30 Eylül 2018 Pazar

Pazar Yazısı #52 - Alışılmadık Pazar


Antalya'da alışılmadık bir Pazar yaşıyoruz, geçen hafta bugünden sonra bir tane daha aslında... Geçen hafta bugün defnedilmişti dedem. Dün dedemin 7 duası da okundu (Allahım kabul eder ve ruhuna iletir dilerim); bu sabah da son olarak annemin Ankara'da yaşayan bir teyzesi, dayısı ve iki yengemi de yolculadık buradan. Kaldık, annem dayım ve ben olmak üzere... Şimdi dedemin yokluğu daha ağır hissediliyor işte!


Dayımları yolculadık bu sabah erkenden ve sonrasında annem kahvaltımızı bitirdikten sonra ev toplamaya girişti tekrar. Bir garip geldi daha da; evde dolaşıp da "Bağdat, yeter kızım bir otur ya!" diyen dedem yoktu bu sabah da... Evin sessizliğinde yine dedemin açtığı ses yüksekliğinde bir televizyon açık değildi. Bugün daha çok özlediğimi ve bu evin onsuz nasıl bir garip olacağını daha iyi anladım...

Diğer yandan da, birkaç gündür evi kapatmayacak olduğumuza da sevindiğimi farkediyorum... Dedemin evini saklayabilme imkanımız doğdu, ortanca dayım kendi evinde değil burada oturma kararı verdi. Hem dedemin düzeni daha sağlam ve burası daha merkezi. Hem de var olan bir evin düzenini korumak, ailemiz için daha iyi olacaktır hepimiz adına... Küçük dayım da gelir gider ailesiyle buraya yine ve biz de her geldiğimizde kalmaya devam edebiliriz. Hala garip ama en azından bu fikir daha alışılabilir geliyor şimdi...


Bir yalnız pazar geçiriyoruz işte, biz de bir iki hafta daha buradayız ve kısmetse sonra biz de evimize döneceğiz işte... Bu sabah erken kalkıp da uyuyamayınca kahvaltı yapıp, biraz uzandım dizi izledim o sessizlikte. Sonra kalkıp defterlerime dalma kararı aldım bugün. Bir hafta boyunca kalabalıktan fırsat bulup da defterlerime uzanamadığım için, bugün onlara karşı sessizliğimi de bozuyorum... Kalabalıklar acıya direk teslim olmaya engel. Sessizlikler yalnızlıklar da lazım ama, sevdiklerimizin sessiz vedalarını duyabilmek için...

Bu alışılmadık pazar gününde bunu hissediyorum; dedemin sessiz vedası sürüyor ve biz onun anılarına alışabildik biraz, şimdi de sessiz vedasına kulak kabartıyoruz. Zaman geçerken, anılarıyla anmaya anlamaya ve onu duymaya daha çok devam ediyoruz. Şu an sadece bu sessizlik alışılmadık, ama mecbur ona da alışacağız...

Sevdiğim bir söz var, onu düşündüm durdum bu hafta sık sık;

Vedalar canını sıkmasın.
Yine buluşabilmek için, bir hoşçakal gereklidir. (Richard Bach) 

Böyle işte... İyi, sağlıklı, ve huzurlu pazarlar olsun cümlemize. Dedem artık acı çekmiyor, hep söylüyorum; bunu bilmek özlesem bile, diğer yandan huzur da veriyor artık. Özlüyorum dedecim, huzurla uyu ve dualarımızı duy...

Sevgilerimle...

26 Eylül 2018 Çarşamba

Şiirlerle Hayat #21 - Bittiğine Yanarım #AliKızıltuğ


Bittiğine Yanarım - Ali Kızıltuğ

Niye bayram edem yılbaşlarında
Ben ömrümün bittiğine yanarım
Çocuklar sevinsin onlar böyür
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Çok değiştim kim demiş aynıyım
Yavaş yavaş eşitmeyim duymayım
Maçım bitti uzatmaları oynuyom felek
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Yıkılsın başına saraylar hanlar
Bir gün ömür almıyı kullar vay dünya vay
Neye yaradaki artık paralar pullar
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Kızıltuğ niye sustu dillerin
Kokusu kalmadı sanki eski günlerin
Çok kahrını çektim gurbet illerin
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Ali Kızıltuğ


Dedemin hastalığının haberini, 2017'nin Aralık ayında almıştık. Tedavi sürecine sonrasında karar verildi ve Şubat ayında Antalya'ya geldik annemle. İlk hastalık haberini aldığımız sıralarda paylaşmıştı dedem bu şiiri, facebook hesabından... O zaman çok içime oturmuştu ve dönüp dönüp okuyamamıştım bile, hep aklında bu şiir var bildim ve benim aklımda da hep bu şiiri oldu son zamanlarında. Bana şimdi dedemi hatırlatacak bir şiir olarak kalacak, Ali Kızıltuğ'un "Ben Ömrümün Bittiğine Yanarım" şiiri. Biliyorum...

Ali Kızıltuğ; dedemlerin köyünden bir ozanımız, Sivas'ın Mursal köyünden bizim köylümüz oluyor. Ailecek tanışır ve de görüşürdük küçüklüğümden beri, gelmeseler de bilir ve arar sorardık. Ben büyüyene dek türkülerini çok sık duysam da, açıp açıp dinlemiş değil idim. Ama annemle babamlar ve Dedem de severdi Ali Kızıltuğ'u, dinler ve bilirlerdi de türkülerini. Ali Kızıltuğ'a da dedeme de Allahım rahmet eylesin. Umarım öteki dünyada buluşmuştur, diyorum şimdi ikisi için de...

Dedem vefat edeli bugün beş gün oldu; defnedildiği gün, yani pazar günü, dedemin evine geldim yine. O gün dayımlardan küçük kuzenimle beraber dedemin evine getirildiğimden beri garip hissediyorum kendimi. Bu ev onsuz çok garip şimdi. Her an her yerden çıkacak, her an gelip bir şey söyleyip televizyonun başına dönecek gibi; gözüm odaların kapılarında... Her an yüksek sesle izlediği televizyonunu açacak gibi geliyor mesela; geldim geleli televizyonu açmaya bile cesaret edemedim mesela, büyük kalabalıklarımızı dün göndermiş olmamıza rağmen üstelik. Şimdi annemin dayısı, iki yengemiz, iki de teyzesi ile kaldık dedemin evinde annem ve ortanca dayımla beraber... Bir de benim dayılarım var, dedemin oğulları işte... "Bu ev anneannemden sonra kapanmadı, gelip gittik de; şimdisi zor, öyle böyle kapanacak diye üzüntülüyüz." Bir ocak kapandı, bir devir bitti diye hissediyoruz. Ben kendimi bildim bileli dedemler bu evde oturuyor, daha nasıl garip hissetmeyeyim ki kendimi diye düşünüyorum...

Dedem bu şiiri paylaştığında, eminim ki benim ve sizin okuduğunuzda hissettiğinizden çok başka bir şey hissetti; şiirin de sonunda dediği gibi, "neye yarar ki artık paralar pullar, ben ömrümün bittiğine yanarım!". Ömrünün sonu için korkardı, hastalığı ve kullandığı ilaçlar çoktu. Kimse zahmet etmesin, gerekirse birini tutarım gibisinden düşünür ve kefen parası yapardı herkes gibi kendine. Ne yazık ki, onun bile kendini kurtaramayacağını biliyordu belki de... 

Ömrünün bittiğine üzüldüğünü ve daha fazla yaşamayacağını bilmeye duyduğu üzüntüyü tahmin edebiliyorum; sadece bu şiirle bile, hayat dolu bir adam olduğunu anlatabilirim size dedemin... Kalabalığı, yedirmeyi içirmeyi ve hoş sohbeti seven adamdı dedem. Anneannemden sonra, evlatları her ne kadar her fırsatta çevresinde oldu ise de; eskisi gibi kalabalıkları olamadı dedemin. Ama yine de severdi arkadaş edinmeyi ve dernekler aracılığıyla çok arkadaş edindi... Ama ömür en nihayetinde yine yetmedi ve o uzatmaları oynuyorum hissini tattı ya, buna üzülüyorum beş gündür! Dedemin hastalığının ciddiyetine rağmen, bu kadar acı çekeceğini tahmin etmezdik. Evlatları son anına dek hep başında idi de, ecelin önüne geçemediler yine de...

Bu şiiri okuduğumda en çok canımı yakan mısra var; "Çok kahrını çektim gurbet ellerin!" Ömrü boyunca Almanya'da Ankara'da yaşadı da, devam edemediler ömürlerine uzun seneler boyu köylerinde. Tam köye ev kurdular anneannemle, birkaç sene yaşadılar ki; anneannem vefat etti.. İçine bir özlem olduğuna ve de o özlemi ne kadar gitse de dindiremediğine, anneannemden sonra köyden daha çok koptuğunu bildiğim için de üzgünüm maalesef ki...



Hayat şiirlerle dolu, şiirler hayatın her yanında diyorum ya size; bu da benim dedemin, biz evlatlarına torunlarına ve tüm sevenlerine, hayatının şiiri ve türküsü... Ali Kızıltuğ'un türküsü var bu şiiri üstüne, "Ben ömrümün bittiğine yanarım" diye... Bugünü ömür bilip, bittiğine yanmayanlardan olalım diliyorum son olarak. Bir ders niteliğinde şiir, sona gelmeden bu hayatı yaşamayı ihmal etmeyelim; ömür dediğin bir gündür, o bir gün de bugündür... 

Dedeme, Ali Kızıltuğ'a ve tüm ölmüşlerimize rahmet ve kabir rahatlığı diliyorum. Sevgilerimle...

22 Eylül 2018 Cumartesi

Dedem... - 22.09.2018


Bu selfie fotoğrafımı geçen sene 15 Temmuz 2017'de, dedemin evinde çekmiştim... Dedem sağlıklıydı, en azından biz daha bunun bir süre daha o haliyle sürebileceğini tahmin ediyorduk...

O tatilden döndükten sonra, 10 günlük bayram tatiline de Antalya'ya yanlarına gittik ve oradan döndükten sonra kasımın başlarında hastalığının haberini aldık...  Yine de bu kadar çok acı çekeceğini ve zorlanacağını tahmin etmedik...

Şubat ayında ameliyata girdi, ameliyat beklediğimizden iyi de geçti ve sonra kemoterapi ve ışın süreçleri vardı... Antalya'da geçirdik zamanımızı annemle, o iyileşebilsin diye tüm evlatları elinden geleni yaptı şükür ki! Doktorların bize söylediği, karaciğeri sağlıklı olsa idi daha iyi olacağı ve toparlanacağı yönde idi. Ama maalesef, öyle olamadı...

Hayat, kendimizi birçok ihtimal üzerinden teselli edebilmek de demekmiş. Daha fazla acı çekmediğine de teselli buluyoruz, daha fazla çekemezdi de diyoruz şimdi... Yarın öğlen namazına müteakip namazı kılınacak ve Antalya'ya defnedilecek.

Annemin can acısını, anlatamam, onun için endişemi de anlatamam; benim sıkıntım ise en çok son zamanında etmek zorunda kaldığımız zorlu dualardan sebep... Onu özleyeceğim, özleyeceğiz; ama acı çekmediğini ve nefes almakta zorlanmadığını bilmek de güzel. Zaten bu süreçte, bizi en çok da bu durum teselli ediyor...

Velhasıl, bu fotoğrafı çekerken arkamdaki resmi bilerek kadraja almıştım, biri hayatta diğeri öteki dünyada demiştim ve anneannemi özlemle anarak birçok kez bakmıştım bu resme sonrasında... Şimdi o arkamdaki resimde bulunan iki büyüğümüz de hayatta değil, bu sabah dedemi kaybettik!

Sabahtan beri o kadar çok kişiye söyledim ki bu cümleyi, dedemi kaybettik! Bazen hala inanmıyorum ama... Ne olur yattığı yer onu incitmesin, mekanı cennet olsun... Başımız sağolsun, Allah rahmetine erdirsin.

Annenneme kavuş dedecim inşallah..  Dedecim, toprağın bol olsun. Seni seviyorum...

Torununuz Didem, seni çok seviyor, sizi çok seviyor...

21 Eylül 2018 Cuma

Filmi Olan Kitaplar #11 - Senden Önce Ben


30 Nisan 2018 günü, elimde dahi olmayan kitabını okumadan filmini izlemeye bir gece karar verip izlemiş ve hiç beklemediğim kadar etkilenmiştim ki; bana hüngür hüngür ağlayarak bir yazı yazdırdı bu film ve sonraki günlerime de umut oldu. Yazmak istediğimi daha çok hissettirip anlattı. Hikaye beni çok yaraladı...

Bu bahsettiğim yazımı okumak veya tekrar okumak isterseniz burada bulabilirsiniz... :)

Kitabı bugün bitirdim ve bu benim için bir ilk oldu. İlk defa bir filmi olan kitabı okumadan, filmini izledim ve birkaç ay sonrasına da kitabını okudum. Bu pek tercih ettiğim bir şey değil. Eğer bir filmi izlediysem, kitabını okumayı da tercih etmem. Eğer merak ettiğim bir kitap-film var ise, önce kitabını okurum sonra da filmini izlemeyi tercih ederim... Yani demek istediğim, kitabı olan bir filmi izledikten sonra kitabını merak edip alıp okuduğum olmamıştı...


Neyse, çok konuştum; bu hikayenin kitabı da beni filmi kadar yaraladı ve ben de sırası gelmişken Filmi Olan Kitaplar yazısını yazmaya geldim... (: Bu defa filmi olan bir kitabın, filmini kitabından ayrı tutamadım. Yani filmi yapılsa da olurmuş, dedirtmedi. Bir de hikayenin çıkış noktası kitaptan da olsa, filmi daha güzel geldi doğrusu... 

Filminde ağladığım o geceyi hatırlıyorum da; o geceden sonra okumayı ertelediğim o kitabı, bir an önce alıp okumayı istemiştim. Doğum günü hediyem olarak, Saniye kivrama iki kitabını da aldırdıktan sonra; diğer doğum günü hediyem olan kitaplarımı bitirip, 12 Eylül günü "Senden Önce Ben"i elime aldım ve bugün de okumayı bitirdim. Kitapta, filmdeki olaylardan daha fazlasını bekliyordum doğrusu. Hani genelde kitaplardan olayları keserler de filme hepsini sığdıramazlar ya, kitabı okuduğumda daha fazlasını da okuyacağımı, kalan beklentimi doyuracağımı düşünmüştüm. Ama tam tersiymiş meğer, filmde kitaptan "ya şu sahnede olsaymış!" dediğim bir sahneye rastgelmedim. Filmdeki sahnelerin her birinden memnun oldum bir kez daha okudukça...

İnstagram'a bugün kitabı bitirdikten sonra, sondan bir önceki sayfanın fotoğrafını çekip üzerine; "Bitti. Filmi gibi yaraladı da, bitti... #SendenÖnceBen" diye yazdım ve paylaştım. Ben kitapta daha fazla ayrıntı da bulabilirim diye umarak okumuştum, umduğumu bulamadım ama buna rağmen kitabı da filmi kadar sevdim. Ve öyle yaraladı ki, o son mektupta yine ağladım. Sesli okumak istemiştim, önce sesim titredi sonra da ağladım. Bu hikaye beni cidden yaraladı...


Anlatım edebiyat içerikli diyemem, sade bir anlatımı vardı. Yanımda devam kitabını da getirmiştim,  Antalya'ya gelirken; "Senden Sonra Ben". Bugün de onu okumaya başladım. Anlatım dilinin sadeliği güzel bir şey aslında, anlattığı içerik açısından gerekli görülen tüm bilgiler de içeriğinde mevcut zaten...

Size şunu söyleyebilirim ki; ben bu kitabı da filmini de çok büyüttüklerini düşünüyordum, şimdi böyle olmadığını bir kez daha gördüm. Kitabın anlatımına dair her ne kadar daha beklenti dolu idiysem de... Bazı hikayeler, aktarılmak isteneni aktarıyor. Filmin ana karakterlerindeki çaresizlik ve her birine kızsanız bile haklılık paylarının olması, sizi hikayeye bağlıyor. Bir de hikayenin bizi götürdüğü esas nokta; beklenmeyen anlarda, beklenmedik hikayeler karşımıza çıkar ve bizim tek yapmamız gereken içeriğinden kendimize ödevler ve dersler edinmemiz gerektiğidir...

Kısaca konudan bahsedecek de olursam; Will, oldukça sportif ve dolu dolu yaşamını geçirmeyi seven bir iş adamıdır. Hayat dolu ve ideallere sahip, adrenalin tutkunu... Bir gün yaya halde işine giderken, ona çarpan bir motosikletli Will'in ömür boyu omurilik zedelenmesi ile yaşamasına; kolunun bir kısmı ve boynunun üstünün harici, vücudunun kontrolünü kaybetmesine sebep olur. Tek başına hiçbir şeyi yapamamak Will'e yaşamak istemediği hayat halini alır. Bu sebeple, ötenazi yapan bir merkezde hayatını sonlandırmak istediğini anne babasına söyler. Onlar Will'i ikna edebilmek için sadece 6 ay isterler, 6 ay sonra yine ayn düşünür ise istediği gibi olacaktır... O 6 ayda da, Lou ile tanışır. Ve bu, belki geç belki de erken bir tanışmadır...

Engellilik üzerine, üzerine yeteri kadar düşünmeyi bilmeyenlerin ve başına gelmeden anlamayanların; okuyunca bu dünyanın kendilerinden ibaret olmayan, engellilerin yaşam zorluklarını anlamanıza hikaye içeriğinde sizi davet eden güzel bir kitap bence...


Filmden alıntıladığım, beni en sarsan sahne; Will'in kendi haklılığına inandırmaya uğraştığı sahnelerdi öncelikle. Lou'ya "yaşa" derken, kendini baskılamaya ve geçiştirme diyordu. Hem o kadar hak veriyor hem de o kadar hak verilmesini istiyordu kendisine. Siz de ona kızarken hak veriyordunuz bir süre sonra... Filmde bu içeriğe yeterince doydum mesela, o duygu bana filmden daha iyi geçti yani...

Ama kitaptan alıntılarıma da gelince; Lou'nun hayat yolculuğunu da bulmak üzerine idi sanki, her ne kadar filmdeki ile olay sıralaması aynı idi ise de: kitap ayrı film ayrı hissettirdi diyebilirim. Sanki filmde Will'in gözünden baktım ama kitap Lou'nun dilinden olduğu için, bir açıdan Lou'nun yoluna da daha çok tanıdık oldum...

Kitaptan en sevdiğim cümlelerden birkaçını değil, bu sefer iki ana karakterimizin dilinden de birer tane alıntı yapacağım;


Lou'nun dilinden;
Tekerlekli sandalyeye bağlı birine eşlik etmeden fark edemeyeceğiniz şeyler vardır. Bir kere kaldırımların çoğunun ne kadar döküntü olduğunu anlarsınız. Kötü kapatıldığı için delik deşik olmuş ya da düpedüz taşları sökülmüştür.

Will'in dilinden;
“Ve biliyor musun? Kimse bunları duymak istemez. Kimse korkularından, acından veya aptal bir enfeksiyondan ölmekten korktuğunu duymak istemez. Kimse bir daha sevişemeyeceğini bilmenin nasıl bir şey olduğunu bilmek istemez. Kendi ellerinle yaptığın yemeği yiyemeyecek olmanın, kendi çocuğunu tutamayacak olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek istemez.”


Yani Kitabını okuduğunuzda, filminizi izlediğinizde size hiçbir şey kaybettirmeyeceğini; aksine çok güzel bir bakış açısı kazandıracağını, bir pencere açacağını düşündüğüm bir filmi olan kitaptı... Senden Önce Ben'i okuyun, okutun; olmadı izletin. Çünkü bir kişi dahi gündelik hayatında yaptığı engelleyici hareketlerden sırf bir engelli için değil; yaşlı, çocuk, genç, kadın, erkek demeden insanlık için vazgeçer ise, o zaman dünya daha yaşanılası bir yer olmaya devam eder...

Bir Filmi olan kitaplar yazımın daha sonuna geldim. :) Bu sayede, bir kez daha engellemeyin ve ortak alan kullanımlarına; "biz de varız, yaşıyoruz!" diyerek dikkat çektim ya, gidebilirim. :) Sevgilerimle...

19 Eylül 2018 Çarşamba

Ruh Beden Zihin, Bir Arada Olmalı İmiş


30.06.2018 tarihinde yazdığım yazım, deneyimlerimden. Taslaklarda öylesine unutuyorum ki bazen...

İki hafta önce idi, acı getiren bir işlemden geçiyordum (madem öyle söyleyeyim, epilasyon aleti ile anneme bacaklarımı aldırıyordum); her zamanki gibi beni acıtacağını umuyordum ve fazlasıyla kasacağını, ama öyle olmadı...


Bacak kaslarım, epilasyon sırasında en çok acı gören yerim. Yapıldığı sırada hastalığımdan ötürü oluşan bir hassasiyetten sebep garip bir acı oluyor, daha çok uyuşma gibisinden ama ıssırgan değiyormuş gibi yakan bir acı sanki. Zamanla daha çok acır oldu ise bile, azalmamıştı hiç iki üç hafta öncesine dek...

O gün dayanılabilir olan ama yine de o acıdan başka bir şey düşünemediğim ve beni kasan bu ağrı ile başa çıkabileceğimi düşünüp denemek istedim. Nasıl oldu derseniz, birkaç zamandır okuduğum meditasyon, ruh-beden farkındalığı, zihni yönetme ve stres ile başa çıkabilme yöntemleri gibi makalelerden güç aldım. Benim okuduğum makalelerin bütününden, beyine giden komutların ruh ve beden bütünlüğüyle esas uyumu sağlayabildiğini anladım. Tamamen böyle olmalı yazmıyordu, ama benim anladığım ve deneyimlediğim bu yönde oldu.

Belki de bana iyi gelen böylesi oldu, bilemiyorum. Zihnimi bazı anlarda meşgul edip başarabileceğimi de o gün daha iyi gördüm herhalde, annem bacaklarımı alırken bu sayede tek bir acı bile hissetmedim. Başlangıçta acı vardı, sonra tabiri caizse beynimi oradan uzaklaştırarak acıyı dayanılabilirden hiçe doğru getirebilmiştim şükür ki. Tek yaptığım; ruh-beden-zihin'e odaklanmaktı. Bunu gözlerimi kapatmış halde, kendime bunları hatırlatarak başarabileceğime inandığımda oldu. Acı hiç yoktu demiyorum, ama cılız bir sinek ısırığı boyutuna gelmişti işte. Annemle konuşabiliyordum, gerilmiyor ve tüm vücudumu yormamayı başarıyordum...

Tek dediğim, kendimi odaklamak için "ruh-beden-zihin" diye içimden tekrarlamak ve anın acılı kısmına değil diğer kısımlarına odaklanmaktı. Beynimdeki kanı, dolaşım olmayan bacaklarıma aktarmıştım sanki... :) 


Günümüze gelecek olursak (19.06.2018); Bunu paylaşmak isteyebileceğimi düşünmüştüm ve not almıştım buraya. Daha sonrasında başka deneyimlerimle de, acıya karşı bir odaklanma veya odaklanmama ile, kendime birçok kez daha "olur"larımı gösterdim... Aslında Haziran'da yayınlamayı düşünüyordum bu yazımı ama olmadı... İyi ki de olmadı. Nedenine gelince de;

Birçok kez deneme fırsatı buldum bu deneyimimin versiyonlarını. Acıya dayanılabilir boyuta getirdim bence kendimi ve bir o kadar da kendimi kasmamayı başarabildiğimi gördüm... Kaslarımın sertliğinden ötürü, bir süredir yumuşamıyor olduğunu bildiğimiz baldırlarımda kas şişkinliklerim de var benim. Bu olaydan sonra, onları da acaba yumuşatabilir miyim diye düşündüm; ruh-beden-zihin bütünlüğüm ile... Hala onlara başka yöntemler deniyorum. 

Kendim kasmıyorum baldırlarımı veya bazı kaslarımı, yani bir garip tepkime benimkisi belki de ama yumuşatmakta zorlandığım bir şişkinlik bu bahsettiğim. Doktorların kontrolleri sırasında da, "Didem sıkmıyor, onun hastalığından ötürü bir kasılma bu." dediklerine çok kez şahit olduk...

Okuduklarımdan sonra deneyimlediklerim ve deneyimlediklerimden sonra gördüklerim üzerine; iki fizyoterapistimin dediğine geldi konu, beynine bilinçli komutlar verdir, derlerdi. Bir hareketi yaparken, güçsüz olan kaslarına ve de oraya güç aktaramadığından değilse bile, o aktarımı sen bilinçli yap ki kasların da tepkimeye girmeden seninle bütünleşsin... Çok garip aslında de mi? Oluruna bazen ben bile inanmıyorum...

Bir kas vardır, yeterli desteği vücudundan beslenemediği için alamıyor ama kas gelişimini bilincini yönlendirerek başarabilmene destek verebiliyorsun. Her ne kadar beyin yetersiz gelmiyorsa da, bir nevi o bu eksikliği doldurabilirmiş gibi... Bana baya garip geliyor bazen!



Gelelim daha sonra deneyimlediğim bir başka bu alandaki becerime; kasılmalarım hala sürüyor ama kasları güçlendirdiğimiz ölçüde geldiğimiz noktada, acıya dayanabilir olduğum noktadayım belki de" diye düşündüm bir süre sonra. 

Bundan 4 sene önceki halimdeki kasılmalarla, şimdi de olsa baş edebileceğime olur gözüyle bakamıyorum ama yine de. Zira o zamanki kaslarımın yıkımı daha büyük ve daha benden ayrıydı. Size o atağın şiddetini birebir anlatamam belki; ayaklarımın birkaç dakika sarkık durduğunda veya aynı şekilde kaldığında yarattığı sıkıntı sebepli dediğimde, beni anlayabileceğinizi umabilirim sadece...

Şimdi bariz şekilde benle bütünlüklerini hissedebiliyorum kaslarımın, ağrılarım da izin verebiliyor birçok şeye ve oturduğum yerde ayaklarımı koltuğa yanıma çekebiliyor ve koltukta da bağdaş kurabiliyorum! :) Bu da Ağustos ayının gelişmesi idi benim için; yazısını buradan bulabilirsiniz, ben ona bir yeni kas açılması demiştim... Çünkü bu da benim garip bir mucizem ve çabalarımız sonucunda gelişen bir şey... 2012 senesinden beri bir daha bunu ya yapamazsam diye endişelenirken buluyordum zira kendimi, bu ve bunun gibi birçok hareket konusunda...

Bu yazının başlığına geri dönersek; anladım ki, Ruh-Beden-Zihin, bir arada olmalıymış! Onlar bir arada olunca, bir uyum sağlanabiliyormuş meğer. Kaslarım buna ortam oluşturmasa ve de ruhumla buna hazırlanabilir durumda olmasa idim, üstte anlattıklarımın hiçbirinin gerçekleşebilmesini umamazdım yine şu an. Gerek okuduklarım, gerekse de deneyimlediklerimden aldığım sonuçlar bunlar...

Benim hastalığımı bilmeyenler ve de bilenler dahi; Kas Erimesi hastalığının, beyinde bittiğini söylüyor ve "Her şey beyinde bitiyor, sen iste yeter!" diyorlar. Evet bunun istenmeyecek bir şey olmadığını bizzat düşünmüyorlar ise bile, çabamı yeterli bulmuyorlar belki de. Oysa ben, gerek zihin gerekse de ruh ve beden olarak istiyorum. Ama bunu bilmeyenler veya anlamak istemeyenlere, inandırmakta bazen zorlanıyorum...

Bakın yazdığım konu zihnimizin gücünden ibaret bile olsa, her konuda bunun böyle olmadığını söylemeye geldim bir ölçüde de. Zira ben sadece zihinin, her şeye yeterli olmadığına inanıyorum. En azından ruhunuzu beyninizle beraber verrebilmeniz ve bedeni buna eşlik ettirebilmeniz gerekiyormuş. Acı dedim ya, dayanılabilir kıldığımı anlattım misal size; dayanılır kıldım ama kaçınılmaz bir durumu yok sayamam, orada çalışan hücreler gereği onu yok sayabilmek ve yok edebilmek daha büyük mertebe. 

Meditasyona ve beyin gücüne çok inanıyorum ben de, ama her hastalık veya eksiklikte bu geçerli de değil. Kaslarımı güçlendirmek için yeterli hareketleri yapmamda, beyin gücüme ihtiyacım var; ama sırf beyin gücüm var diye, vücudumda olmayan yeterli güce inandıramam. Bence bu biraz olasılık dışı... Vücudumu da doyurmam gerekir ki, istediği enerjiye; beynimi de doldurduğum enerji ve istekle, ruhumu bir bütün hale getirebilir kılayım! Misal, kanınızda dolaşım yetersiz ise; beyin ile komut vereceğim ve onu dolaştıracağım! diyebilir misiniz? Eksikliklerin hepsi beyinden ötürü ileri gelmekte değil yani, ne yazık ki...

=) Bir dakika konu nasıl buraya geldi?! Gördünüz ya; deneyimlerim üzerinde bile yazarken, yine kalıpyargılara karşı çıkasım var içimde! 

Beni bazen çok dolduruyor bu kalıpyargılar!  Neyse ki, yazabildiğim bir platformum ve paylaşabildiğim sizler de var; körü körüne inandığımız kalıpyargılardan uzak, kendimizi ve birbirimizi anlatabildiğimiz bir hayat diliyorum hepimize. Sevgilerimle... Didem Köse. :)



17 Eylül 2018 Pazartesi

Renk Renk, Rengarenk Örgü Hırkam (2016-2018)


2016 senesinin Eylül ayında, "birkaç yumak siyah-gri-krem beyazı renklerle ve birkaç arta kalan ara renklerle renkli, düz örgü ve tamamen acemilikle örmeye başladığım rengarenk örgü hırkam" 1 Eylül 2018 günü bitmiş halde elimde idi. 2009 senesinde Saniye kivramdan yardım alarak ördüğüm gri renkteki kısa kollu yeleğimden sonra, bu benim ördüğüm en büyük örgüm oldu... :)

Nisan-Mayıs 2018'de kol ve boyun kısımlarını da ördükten sonra, Antalya'ya 15 Mayıs'ta gelmeden önce İstanbul'daki Ayşe teyzem kenarlarına zincir çekmek ve düzenlemek için benden almıştı. Daha bu ayın, yani Eylül'ün başında, Ebru ablamın kınası için geldiğinde de getirdi. Son haline vuruldum diyebilirim, el emeği renkli hırkama kavuştum ve bu kış en çok giyeceğim hırkam olmasını umuyorum! (:


Başlangıçta; hem ördüğüm eldivenlerden kalan iplerimi (yani ara renklerim), hem de ana renkler olarak elimde bulunan "siyah-beyaz-gri" yumaklarımı değerlendirmek için giriştim bu işe. Sonra artık daha büyük örgü işleri ile uğraşıp kendimi geliştirmek istediğim için de kararlılıkla devam ettim tabii... Olabildiğince basit örecektim zaten. İstediğim, düz örgüde hırka kazak gibi büyük örgüler de örebiliyor olduğumu görmek ve de üretme hazzımı daha da çok büyütmek idi. 

Elimde kalın ip, siyah ve beyaz ipim vardı; ikisi de yeterince büyük idi. Bir de 3-4 yumak gri ipim vardı, biraz ince olduğundan sebep iki kat şeklinde kullanmaya girişip, ana renklerime kattım onu da bundan sebep. 
Üstteki kolajlarda; hırkamın iki ön parça ve bir arka parçası dikildikten sonraki hali, kısa kolları ve boynu örülmemiş şekilde ablamın üzerinde fotoğrafladık. :) Modelim olarak sevgili ablam Çiğdem'e, buradan sevgilerimi iletiyorum. Tekrar teşekkürlerimle. <3 :)  


Ben bu hırkam için, Arka kısmı 120 ilmek ile başlamıştım, herkes kendi bedenine ve ipinin kalınlığına göre ilmek sayısını azaltır veya artırabilir... Benim istediğim model olabildiğince rahat olacak ve önünü iliklediğimde de, içine uzun kollu giydiğimde sıkmayacak şekilde olmasını istiyordum ben... Düz örgü ile ördüm, alt sıralarında üç parmak tekli pirinç örgü ördüğüm ve düğme ilikleri açmayı düşündüğüm iç kenar kısım ilmeklerini de yine tekli pirinç modeli ile ördüğümün haricinde...

Ara renklerim, elimde bulunan; açık pembe, mavi, koyu kırmızı ve yeşil renkteki iplerim idi. Hepsinden de bir tam yumak yoktu, artık ipler şeklinde idiler ve sadece sıraları geldikçe dört sıra örüyordum o renklerden. Kendime bir çizelge oluşturmuştum;

8 sıra beyaz, 8 sıra siyah, 4 sıra gri, 4 sıra diğer ara renkli iplerden biri... Tüm hırka boyunca, düz örgü ile bunu ördüm aslında... :)


11 Eylül 2018 günü, üstteki kolajda da görüldüğü gibi; hırkamı giyindim ve gerek Kağanımla gerekse de tek başıma son hali ile fotoğraf çekindim... :) Bence çok güzel oldu. Özellikle dikişten ve bu tarz el işlerinden anlayan Ayşe teyzemin, boyun kısmına ilmek geçtiğimde oluşan potlukları dahi kurdele dikip düzeltmeyi düşünmüş olması, beni çok mutlu etti. Son haline kadar, birçok kişinin emeği ve önerisi geçen hırkamı 2 sene boyunca; kah kenara kaldırdım ve Saniye kivram Almanya'dan dönsün diye bekledim, kah birilerine denk getirdim veya getiremedim... Derken 2 senede de olsa, ördüm bitirdim! (:


Öğrendim ki sonunda; işin sırrı kendi kendine de fikir üretip, denemeye cesaret edebilmekteymiş...

Tamamiyle nasıl yaptığımı anlatmayacağım; o kadar basit kol kesimi yaptık ki, kol kesimine gelince önlerde üç sıra kadar kestik işte. Öne geldik, 3 kestik; geriyi ördük geldik, kenardan iki kestik ve gittik geldik, 1 kestik gibi. Hani şu kol kesimi nasıl yapılır diye gösteren video veya dergi anlatımlarında olduğu gibi. Ama bu demek değil ki, bu kadar basit. Benim istediğim model için bu böyle idi sadece belki de. Deneyip araştırıp, size uygun kesimi bulmalısınız yani... (:

Kola gelince, onda zorlandım işte biraz. Benim istediğim kol, örümcek kol dedikleri geniş kollar gibi idi. Bir de dirsekte olsun istemiştim ama üşürsün diye dirsek altına kadar da ördürdüler bana. "Hadi tamam böyle olsun, ama bir dahaki örgümde sizi dinlemeyecek ve oldukça kısa ve bol yapacağım!" dedim sonrasında. :) Kendime o kadar güvenim geldi yani!


Dediğim gibi; bu yazıyı tamamiyle ördüğüm örgünün tüm modelini anlatmak için değil de, bu sefer fikir olsun diye yazıyor ve yayınlıyorum. 

Ben böyle renkli bir örgü hırkam olsun ve kolları bu şekilde kısa, kendisi bol ve rahat, bir de benim ördüğüm gerekçesi ile olduğunca samimi olsun. Ben öreyim, ürettiğim en büyük şeylerin gerekirse başı olsun ama başlayayım istedim ve de ördüm... :)

Şimdi bir başka örneği olmayan bir el emeğim daha var elimde. Üstelik kim denemeye kalkarsa kalksın, birebir baktığınızda üzerinde benim gözden kaçırdığım ufak tefek renk fazlası sıralarım kadarını yapamayacak ve gevşek bıraktığım veya sert ördüğüm gibi yapamayacak. Bunun değeri güzel, kendime örnek oluşturabilmiş olmak da güzel... Öyle ya, bir hırka daha örmek istediğimde; kendi ördüğüm hırkanın kesim noktalarından, beden ve kol genişliklerinden ve hırkanın boyutuna kadar ölçerek; modelimden yardım alabilirim! :)


Bu durum; kendi ürettiğimi kullanmak açısından, daha da mutluluk verici benim için. Daha nicelerine olsun isterim; ördüğüm, diktiğim, yazdığım, çizdiğim ve yetiştirdiğim, dünyevi ve uhrevi, her şeyde. Cümlemize... 

Sevgilerimle.. :)

12 Eylül 2018 Çarşamba

İnternet Günlüğüm 2018 #7 - Korktuğuna Ulaşmak...


Sevgili İnternet Günlüğüm;

Birkaç sene önce, Mercan halamın kanser sebebiyle seneler boyu türlü türlü acılar çekmeye başladığı zamanları hatırlıyorum bu ara yine. Bir başkasının daha öyle acılar çekmemesi üzerine dua ettiğim o senelerden sonra, yine o korktuğumuz yerdeyiz. Acı çekmek, düşmanım bile olsa kimsenin yaşamasını istemediğim bir şey. Ölümle karşı karşıya kalmak, yine aynı şekillere sahip benim için...

Kafam karışık, kalbim allak bullak. Hayat enerjim her zamankinden daha çok çaba göstermem ve bir şeylerin farkına daha çok varma zamanımın geldiğini söylüyor. Oysa artık zaten öyleyim, derdim ya...


Üstteki iki paragrafı, 8 Eylül 2018 akşamı yazmıştım. Dedemin hastanede durumunun ağırlaştığı haberini alınca... Bir süredir çok iyi değil durumu, ama umut etmekten vazgeçilmiyor işte; acı çektiğini bile bile, bir yandan da inşallah iyileşecek diyorduk. Hala da umut etmekten vazgeçemiyoruz... Hep dedim ya, karaciğeri zorluyor onu en çok diye; karaciğer ışın tedavisinden sonra da daha iyi konuma gelemedi ne yazık ki...


Bu yazıyı Antalya'da devam ediyorum şimdi; dün akşam 22.00'da bindik, sabah 7'de Antalya'ya vardık. Ne yaptı isem, Bursa'da elim varmadı bu yazıyı tamamlamaya... Bu sabah Mehmet dayım bizi hastaneden gelip otogardan aldı, yine evlerine getirdi. O hastaneye gitti bir süre sonra, biz kahvaltıya devam ettik. Sabah kahvaltısından sonra da ben yattım uyudum, annemle yengem hastaneye gitti. Öğlen uyandım da, yeni kendime gelebildim ben de işte...

Başlık, korktuğuma ulaşmak; zira Mercan halamdan sonra bir daha hiç kimseye olmasın diye dua ettiğimiz noktadayız, acı çekme noktası... Her zaman en zor dualar bu anlarda yapılıyor, anladım bunu artık. İki iyilikten birini ver Allahım derken, o iyilikten birinin bu dünyadan koca bir hayatın gitmesi olması...


Acı eşiği kuvvetli biri olmadım hiç ama bunun için son zamanlarda çok savaş vermeye çalıştım çalışıyorum kendimce... Ve Antalya'da bulunduğumuz bir seferde daha, can acısı konu açıldığında aklıma gelecek birini daha ömrüm boyu hatırlayacağım; Mercan halamdan sonra... Dedem; hem eski toprak diyebildiğimiz, hem de yaşına bağlamadan da güçlü diye tarif edebileceğimiz biri...


Şimdi sevgili İnternet Günlüğüm; ne düşünür, ne çok karmaşaya düşer insan kendi içinde ve dışında bunları yaşıyorum yine... Bir yanım dedeme destek olmaya geldiğimizi, diğer yanım kuzenim İncimle ve dayım yengem Merom ve diğerleri ile vakit geçirme fırsatını da yine elde ettiğimi ve birbirimize destek olduğumuzu düşünüyor, içten içe bu durum sebebiyle biraz rahatlatıyor da. (Üstteki resmi, sabah İncimle -kuzenim, 4 yaşında- boyadık, o arada biraz kuzen sohbeti de yaptık... İnsan birilerine ve hayata tutunmayı iyi biliyo, neyse ki...)

Bir diğer yanım da, dün gündüz parmağındaki küçük bir sivilce ile başlayan ve daha sonra biz yola çıkmadan önce iyice şişen koluyla Kağanımı düşünüyor... Çok şükür ki; bugün hastanede Kağanımın alerjik değil, bir böcek ısırığının bu şişliğine sebep olduğu da ortaya çıktı. Ama uzak-yakın olma denklemi çok zor, bunu iyice anladım yine buraya yolculukla...


Bursa'da dedemi düşünmek vardı, Antalya'da Kağanımızı düşünmek ve yolların öğrenileceklerin bitmediğini bir kez daha görmek... Yorgun veya bezgin miyim, hayır. Allahım beterini vermesin. Korkuyla içimi kemirmemeyi öğretsin bana Rabbim, onun için uğraşıyorum. Bir de hala dua ediyorum, Rabbim kimseye ama kimseye acı çektirmesin!

Sevgilerimle..

10 Eylül 2018 Pazartesi

Okudum - Kimyager (Stepheine Meyer)


* Bir okudum yazısında daha birlikteyiz, daha nicelerine kavuşmayı diliyorum. Biliyorsunuz, her okuduğum kitabın yazısını yazmıyorum ama bu yazılmazsa olmaz gibi hissettiren bir kitaptı yine... :) Diğer okudum yazılarımı da buradan bulabilirsiniz...



Bu sürükleyici macerada, geçmişteki patronlarından kaçan eski bir ajan, adını temizlemek ve hayatını kurtarmak için son bir görevi daha kabul etmek zorunda kalacak.
Genç kadın ABD Hükumeti için çalışıyordu ama bunu bilen pek az insan vardı. Alanında uzmandı, isim bile konulamayacak kadar gizli bir teşkilatın en karanlık karanlık sırlarından biriydi o. Ve onun bir yük olduğuna karar verdiklerinde, onu yok etmek için soğukkanlılıkla peşine düştüler. Artık ne aynı yerde uzun süre kalıyor ne de aynı ismi kullanıyordu. Onun ölmesini istiyorlardı, hem de hemen. Eski amiri ona bir çıkış yolu sununca, bunun sırtındaki koca hedef tahtasını silmek için tek şansı olduğunun farkına vardı. Fakat bu, eski patronları için son bir iş yapmak anlamına geliyordu. Böylesine bir tehdit karşısında, hayatının en zorlu kavgasına hazırlanıyordu ama birdenbire, zaten ufacık olan hayatta kalma şansını daha da karmaşık hale getiren bir adamdan hoşlanmaya başladığını fark etti. Seçeneklerinin hızla azalmakta olduğunu görünce, kendine özgü yeteneklerini hayal bile edemediği şekillerde kullanması gerekecekti.


Kitabın ön kapağının iç kısımda kalan kıvrımında yazıyor bu tanıtım. Alıntı yapmazdım normalde böyle kitap tanıtımlarını ama bu kitabın tanıtımı da, bittiğine üzüldüğüm kadar heyecanlandırıyor beni... Stepheine Meyer'in en son çıkmış kitabını da okumuş olduğuma göre, şu an için okumadığım kitabı kalmamış bir yazar kendisi; Alacakaranlık 10. yıl özel sayısı hariç tabi, ondan geçen haberim oldu bu arada. Bilse idim kaçırmazdım doğrusu! :)) Bir de çizgi romanları varmış, acaba Türkiye'de var mı araştırmak istiyorum bu yazımdan sonra...

Alacakaranlık kitap serisi çıktığında ve okuduğumuzda, daha lisede idim. Üstüne aynı zaman diliminde Göçebe adlı, bir diğer fantastik romanını okumuştum. Kalemine liseden beri hayranım yani ve bir sene gecikmeli de olsa, son kitabını da okumuş olmaktan memnunum. Babamla anneme bu seneki doğum günü hediyelerim olarak aldırdığım iki kitabımı da bitirdim böyle; Simyacı ve Kimyager... (:

Bu seferki kitabı fantastik değil ama oldukça aksiyon doluydu. Kitabı alırken, bu sefer en azından diğer kitaplar kadar romantizm beklemiyordum Stepheine Meyer'dan. Böyle derin konulara, romantizmi hakkıyla da sokamamıştır belki de diyordum; ama kitabı okuyana kadar sürdü bu düşüncelerim tabii ki. Kitabı 30 gün de okudum ama elime aldığım süreler 2 hafta sadece. Araya giren kafa karışıklıklarım, dedemin sağlık durumu haberleri ve bizim gelen gidenlerimiz ile bir süredir ortada idi, ama ben esas olarak son 5-6 günde bitirebildim. Kitap çok akıcı ve anlatım dili bilinmeyen birçok terim olmasına rağmen açıklayıcı idi. Bir Kimyager olmayı istetebiliyor kitap adeta, araştırmasını çok ustaca yapmış Stepheine Meyer...


Kitapta bir Kimyagerimiz var, kendi hayatını ve kötü insanların tehlikeye atabileceği insanları koruyabilmek için yaşayan Kimyager Alex. Elbette gerçek ismi bu değil. En hassas noktası, insanları öldürebilecek güçler karşısında umursamazlıktan gelememek. Tabii bu hassas noktası, onu hiç beklemediği şekilde, yalnızlıktan kurtarıyor. Bir aksiyon kitabını okurken yine çok heyecanlandım ve yine Stepheine Meyer gibi kalemine özen gösteren biri tarafından oldu... :)

Alex kendini çok geliştirdi, aşk ile karşılaştı, kendisi ve sevdikleri için çok savaş verdi. Onunla tanıdığım karakterlerin her biri ayrı çekici idi yine Stepheine Meyer'ın, ama farkettiğim kusursuz insanlar değillerdi. O kusurlar içinde, karakterlerden bazılarının yerine kendimi koyabildim mesela... Hem üzücü hem de çoğu yerinde heyecan verici mutlu edici güzel bir kitaptı. Sonunda bittiğine yine çok üzüldüğüm bir kitabım daha oldu... (:


Tabii yine bu kitaptan alıntıladığım cümleler oldu, en sevdiğim üstteki resimde;

"Hata yaparsın, çünkü hata yapana kadar neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilmen mümkün değildir. Ama hatalar olanlardan senin suçlu olduğun anlamına gelmez. Gerçek bir insanın amaçlarını senin varoluşundan daha önemli gördüğünü asla unutma."

Bu cümleler bir öğüt gibiydi bana, hata yapmaktan o kadar çok korkuyorum ki yine bu sıra; hayallerim adına... Ama hata yapmadan da yaşayamam biliyorum. En nihayetinde yaşamadan bilemem. Öğüdümü aldım kitaplardan bir kez daha, diyebilirim işte! :)

Bir de en sevdiğim ve bir kitabın tespit olarak kaleme döktüğüne tanık olduğum şu cümleler var;


“İnsanlara dair fikirler üretiyor, birlikte olmak istediğimiz kişiyi yaratıyoruz ve sonra gerçek olanı sahte kalıbın içinde tutuyoruz. Her zaman iyi sonuçlanmıyor."

Aşkta, arkadaşlıkta ve de bazen insanları tanımakta, en sık karşılaştığımız yanlış. İnsanları kalıplar içinde görmeyi sürdürmek... Tanıştığımız, belki önce olumlu olan insanı daha olumlu hale sokup, hep orada tutuyoruz; sevdiğimiz kişinin formundaki kalıpta tutuyoruz, iyi halleri için hoşlanmadıklarımızı gözden atmayı göze alıyoruz... 

Kitabın bir başka sayfasında da dediği gibi;

“Bazen sırf yapması çok uzun sürdüğü için bir hataya tutunuruz.” 

Aynen böyle işte... :)

Kimyager'e bir şans verin derim, ben Göçebe kadar sevdim zira. Sevgilerimle... (:


3 Eylül 2018 Pazartesi

Bir Kına Gecesi - 01.09.2018


Eylül 2018'in ilk günü, yani geçtiğimiz Cumartesi günü dayımızın kızı Ebru ablam'ın müstakbel eşi ile kınası vardı. Birer birer benden bir iki yaş büyükler evlenince de insan iyice duygulanıyor. Benden küçük kuzenlerim de evlenmeye başladığında, halim nice olur bilmiyorum şu an. :)

Beraber zaman geçirdiğim; okul okuduğumuz dönemlerde karne karşılaştırdığım, ondan şarkılar öğrendiğim ve bir zaman sonra üniversitelerimiz başlayınca görüşemez olsak da, görüştükçe muhabbete kaldığımız yerden devam edebildiğim biri oldu hep Ebru ablam... Şimdi tüm kuzenlerimle ara sıra görüşebilir olduk ama sağlık olsun da, iyi haberler duyalım hep birbirimizden, diyebiliyoruz şükür ki... :)


En son geçen sene 1 Temmuz'da Suna ablamın kınasının ve düğününün yazısını yazmış ve birer birer evleniyor küçüklüğümdekiler demiştim... Bir diğeri daha evleniyor; Cumartesi kınası vardı, önümüzdeki Pazar'da düğünü var... Ankara'ya gelin gidiyor Ebru ablam; ben gidemeyeceğim düğününe ama kınasına katılmışken ve fotoğrafları varken, yazısını es geçmek istemedim hayat bloğumdan. Yıllar geçiyor işte... =)

Bir otelin üçüncü katında idi kınası; ben Suna ablamın düğününde giydiğim beyaz elbisemi giydim, ablam siyah bir elbise, annem de siyah parlak bir bluz ile siyah bir etek... Hepimiz bence yaşımıza yakışır giydik ve ileride de baktığımızda resimlere, güzel bulacağız kendimizi. Babam lacivert tonları giydi, Kağanım kotunu ve en sevdiği tişörtü ile kırmızılı papyonunu bu arada... Kağanımı düğünlere alıştırabilmek zordu ama artık eskisi gibi elbiselere takılmadığını görebilmek güzel geliyor şimdi. Bir eniştem eksikti bizim kadrodan kına günü, o da o akşam bir başka davette idi...


Ebru ablam kınanın başlangıcında mor bir elbise ile çıktı sahneye, müstakbel eşi de siyah takım elbisesi ile... Böyle davetlere gittiğimde ilk dikkat ettiğim, müstakbel çiftlerimizin yüzlerinde gülümseme ve gözlerinde aşk var mı? oluyor. Dans ederken birbirlerine nasıl bakıyorlar, o enerji yayılıyor mu önemli bence. Ebru abla ve Alper abinin gözlerinde aşk vardı, birbirlerine güzel bakıyorlar ve güzel enerji yayıyorlardı. Dilerim ki bir ömür sürsün, şen yüzleri yuvalarına da çevrelerine de neşe ve huzur yaysın... :)

Beni kına boyunca en etkileyen olaylardan biri Ebru ablanın kına elbisesi ile gelmesi oldu mesela...

Etkinlik, kına organizasyonunun doğrultusunda, dans gösterileri ile devam etti. Aralarda oynamalar ihmal edilmedi. Ebru ablam organizasyon ekibinin arkasında geldi, birkaç oyun sonra. Geldiği dansçılara biraz eşlik edip, kına tahtının iki ucuna oturmuş halde bekleyen kayınvalidesinin ve annesinin elini öpüp oturdu sonra... Her ne kadar organizasyonla işleyen bir süreç de olsa, bu görüntü hem duygusal hem de gurur verici idi bence. 

Diyebilirim ki, her organizasyonda ve çoğu yerde eskileri arıyoruz; nerede eski kına ve düğünler diyoruz. Sonra bir de böyle durumlar ortaya çıkıyor ve "şimdikiler de değer veriyor geleneklere ve büyüklere saygı duyma unsuruna!" diyoruz. Yengemin kına boyunca yüzünde bir gurur ve ağlamasa bile ağlama isteği vardı görebildim... Açıkçası Ebru ablam daha sonra tekrar bindallısını giyip geldiğinde, bana bile ağlama geldi. Organizasyon bu açılardan hiç eksik kalmış değildi ama eskisi gibi de her alanda akrabaların ortadan kaybolup o heyecana katılmadığı açıktı. Belki bu da güzel bir ayrıntı idi, zamanla buna da alışırız bence. İtiraf etmek gerekirse değişebiliyor ve gelişebiliyor düzenler. Bir süre sonra başta değişik gelene de alışıyoruz nasılsa... Her kına düğün değişik oluyor, çiftlerin enerjisi ile. Bu da böyle bir kına idi ama enerji ve de organizasyonu başarılı idi de aynı zamanda... :)


En güzel kıyafeti, ebru ablamın kına yakılması için değiştirip geldiği üzere yeşilli beyazlı bindallılı elbisesi idi; sanki hem düğün hem de kına için gibi idi. Bizzat gidip düğününe göremeyeceğim fotoğrafları dışında gelinlikle ama beyazlar içinde gördüğüm en güzel gelinlerden biri olmuştu Ebru ablam. İnşallah bir ömür hayatlarına yansısın bu güzellik diliyorum... 

Çok uzun tutmayacağım, yine duygusala bağlayacağım zira;

Oynaması bol, gelin ve damadın gülümsemesinin ortama neşe saçtığı aşikar güzel bir kına gecesi geçirdik; ilk kez kına yakmadan geldiğim bir kına gecesi olarak hatırlayacağım... :) Dilerim etraflarına neşe saçmayı sürdürdükleri bir evlilikleri ve ömürleri olur. Allahım tamamına erdirsin ve hep mutlu olsunlar... Ebru ve Alper çiftimize de mutluluklarla beraber, dileyen herkese -hepimize- aşkı ve mutluluğu bulabilmeyi diliyorum. Sevgilerimle... :)

1 Eylül 2018 Cumartesi

En Çok Filmi Ağustos Ayında İzlemişim


2018 başladı başlayalı, yine bir planım vardı; çok kitap okuyacak ve çok film izleyeceğim, diye. Sene başında kendime belirlediğim, aylık 8 film izleyeceğim sözümü, ilk defa Ağustos ayında tamamlamadım ama fazlasıyla bu ay geçtim. 16 film izledim, ikisi daha önceden izlediğim de olsa; onları bile saydım! :) Sene başında, okuyacağımı belirlediğim kitap sayıma da yakınım. Oh şükür, Allahım sağlık mutluluk versin bununla beraber hep bizlere; istediklerim bunlar şu anlarda...


05.08.2018- The Duff (2015)
11.08.2018 – Bang Bang (2014)
12.08.2018 – Kaho Naa… Pyar Hai (2000)
v  Gerçek güzellik sadelikte gizlidir.
13.08.2018 – Krrish (2006)
16.08.2018 – Mutluluk Zamanı (2017)
17.08.2018 – Terminatör Genisys (2015)
17.08.2018 – Hükümet Kadın 2 (2013)
18.08.2018 – Hayat Öpücüğü (2015)
19.08.2018 – Kara Bela (2015)
22.08.2018 – Sessiz (Hush) (2016)
23.08.2018 – Serendipity (Tesadüf) (2011)
25.08.2018 – Koloni (The Colony) (2015)
26.08.2018 – Alacakaranlık Şafak Vakti Bölüm İki (2012)
27.08.2018 – Alice Harikalar Diyarında 2: Aynanın İçinden (2016) – Alice Through the Looking Glass

n  Rüya ile gerçeği kim ayırabilir.

27.08.2018 – Hancock (2008)
30.08.2018 – Çınar Ağacı (2011)


Tam listem bu, Ağustos ayında izlediğim filmler adına... Evet, bunun da listesini tutuyorum. Bunlar daha çok zamanı dolu dolu geçirdiğim adına beni mutlu ediyor ve hayata daha motive ediyor. İçinde, fragmanı ile çok beğenebileceğimi düşünüp de birçoğunun fragmanından ibaret olduğunu gördüğüm filmler çok. Ama bayıldığım da birçok var. Bazıları hakkında ise, hiçbir şey söylemek istemiyorum, nedensiz... :))



Öncelikle en sevdiğim iki filmden bahsetmek istiyorum; The Duff (2015) ve Bang Bang (2014) filmlerinden. Sadece, "çok güzellerdi" demek basit kalır. Benim en sevdiğim filmler arasına girdiler. The Duff, uzun zamandan sonra izlediğim en güzel gençlik filmlerindendi. Bang Bang ise, aksiyon ve romantik komedi'nin bir arada ele alınışı ile iki kategorinin bu kadar başarılı olamayacağını düşünenlere "Emin misin?" dedirtecek derecede olmuş. İzlenmeli bence... :)

Hayal kırıklığına uğradığım da iki tane film vardı; biri Mutluluk Zamanı (2017) ve bir diğeri de Hayat Öpücüğü (2015) filmleri idi. İkisi de Türk yapımı filmler ve fragmanlarından çok güzel olacaklarını tahmin ettiğim filmlerdi. Oyuncu kadroları, ikisinin de çok başarılı da olsa; bir o kadar başarılı oyuncuların hikayeyi sunum şekillerinden dolayı mı bilmem, filmleri aşağı da kaldığını düşündüğüm iki film oldu. Ali Sunal'ın dizilerini de, show programlarını da çok severek izliyor ama bu filmin bu kadar sade bir hikaye olacağını düşünmemiştim. Mutluluk Zamanı filminin de, Kiralık Aşk dizisinin çok sevilmesi üzerine biraz ezbere yapıldığını düşündüm doğrusu. Evet, çerezlik filmler; sakin de geçse izleniyor ama bazı yerleri çok sakin geçiyor ya. İyi bir film eleştirmeni değilim ama bir Gupse Özay filmi değildi; bir Romantik Komedi filmleri gibi değilllerdi. Bana böyle düşündürttü, o komediyi arattırdı doğrusu...


Daha önceden izlediğim iki filmi izledim; birini Meroma izlettim, bayramda burada iken: Serendipity (Tesadüf), 2011 yapımı Romantik Komedi türünde bir film. Benim en sevdiğim filmlerden biridir, neyse ki Merom da beğendi ve ben de bir kez daha izleyip bir daha sevdim filmi ve oyuncularını... :) Bir diğer filmi de, Meromun evine dönüş yolculuğu yaptığı gün ablam ve eniştemle televizyonda izledik; Alacakaranlık Şafak Vakti Bölüm 2, 2012 senesinde bu son fimi ile, benim en sevdiğim seri kitap ve filmin son filmi. Alacakaranlık kuşağının her filmini bıkmadan izleyebilirim. :)

Bir korku filmi izledim, ablamların da ısrarı ile bayramda onlarda idik Meromla beraber iken... Filmin adı Sessiz (Hush) idi, 2016 yapımı gerilim filmlerinden idi. Hikayede bir kızımız var, yazarlık yapıyor ve küççükken geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda sağır ve dilsiz olmasına rağmen; hangi akla hizmet bilemediğimiz şekilde, ormanda bir eve gidiyor ve kitabını orada tamamlamaya çalışıyor. Tabii bu kızımıza bir katil kafayı takana kadar her şey ona göre yolunda. Ormanın içindeki bir evde yaşam mücadelesi başlıyor...

O gece biz bu filmi izleyip yattık ama o gece de epey sesli idi ablamların evinin bulunduğu sokak. Konuşarak geçen, bağırarak geçen ve toplanıp gece yarısı takılan falan. Gece bir ara rüya görmüşüm, ama o kadar gerçekti ki; yaz vakti penceremiz gece açık olduğundan, pencereden tırmanıp silüetinden başka hiçbir şeyini göremediğim biri odamıza giriyor ve gözümü açtığımda karşımda duruyor. İki karış bile aramızda mesafe olmamasına rağmen, Meryem duymuyor ve ben ona bağırmaya çalışıyorum ama sesim çıkmıyor. Aksilik, o odamıza giren kişi de elini uzatıp, "Şşş Didem!" diyor. Uğraştım uğraştım sesimi çıkaramadım bir süre, sonra "Meryem" diye bağırıp uyandım rüyamdan rahatladım. Rüya olduğunu anladığımdaki rahatlığımı, gelin de bir bana sorun! Meryem mışıl mışıl uyuyordu ve belki de ben hiç bağırmamıştım? Nefes nefese kaldığımı hala hatırlıyorum, bir süre camdan acaba girebilirler mi diye düşündüm ve sonra da yattım neyse ki. Bu da böyle bir anımdır... :) Korku filmleri çok nadir izlemeye cesaret edebildiğim film kategorisi benim için. =))


Bu filmler haricinde üstte bahsetmediğim filmleri izlerken de epey zevk aldım, hele hele Hrithik Roshan'ın tüm filmlerini izlerken ayrı zevk aldım; Bang Bang, Kaho Naa... Pyaar Hai, Krrish... Alice Harikalar Diyarında Aynaların İçinden filminin oyunculukları ve içeriği de çok güzeldi. Film izlemek güzel, es geçmemeli ve her ay böyle bol bol film izlemeliyim ya... İnşallah bundan sonrasında kısmet olur diyelim! 

Sevgilerimle... :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...