zarar vermek olası iken, ihtimal dahilinde tutmak daha akıllıca geldi bana sonunda…

Tabii ki konuşurken ve yaşarken, “bir gün ayağa kalkamayabilirim”i ön planda tutarak hareket etmiyorum. Kasları olabildiğince aktif tutmaya ve gücünü korumaya devam ediyoruz, ailem ve fizyoterapistlerimle. Gelgelelim; bir gün mutlaka ayağa kalkacağım diye düşünerek, olası önlemleri almadığımız her an yaşadığımız tüm zorluklar moralimizi de bozar oldu, bizi zora sokup epey zarar verir de olmuştu. Kabullenme Meselesi de bu noktada meydana geldi zaten…


Hayat günlüğüm olan bloğumda bu konuya yer vermek ve bu gelişmemi kendimle de sizlerle de paylaşmak çok önemliydi benim için ama tüm bu süreçleri tam olarak anlatmak da bir o kadar derinden olmalı ve tam istediğim gibi olmalıydı.
Çünkü ben yazdıkça var olduğumu, deşarj olduğumu ve mutlu olduğumu hissediyorum. Yaşadıklarım bana “bir gün” demeyi gerektirdi; her ihtimali düşünmem gerektiğini de, umudumu hep kalbimde taşımayı unutmamam gerekirken sımsıkı inancımla hayata tutunmamı da o öğütledi. İnstagram paylaşımımda bu konu hakkında söylediğim son cümlemle veda etmek istiyorum bu yazıma, çünkü bence bu konunun en yerinde son noktasıdır kendisi;

“Son günlerde bir iyi ki’m daha var, esasında bugünleri iyi ki geçmiş anılarımızla yaşıyoruz; geçmişini bilmek güzel, zira günü gelince illa ki hepsi bizi bugünlere kavuşturmak içinmiş diyebiliyoruz işte.”

Sevgilerimle, Didem Köse… :)


23 Nisan 2020 Perşembe

100. Yılımız - 2020 Çocuk Bayramı #BizDeÇocuktuk


Bugün 23 Nisan 2020, Ata'mızın bize armağan ettiği çocuk bayramının ve halkın oylarıyla kurdukları Türk millet meclisinin açılışının 100. Yılı kutluyoruz hep beraber. Sokaklarımızda değil, her birimiz evlerimizdeyiz maalesef ama... Devletimiz milletimiz var olsun, sağ olsun da; 101. Yılda bir arada oluruz ve coşkuyla kutlamalarımıza devam ederiz nice bayramlarımızı diyorum... :) 100 Yıllık gururla, geçen sene coşkuyla belediyemizin organizasyonuyla meydanlarda coşkuyla kutladığımız 99. Yıl Dönümü kutlamalarımızın yazısını hatırlıyor ve hepimize o coşkunun özgürlüğüne yeniden sahip olmayı diliyorum... :) 23 Nisan 2019 tarihli kutlamalara dair yazımı burada bulabilir ve okuyabilirsiniz... (:



Bu sene evde kalan herkes çocukluk hallerini paylaşıyor, sabah beri coşkuyla karşılıyorum o fotoğrafları; tıpkı bugüne yine bayram coşkusuyla uyandığım gibi... Her bayram küçüklüğümdeki coşkuyu sürdürüyorum istemsiz, öyle gelmiş öyle gidiyor işte. Resmi bayramı da dini bayramı da aynı. Coşkum hep benimle ama bayramlarda daha bir coşuyor işte... :)

Genci yaşlısı, küçüğü büyüğü çocukluklarını paylaşıyor yine; heveslendim ve bu fotoğraflarımızı hatırladım ben de ve hazırladım işte, ablam ve benim küçüklüklerimizden fotoğraflarımızla. Çok değil, bir 15 sene önce (Amma da çok değil!) biz de çocuktuk... :) Milli bayramlarını coşkuyla sokaklarda kutlamış, dini bayramlarını ve ramazan zamanlarını dost akraba geçirerek büyümüş bizler için; ramazan başlangıcı ve de 23 Nisan günü evlerde olmak büyük üzüntü bizler için. Umarım sonu sağlık olsun bugünlerin de, yeniden bir arada olalım nice güzel günlerde...

Biz bu sabah yine de coşkuyla kalktık yataklarımızdan, belediye anonslarında 23 Nisan temalı şarkılar çaldı; marşlar ile coşkulu uyandık yine. Sonra evlerde coşku vardı, çoğu yakın akrabalarımızın evlerinde kıyafetlerini giymiş şekilde hazırdı çocuklar. Biz de Kağanımla ve aile üyelerimizle TV karşısına geçtik, TRT EBA İlkokul'dan günün anlamı için düzenlenen yayınları izledik; aradık akrabalarımızın bayramlarını kutladık.. :) Bugünü de akşama kavuşturmak üzereyiz bile. Buruk ama sağlık olsun diyerekten...

Bugün için benim beğendiğim birkaç durumdan bahsetmek istiyorum sizlere; 

TRT EBA'nın 23 Nisan özel yayınını biliyor ve bekliyordum öncelikle, beğenerek izledim izlettim (sanırdın hala evin tek çocuğuyum!). :)) 

Şermin Yaşar'ın duyurduğu üzere, bugün itibariyle son yazdığı kitabı "Oh Ne Ala Memleket" Storytel üzerinden sesli kitap olarak yayınlandı. İlk ay ücretsiz kullanım hakkı veren storytel'den tüm çocuklara armağan etti Şermin Yaşar. Dünkü şu paylaşımında da dediği gibi, yayınlansa birçok eve kargo girecek ve böyle bir zamanda herkes tedirgin olacak veya endişe duyacak diye. Biz buna çok sevindik dünden beri yeğenimle. :))

Sonra bir diğer sevdiğim hediye niteliğinde haber; çok severek masallarını dinlemeye başladığım Judith Liberman'ın dün akşam duyurduğu üzere Nil Karaibrahimgil ile şarkılarla masal etkinliği yapacağı haberi idi... Bu paylaşımda da o masal etkinliklerini bulabilirsiniz. :)) Sevgili Judith Liberman'ın kanalına buradan ulaşarak, diğer masal etkinliklerini de takip edebilirsiniz. :)

Günün anlamı ve şartları altında diyeceklerime bir şeyi daha ekleyeceğim, bu akşam her birimiz ekranlardan ve balkonlardan akşam saat 21.00'da İstiklal Marşı'mızı söyleyeceğiz hep beraber. Bayrak, vatan ve de millet aşkımız hiç bitmesin inşallah. Birliğimiz daim olsun diye... :)

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ümüzün tüm dünya çocuklarına armağan ettiği bu güzel bayram'ın ve kurdukları Türk meclisinin 100. Yılı kutlu olsun. İlk günkü coşku ile çocuk bayramımız için balkonlarda olalım bu akşam saat tam 9da. 🙌 

Sevgilerimle, nice güzel hep beraber bayramlarımıza olsun...

20 Nisan 2020 Pazartesi

Okuyorum & Okudum - Başkalarının Hayatı



20.04.2020- Pazartesi; Okuyorum...


Günler garip bir hızda ilerlemeye başladı, hayat bu süreçte de kendi rotasını oluşturmaya devam eder oldu... Herkes gibi ben de bu süreci sağlıcakla geçirmeye uğraşıyorum. Kitap okumaya devam ediyorum, meşguliyetlerime sıkı sıkıya sarılıyorum ve günlerimi yeniden daha fazla görevlerle donatıyorum. Misal bugünün görevi bu kitabı bitirmek ve öylesi garip bir anlatımı var ki bana göre bu kitabın, bu duruma tahammül edebilir hale getiren kahve yardımcı konuma geldi şimdi...


Bundan 15 sene önceydi, iki güne bir kahve içerdim. Bugün o günleri hatırladım işte. O zamanlardaki yorgunlukları alışkanlık edindiğim üzere kahve gideriyordu, şimdi de bu kitabın yorduğu yerlerden kendimi korumayı bir gıdım kahve sağlar inşallah! :)

Kitabıma devam etmeden önce buraya bu hisleri not etmek istedim; yeterince keyifli bir kitap değil zira, başkalarının hayatına buralardan bakmak daha güzel oysa. Bu kitabın ise başlığı daha farklı olmalıymış bence. Emek var, sonuçta yazım aşamaları ne olursa olsun kolay değil de; "bu kitabı keşke ben yazmış olsaydım dedirtmiyor bana işte". Kitabı yarıladım ama bazı karakterlerin hangi hissiyatta olduğunu çözemedim hala. Ama devam ediyorum yine de. İnstagram'da başkalarının hayatına onlar izin verdikçe dalabilmek daha başka, kesinlikle daha eğlenceli. Kolay geldiğinden mi acaba? Ama öte yandan kitapta o kadar heyecan yok. Acaba kitap bunu mu anlatıyor dedirtti bile şimdi. Karmakarışıklaşmaktayım tabiri var ya hani, bu kitap beni böyle etti. En son hangi kitap böyle etmişti ki? Epey olmuş herhalde. Şimdi kötü hisler de değilmiş gibi geldi, kitap iyi ilerliyormuş gibi. Bitince son kararımı vereyim yine en iyisi. 

Ya sizin, bu tarz kitabınız oldu mu? Kitabı çok kötülediğimi düşünüyor musunuz? :) Bence çok bir şey söylemedim de.. Kahvem ve kitabıma döneyim en iyisi, bitince de yorumumu yazmak şart oldu tabi; sevgilerimle... :)) 


21.04.2020- Salı; Okudum...

Ve dünün görevi olan "Başkalarının Hayatı" adlı kitabı bitirmek bu sabaha kısmet oldu... Dün akşam, son 15 sayfa kalaya dek okudum ve bıraktım. Alıntılarım da oldu kitaptan akşam boyunca, ama yine de fikrimi; "çok iyi bir kitaptı ya!" derecesinde değiştiremedi. Yorucu, bana bir şey katamayan ve "ne okudum ben şimdi, bunun ana fikri neydi?" dedirten bir kitaptı... 



Kitabı 7 günde okumuşum ama dünkü hislerimi yazarken daha uzun zamandır okuyormuş hissimden o kadar emindim ki! Neyse ki bu sabah itibariyle kitabı okudum ve kenara kaldırdım... :) 

Bu seneki Bursa kitap fuarı gezimiz sırasında, "Destek Yayın Grubu" standından aldığım 5 kitaptan biri idi; Başkalarının Hayatı - Amy Grace Loyd. Alt yayınevi grubu Beyaz Baykuş... 2020 Fuar yazım ise burada...


Bu kadar yazdıktan sonra, konusundan da bahsetmek şart oldu şimdi; bir apartman sahibi Celia'nın, komşularıyla garip ilişkiler içerisine girmesini anlatıyor kitap. Ama konu bütünlükleri o kadar dağınık ki, okurken insanı en çok bu yoruyor sanırım. Gerçekten davranışlar da, konuşmalar da, anlatım da o kadar acayip ki; şayet böyle bir apartmanda kalıyor olsam, orada kalmak adına zorunlu olsam da ben bir yolunu bulup taşınmak isterdim... Bir ev sahibi düşünün, sizin özelinize girmeyi kendisine hak olarak görüyor. Onu da geçtim, kiracıların da ne yaptığı ve neye meyilleri oldukları bir o kadar belirsiz... Beni okurken bu kitap sırf fikirlerinden ve istediklerinden emin olamamaları için bile çok rahatsız ediciydi.

Kitabın 1000kitap.com'daki yorumlarına da baktım, 1000kitap'ta tek iyi bir yorum yok ne yazık ki. Biri ilk başlarda anlatımın düzlüğünden ötürü içinin sıkılarak okuduğunu söylüyor, sonra anlatımın kaydığını söylüyor başka biri; hayır, benim için bu durum da böyle değildi. Anlatım baştan itibariyle kaymış durumda idi bence. Çeviri hatası mı bilemiyorum, eşcinselliğe dair garip üst örterek anlatım söz konusuydu. Elbette aynı cinsi sevenler de var bu hayatta ve ben hepsine saygı duyuyorum, ancak bunu bile anlatmaktan öylesi aciz idi ki kitap; ilk başta her karakterin cinsiyetini yanlış anlamış bulundum maalesef.

İlk defa bir kitabı bu kadar net eleştiriyorum, hiç yapmam dememek gerekiyormuş; ben bu kitabı sevmedim. Hem de yaptığım 3 alıntının güzel olmasına rağmen, ben bu kitabı hiç sevemedim. Fikirler değişkendir, özneldir. Elbette her eseri aynı derecede bulamayız. Ama en azından anlatım konusunda basitlik aradım, konusu gereği ağır düşüncelerin anlatıldığını düşündükleri bu kitap için. Çünkü bana göre konu da ağır değildi; konu günlük hayat, basit bir hikaye diyebileceğimiz konuya fazla edebi değer biçmişler. Bana böyle düşündürdü...


Can dostum şöyle demişti bir defasında bana; "Bir şeyi beğendiğimizde söyleyebiliyor isek, beğenmediğimizde de aynı derecede söyleyebilmeliyiz."(Kesinlikle çok doğru tespit dostum!)...Evet, bu benim eksikliğim. Bazen bir şeyi hiç beğenmemiş de olsam hafifleterek anlatmayı seçiyordum. Yalan söylemiyor ama o youtube'da beğenmedim tuşu var ya, ona da basmaktan çekiniyordum! Ama artık böyle bir şey yapmıyorum. Bu yazıyı da sırf bu yüzden yazdım. Uzun zamandır beklenti içerisinde okumaya hevesleniyordum bu kitap için, fuardan aldım ya hani; benim için yeri ayrı fuar kitaplarımın çünkü. Maalesef hiç beğenemedim, fuar kitaplarımdan biri de işte böyle bitti... :)


Alıntıladığım cümlelerimi de burada paylaşarak veda edeyim en iyisi. Bir sonraki bitireceğimi umduğum kitap, bu kitapla kıyaslanamaz bile ama; anlatımı çok yerinde ve güzel, hikaye bütünlüğü heyecanlandırıyor beni üstelik. Beklentileri yüksek tutmamak gerekiyormuş, bir kez daha yazmalı tarihe! Alıntılarımı ekleyip, diğer kitabımı okumaya ve günün görevlerine odaklanmaya devam edeceğim. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürlerimle ve sevgilerimle, sağlıcakla kalın... =)



- Çektiğimiz acılar karşısında ürettiğimiz yarım yamalak çözümlerin kendileri keder ve provokasyon doludurlar. (Sayfa 80)


Hepimiz kendimiz ve özellikle de başkaları tarafından kabul görmek için hikayeler yazarız ve sonra bunları tekrar düzelterek yazarız. Ben bile bundan muaf değildim... (Sayfa 149)


- Yaralar siz onlarla başa çıkınca veya onları seçtiğinizde ya da yine onları seçeceğiniz için ne muhteşem görünebiliyordu. (Sayfa 193)

19 Nisan 2020 Pazar

Pazar Yazısı #66 - Evde Kal Pazarı


Hepimiz aşinayız, evet "evde kalıyoruz" ve "evde kalacağız"... Başlığın "Evde Kal Pazar'ı" olmasını istemezdim ama bu sıra başka bir şey konuşamaz haldeyiz, nicedir Pazar Yazısı da yazmayınca son zamanların konusu oldu yine başlığımız... :)


Herkesin evde olduğu Pazar'lara elbet alışığız ama bu zamandaki alışkanlıklar, yemeye içmeye ve birbirimize takılmaya doğru gelişmeye başladı. Ben de kendimi bugün ders çalışmaya verdim yeniden; günlük planlarımın tamamını yerine getiremedim ama haftalık ders çalışma planlarını tamamladım şükür ki... :))

Bu karantina günleri bana E-kpss'ye sıkı çalışmak üzere bir fırsat sağladı ya, müzik dinleyerek ders çalışmayı özlediğimi de fark ettim bu hafta. Eksiler kadar artılar da var yani, ama süreçle hem bağımlı hem bağımsız durumlar bunlar...

Odaklanmakta zorlanıyor musunuz, ben ciddi anlamda zorlanıyorum misal şu ara.. Ders çalışırken odaklanabiliyorum biraz, bir de film izler veya egzersiz yaparken... Ki baktım internette birçok yazıyla uzmanlar olağan olduğunu söylemiş bu durum için. 

Aşırı kaygı bozukluğum ya da stresim yok şükür, kendimi uzak tuttuğumdan sebep o durumlardan. Ama ayıkken durum böyle, yatmaya doğru bir korku veya hüzün çöküyor içime, sabahına da ya ağlamış gibi göz kenarlarımda yaşlarla ya da kötü rüyalar ile uyanıyorum... 

Dualar dinliyorum, okuyorum, uzmanları dibliyorum. Derken günüm bazen de hepsinin bir şaka olduğunu söyleyeceklermiş hissiyle bitiyor. "Geçip gidici bugünler ya, yaşam gibi; neden büyütüyoruz o zaman?!" diyorum. Sabahına "Bugünü hem tek hem de son günmüş gibi" yaşamaya yeniden başlıyorum. Ben kendimi müzikle, su sesi okyanus yağmur sesi veya piyano sesi gibi smr videoları ile sakinleştiriyor ve anda tutuyorum. 

Aslında en çok bu süreçte anda kalmayı unutmamak gerek, hayalleri de öyle ya; bu pazar yazısında bir söz olsun, bu hafta planlara daha da odaklı ve hayalleri geri plana atmadan geçireceğim günlerimi. Daha da fazla, yapamayacağım şey değil sonuçta... :)

Velhasıl bir Pazar daha bitiyor ve bir hafta daha tabii ki, hayırlarla gelsin yeni hafta da.. Bizler evdeyiz de dışarı çıkmak zorunda kalanlara yardım etsin Allahım; hastalara şifa olsun, ülkemizden ve dünyadan silinsin tüm virüsler diyerek de bu yazımı bitiriyorum işte. 

Kendimi yazıyla rahatlattım gidiyorum. Mutlu bir haftaya, amacına uygun geçirilmiş günlere; nice pazarlara sağlıcakla...

Sevgilerimle... :)

12 Nisan 2020 Pazar

Gece Kuşu'ndan Notlar #7 - Ciddi Evde Kalış


Saat itibariyle çoktan bitmiş bir günün ardına, gece vakti yazdığım için bu yazı "Gece Kuşu'ndan Notlar" ama gün itibariyle "Pazar Yazısı" olarak anılması da mümkün tabi... 

Bugün korona günlerinde tam bir ay bitti, ülkemizde ilk resmi vaka tespit edildi edileli. İlk resmi sokağa çıkma yasağımızı da, cumartesi pazar olarak şu iki günlük süreç adına almış bulunmaktayız; her ne kadar ilan edilmesi bakımından çok acele ve kötü idare edildiğini söyleyenler olsa da...


**
Bana hiç sormayın, ben her iki tarafa da hak veriyorum. Bana kalırsa bizim milletimize bir günlük süre ver o sürede de sokakta eve erzak doldurmak ile geçirirdi o günü... 

Cuma günü akşam saatlerinde bildirilen sokağa çıkma yasağı ile iki saatte öyle bir sosyal mesafeyi deldiler ki, ülke olarak bir aylık çaba boşa gitti ve #EvdeKal mevzuları başladı başlayalı stok yapar hallerimiz unutuldu gitti!! Çok üzüldüm, hala da çok üzgünüm. Her açıdan hak verebilirim ama böyl ciddi bir durumda kendini tamamen ateşin ortasına atma durumuna hak veremiyorum işte, buna da üzgünüm...

**

Öte yandan, üstteki fotoğrafı bugün ablama çektirdim mutfak camından; "Ekmeeek geldi" diye bağıran ve kornasını çalarak sokağımıza giren ekmek satış arabası, bana 7-8 sene önceki Ramazanları hatırlattı. O zamanlar hala kapıya kadar ekmek arabaları gelirdi, iftara doğru sıcak ekmek satışlarını yapar giderlerdi. :) 

İşte ben bugün aynı o günlerdeki gibi hissettim, beni korkutmadı aksine mutlu etti bu ekmek arabaları yani... 

31 büyük şehire gelen sokağa çıkma yasağı, Bursa'da da hakimdi ve ben bir önceki akşam olan sokağa yığılmadan sonra ciddi anlamda daha uzun sürmesi taraftarıyım. En azından şu kritik haftaları sağlam şekilde tedbirli atlatabilmek açısından. Tabii keşke böyle bir duruma hazır bir ülke konumunda olsak da, tüm süreç atlatılana dek evlerde kalabilsek... 

***

Evde iki çocuk (yeğenlerim, biri çocuk biri yenidoğan) + 5 yetişkin olarak geçiriyoruz günlerimizi; akşamlar hep filmlerle ve çay keyiflerimizle, gündüzler de aynı gündelik telaşlarla sürüyor şükür ki. Bir çalışanımız var hala, eniştem; o işe gidip geliyor, gidiş gelişlerinde de olabildiğince kendine dikkat edip mesafe önlemlerini eksik etmiyor. Bugün o da bizimle idi, yine kendi kalabalığımızla dolu bir gün geçirdik işte. Ablamın doğum sürecinin böyle bir döneme denk gelmesinden ötürü, bir arada olmak hepimiz için en iyisi bile oldu tabi... 

**

Çok az kişi vardır bu süreçte kendini yeme ve içmeye odaklamayan. Bizim ev hallerinde de boşluğa düştüğümüz çoğu anda, içecek ve yiyecekle anları değerlendirme halleri var. Bir o kadar bir şeyler izleme, okuma, eli meşgul etme, yani kısaca boş kalmama çabası mevcut işte. Yer yer sıkılmaya fırsat bile oluşturmadığımı farkettim bugün, "neme lazım sıkılırsam çok düşünürüm" deyiverdim. İlk vaka söylendi ve evlere girildiğinden beri kendimce aldığım önlem bu benim de; aman boş kalmayayım, haberlere kafa yorup kendimi daha fazla yormayayım. İşe yaradığı kesin; her gün garanti sabah akşam haber izleniyor da olsa, kendi meşguliyetlerimi boşlamama çabam devam etmeme yardımcı oldu. 

Not; bundan 7 sene öncesindeki bana bugünlerdeki kontrollü beni anlatarak inandırabilir miydik ya? - Ben de öyle düşünmüştüm işte...

*****

Normale dönmeyi çok arzuluyorum, bu günlerden de avunacak durumlar bulduğuma şaşırmıyorum, bu şerrin hayırlarını görmeyi kabul ettiğimi ve sabrederek atlatmam gerektiğini görmezden gelemediğimi de görüyorum. 

Ama yine de bir de yazayım, iyice rahatlayayım isterim; beni evde kalmak değil, fizyoterapi derslerimin eksikliğiyle bu dönemi geçirmek zorunda olmam zorluyor aslında. Mecburuz, kendimiz daha fazla emek vermek zorundayız. Bunu kabul ediyor olsam da, bazen vücudumun fizik tedavi diye inliyor olmasına sarılıp sarmalayarak cevap veriyorum; sen çok emek verdin, bunu da atlatırsın be gülüm diye de abartıyorum. İçimde neler neler dönüyor da, bu da geçer demeyi kendime borç biliyorum.

Vardır bir hayır, sabretmeyi bilmeli. Sabır yoldaşımız, uyku düzeni de arkadaşımız olsun! Yine saati 02.30 ettim de yatıyorum. :)

Sağlık olsun, sevgiler diliyorum... 🙋

8 Nisan 2020 Çarşamba

Five Feet Apart - İzledim


Dün gece Five Feet Apart filmini izlerken, bugün corona virüsünü yenip hastaneden çıkan arkadaşımın (çok şükür ki) dediği gibi hissettim; her birimiz "Five Feet Apart filminin içinde yaşıyor gibiyiz!" O kadar doğru ki... :)

Velhasıl bunu hissedince de yazmalıyım dedim, hem "İzledim" yazısını hem de bu tarzda izlediğim filmlere dair analizlerimi... İyi okumalar. :)


Başrollerinde Haley Lu Richardson (Stella) ve Cole Sprouse (Will)'un oynadığı 2019 yapım bu filmde; ikisi de kistik fibrozlu gencin, birbiriyle tanıştıktan sonra aynı düzen içinde yaşama tutunma çabaları anlatılıyor. Acı ortak olunca mı desek, yaralarını bilip hayata bakışlarından etkilenmeleri sonucu mu desek bir çift aşığımız oluyor yine... Aynı Yıldızın Altında (The Fault İn Our Stars) filmindeki gibi; çiftimizin yaralandıkları yerler bir, bakış açıları az biraz farklı. Ortak bir noktada, hayatı sevmeye dair hayallerinde birleşiyor onlar. Sonuç olarak, ortak oldukları bir savaş başlıyor sonra...

Bu savaşın kuralları katı yalnız, en az altı adım uzak durmalılar birbirlerinden. Çünkü Will'in vücudunda bir bakteri var, o bakteri akciğerinde kist bulunan kişiye büyük zararlar veriyor... Aşk için, ölmemek için, hayatları sürsün diye birbirlerini yaşatabilmek için 5 adıma indiriyor bu sınırı Stella. Bir adım fazla yakınlıkları, onların aşklarının başlangıcı oluyor; "ben hayattan bir adım alacağım sadece" diyor Stella, bir bilardo sopası uzunluğu işte. Bir ucundan Will tutuyor, diğer ucundan Stella...

Filmi izleyince aynı şu günlerde yaşadığımız durum geldi benim de aklıma tabi. Yaklaşamıyoruz kimseye, en az bir metre kuralı var bizlerin de hayatında. Filmdeki başrollerle bizim aramızdaki tek fark ise, biz kimin hasta olduğunu bilmiyoruz ama onlar kendi tehlikelerinin netliğinin de farkında. Gerçi izledikten sonra, bir o kadar da her ikisi de kötü dedim ama; gerçekten insanın insana dokunamıyor olması veya herhangi bir olağan durumdan yoksun olması, her açıdan öylesi kötü ki... Şu an sevdiklerimize dokunamıyor olmaktan endişeliyiz, ondan öncesinde kendi çıkarlarımızdan yana yoksun olan birçok şeyden yana şikayetçi idik ayrı ayrı. Yani aslında neyden yoksunsak onun kölesi, ulaştığımız her şeyin de nankörüyüz bir nokta da ya! Maalesef hepimiz değilse de, birçoğumuz böyleyiz işte...

Öte yanda, birçok hastanın halinden anladı bizi yok sayma çabasında olan bir kesim şimdi. İstemsiz buradan da düşünüyorum. Hayatı tam olarak böyle yaşamaya alışmış birçok hastalık sahibi, engel sahibi  sınırlamalar içinde yaşamakla zorunlu, sosyal hayata katılmakta ise epey sıkıntılı anlar yaşayan bizler için sağlık kontrollerinden ve tedavilerden uzak kalmak epey zorlu zamanlar geçiyor misal. Bunun herkes için geçerli olabileceğini, çektiğimiz sıkıntıları anlıyor herkes şimdi; başka kalıplarla ama...
  

Filme tekrar dönecek olursak; ben konu bütünlüğünü iyi aktarabilmeyi başarmış oyuncular sayesinde, izlediğim filmlere kendimi adayarak izlediğim için bu filmin birçok yerinde de başrol oyuncumuzun hareketlerine içerledim. Ama bir o kadar da başrolün hareketlerine çok hak verdiğimi farkettim... İnsan bir şeyleri son kez yapabiliyor olduğunu hissettiğinde, hayatında ilk defa yaptığını bile deli cesaretiyle sahipleniyor işte. Oysa hayat hep bundan ibaret, bize farketmesi fazla zor geliyor. Yaşamımızın belli noktalarında gidişat bizi çok yanıltıyor; çok kuralcı, çok doğrucu ve az hata yapar konumda olsak bile...

Stella beni bu açıdan öyle yanılttı ki, oyunculuğunu iyi yaptığı için kızdığım kadar geri sahiplendim sonucunda tabi kendisini. Ben ne hatalar yaptım, Stella gibi; hayatıma malolacağını umursadım mı ki? Hayat şaşırtmasın, afallatmasın yeter ki... (Spoilerlar vermemek için, konu içeriğine değinmiyorum yine!)

Filmin konusu birçok açıdan birkaç filmi andırıyordu bence; Aynı Yıldızın Altında (2014) ve Everything Everything (2017) filmleri gibi... Bir de hastalıkları olan kişilerle aşk yaşayanlar adına birçok film izlemiş olduğumu farkettirdi bana; İlk Aşkım (2012) , A Walk To Remember (2002), Love, Now (2012), Zero (2018) gibi ve biraz daha düşünsem dahası da çıkar eminim ki... Sanırım seviyoruz acıdan beslenmeyi, bir o kadar da acıdan ibaretiz aslında ya! Ama gerçek hayata gelince, sizler de demiyor musunuz şöyle; filmlerdeki gibi daha sık bizi anlayan birileri karşımıza çıksa da! Yalnız olduğumu düşünmüyorum aslında ama bir o kadar da bana özgü bir düşünce imiş gibi geliyor bu tarz filmleri izlerken...


Bu filmin en sevdiğim bir yanı, erkek başrol karakterimizin düşünceli yanı olsa da; diğer yanı şu üstte gördüğümüz çizim idi. Akciğerin yaşamsal bağlamda önemi bir resimle bu kadar güzel anlatılırdı... Filmde gördüğüm anda sevmiştim ama afişe yansıttıklarını da bu film için resimlere bakarken gördüm ve sevindim kendimce...

Şimdi biz her ne kadar gerçek yaşam üzerinde, dışarıyla bağlantımızın ciğerlerin sağlamlığı ile bağlantılı olduğunu anladıysak; film de bir o kadar güzel noktaya değinmiş, "akciğer yoksa, yaşam da yok!" Sağlık olsun şu süreç sağlıcakla geçsin gitsin de, izlediğim tüm bu tarz filmleri gerçekle bağdaştırmaktan uzaklaşayım yeniden istiyorum ben de... Doğrusu günümüzle birçok eski filmin bağdaşıyor olması beni korkutuyor şu sıra... Ama konumuz bu değil şimdi;

Ben bu filmi izlerken Aynı Yıldızın Altında, İlk aşkım ve Aşk, Şimdi filmleriyle çok bağdaştırdım. Kendimi sık sık onları düşünürken buldum. Zira aynı tarz acı ve kabullenilmiş bir hayat öğretisi vardı o filmlerde de; "ölmek için yaşıyoruz, bizler ölüme herkesten daha çok yakınız." Bir taraf bu düşünceye tamamen bağlanırken, diğer kişi yaşamında "Yani herkes gibiyiz işte ama biraz daha farkındayız sadece. Öyleyse biz de daha çok yaşamaya odaklanabiliriz" düşüncesiyle var olma çabası içinde... Takdir ettiğim nokta tabii ki ikinci nokta. Hepimiz öleceğiz ya, en azından çabalamadım dememeli noktasındayım ben de daima. Allah ayırmasın o noktadan da inşallah... 



Öte yandan, ağır bir eleştiri olacak ama; hayatım boyunca çevremde hiç hasta olana duyulan saygıya veya ilgiye dair zerre benzer durum görmedim ben de... Bu tarz filmlerin aynı tarz öğretide bulunmasına gitgide sinirlenmeye başlıyorum aslında; "hasta isen büyük bir aşk senin, hasta isen büyük dostluklar ve hayat öğretileri hep senin." Allahım işini bilir elbet, konu bu değil ama "bir yandan eksik isen, öbür yandan tamsın ödül senin gibi bir durum hep ön planda değil! Tek bir öğreti izleniyor ise de hayatı az biraz olsun doğrular nitelikte bir şeyler de yer almalı artık bu filmlerde. Bakın bu gerçeklik daha çok konu olur, benden söylemesi! :) 

Demek istiyorum ki, çok hastaneye gittim, çok kişiyle tanıştım. Her biri birbirinden çok önyargılı idi, hayata dair ise sizin gibi bilgiç bakışları yoktu. Çoğu dinlemeyi bile tercih etmedi, çoğu herkes gibi göremedi, çoğu bakmadı, gören de bir kereliğine öyleymiş gibi yaptı gitti. Kadını erkeği böyle olduğunu, en azından ülkemizde gözle görülür biçimde bu tarz bilinçlere sahip olmadığımızı da söylemeden edemiyorum! :) (İçimden geçen bir hissiyat olarak burada kalsın istedim. Böyle filmler çok hoş, izlemesi çok umut verici ama bizim ülkemizde de genci yaşlısı böyle cesur ve de girişken olabilse keşke dedirtiyor hala bir de. Hayatı kendi çıkarları için yaşamaktan öte yaşayanları da bu gözler görebilse.) (=


Not; aşk açısından bizim ülkemizde neden böyle yürekler yok demiyorum, elbette var! Aşkın yeri yurdu yok zira. Ama insan olarak bu bakış açılarını çok fazla göremiyoruz gibime geliyor sadece. Filmlerdeki gibi olsa hayat, dışarı çıktığımda sorunlar yaşamaktan daha uzak sosyal bir hayatım olabilirdi kısacası benim de. Filmlerdeki gibi olsa hayat, filmlerle bağdaştırmayı uygun dahi görmezdim bir tek günümü. Türkiye'de bu benim düşünceme göre hayat ise hala büyük bir hayal benim için işte.. :))


Five Feet Apart filmi beni etkiledi, ama esas olarak aşkın can bulduğu hallerle değil o ikilemde kalma sahneleriyle. Şu an içinde bulunduğum ikilemleri düşününce, film daha anlamlı geliyor. Ben keyif aldım izlerken, sizler de keyif alarak izlersiniz dilerim ki...

Başka bir izledim yazısına, başka bir düşünce içeren yazıma veyahut bir "Didem'in Gözünden" içerikli yazımla bu bloğumda da görüşmek üzere. 

Sevgilerimle... :)

6 Nisan 2020 Pazartesi

Şiirlerle Hayat #26 - Yaşamaya Dair


Bundan önceki Temmuz 2019 tarihli Şiirlerle Hayat yazımdan bu yana, görüşememiştik bu yazı dizimde. Aylar sonra da olsa yeniden merhaba demek güzel bu açıdan, bir Şiirlerle Hayat yazımdan daha... :) Diğer "Şiirlerle Hayat" yazılarımı da burada bulabilirsiniz...

Yıl 2020, aylardan Nisan ve bir virüsün (Corona) etkisinde tüm dünya olabildiğince evlerinde iken benim aklımda tek bir şiir var şu sıra. Günler boyu yine zihnimde ve git gide kendimce ezberleme telaşım sürmekte. Bu şiirin sahibi Nazım Hikmet Ran ve şiirin adı "Yaşamak"...

İlk defa dinlediğimde ortaokulda idim, yıllar geçtikçe daha büyük ciddiyetle içeriğinin anlamını benimseyeceğimi bilmeden önce çok ama çok sevdim. Yine bir şiir gecesi etkinliği için okunan şiirleri dinliyorduk edebiyat öğretmenimiz gözetiminde. Öğretmenimizin seçmeleri bizim de fikirlerimizle yaptığını hatırlıyorum, birçok şiiri o fikirleşme esnasında elediğimizi de hatırlıyorum. Netlikle bu şiiri o gecelerden birinde okuduk mu şimdi hatırlayamıyorum ama Öğretmenimizin nasıl ciddiyetle okunması gerektiğini bizlere örnekleyerek anlattığını çok net hatırlıyorum. Selamlar olsun buradan Şükriye öğretmenimize de... :)




"Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın..." diyerek başlıyor hani şiir... 

Her birimize düşen o ciddiyetle yaşamayı büyük ölçüde kavramaya başladığımızı düşündüğüm şu günlerde (ki birbirimiz için şu günleri ciddiye almamız da gerekli), hiç tanımadığı insanlar için görev aşkıyla çalışan tüm sağlık görevlilerine, kamu görevlileri ve kargo görevlilerine saygı ve sevgilerimle bu şiiri ithaf etmek istiyorum. 

Çok yorumum yok bu sefer, en can alıcı noktayı her okuduğumda tüylerim ürperir ve "ben sağlık görevlisi olamazdım, kaldırmazdı bunu benim bünyem" derdim hep. Şimdi ise okudukça daha ciddiye alıyorum bu şiiri ve dualarımda gönlünü mesleğine adayan, yaşamı ciddiye alan ve omuzlarındaki yüklerle yine de dik durabilen herkese daha çok yer veriyorum. Sakin durmak ve bugünlere sarılmak gerek, yaşamaya dair bunlar geçiyor aklımdan. Dahası da var ama bugün bu şiire ağırlık vermek istiyorum...


"MESELA, KOLLARIN BAĞLI ARKADAN, SIRTIN DUVARDA

YAHUT KOCAMAN GÖZLÜKLERİN,
BEYAZ GÖMLEĞİNLE BİR LABORATUARDA
İNSANLAR İÇİN ÖLEBİLECEKSİN,
HEM DE YÜZÜNÜ BİLE GÖRMEDİĞİN İNSANLAR İÇİN,
HEM DE HİÇ KİMSE SENİ BUNA ZORLAMAMIŞKEN,
HEM DE EN GÜZEL,
EN GERÇEK ŞEYİN YASAMAK OLDUĞUNU BİLDİĞİN HALDE."

...


"Yaşadım" diyebilmen için..."


(1)

Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.

Bir sincap gibi mesela, 
Yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden.
Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani, O derecede, öylesine ki,
Mesela, Kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için.
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken.
Hem de en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin.
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak, yani ağır bastığından.

1947

(2)


Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız.

Yani, beyaz masadan
Bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
Biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına.
Hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden.
Yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz,
En son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
Diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orada ilk hücumda, daha o gün
Yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu.
Fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
Belki Yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki, hapisteyiz,

Yaşımız da elliye yakın,
Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
Yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948

(3)

Bu dünya soğuyacak, 

Yıldızların arasında bir yıldız,
Hem de en ufacıklarından,
Mavi kadifede bir yıldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

Duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...

ŞUBAT 1948




Nazım Hikmet'in 1947 ve 1948 senelerinde yazdığı bu şiir hepimize gelsin istedim. Tam da hayatın içinde, bu günlerde benim aklımda bu şiir dolanıyor. Ezberleyebilir isem ne ala... :) 

Nazım Hikmet Ran'ın anısına da saygıyla; toprağı bol olsun, ışıklar içinde uyusun...

Bir başka yazımda görüşmek üzere...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...