Hayat Hikayemi anlatmak için yazmaya başladığım Hayat Hikayem adlı yazı dizimin geldik 4. yazısına... :) Hala ilk yazısını yazıyormuş gibi heyecanlanıyorum bu yazı dizime yazarken... Hadi hayırlısı bakalım, bana iyi yazmalar ve size de iyi okumalar olsun. :)
Ankara Hacettepe Üniversite Hastanesi'nde geçirdiğim zaman dilimlerimi şöyle tanımlıyorum; Hayatımda en değişik ve de başta nefret duygusuna eşdeğer bulduğum ama sonrasında en güzel deneyimlerimi yaşadığım yerlerin başında gelen bir yer...
2009 öncesine dair, bilgisayar ortamında tek bulabildiğim ve kendimin büyük olduğum resmi bu. Şimdiki oturduğumuz evden önceki kiralık evimizde ve bizim annemle hastanelerde kontrollere gitmeye başladığımız ilk yıllara ait bir resim... :)
Hacettepe ile 1997 senesinde tanıştık, doktorların her defasında benim yürümemi, oturup kalkmamı istedikleri kontrollerle başlardı muayenelerim, ben bu muayeneleri sonrasında güzel bir oyuna çevirmiştim. Kendimce doktorların karşısında defile veriyordum, mankendim ben; yürümemi çok beğeniyordu onlar da... :) Bir de oturup kalkmamı istiyorlardı ki, o zaman da dansçı oluyordum veya akrobat. Yaptığım ya da yapamadığım şeyleri gösteriyordum, onlar da bir öğretmen edasında beni inceliyorlardı. Ama ben onların karşısında ya dansçı idim ya da manken. Manken olmayı istemedim esasında küçüklüğümden beri, ama hep bir dansçı olmayı istemiştim. Bir dansçı olarak da, bir şeyler yararına defilelerde boy gösterme hayalim hep var oldu bu zamana dek! :)
Başlangıçta yürüme, oturma-kalkma ve koşma gibi becerilerimi sergilemelerim ile başlayan kontrollerim, oturarak devam eder kol ve bacak kaslarım iyice bir nörolojik ve ortopedik olarak muayene edilirdim. Sonrasında kan testleri, solunum testleri, güç testleri ile devam ederdi... Ama 1 aydan kısa sürmezdi Ankara'da kontroller için bulunma durumumuz. Birkaç poliklinik'e girip çıkmak üzere 6-7 poliklinik'e -çoğu zaman aylar öncesinden- randevu alarak gider, çoğu günü doktorları evlerine gönderene dek hastaneden çıkamadığımız akşam saatlerine dek sürerdi kontrollerimiz...
Biyopsi ile kesinleşince Kas Erimesi (Müsculer Distrofi)'nin Limb Girdle tipi hastası olduğum, 6 ayda bir 18 yaşıma dek İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi'nde devam edecek olan kontrollerim başlamış oldu. Kimi zaman 3 ayda bire düşüyordu bu süre ve beni de en çok bu yoruyordu sanırım. Kısa aralıklarla gidip aynı hastane koridorlarında, uzun uzun muayene ve sonuç sırası beklemek hiç hoş değildi. Kimi zaman çok ağlamama kimi zaman da çok arkadaş bulmama sebep oldu o koridorlar.
Bazen korktum o koridorlarda, bacaklarında ve kalçalarında demirden yuvarlak halkalar olduğunu gördüğüm çocuklardan çok korktum. Ama bu korku onlara acıma duygusu oluşturmuyordu bende. Ben onların canı acıyor ve de çıkartırken de çok acıyacak diye empati duyup korkuyordum. Bir de sonrasında doktorların o demirlerden bana da takmaları gerekirse diye korkarken buluyordum kendimi işte...
Annemle Ankara'ya giderken otobüste çekilmiş resmimiz yok, o zamanlar fotoğraf çekinmek de fotoğraf makinesi sahibi olmak şimdiki gibi kolay değildi bizim için. Bu resmi paylaşıyorum; çünkü annemle en çok Ankara'ya giderken kullandık otobüsleri, ama tek bir fotoğrafımız dahi yok otobüste ve Hacettepe zamanlarına dair net şekilde. 2009'dan öncesine dair, bulabildiğim net ve güzel tek otobüste fotoğrafımız ise bu... 2007 veya 2008'de gitmiştik, ablamla eniştemin yanına otobüsle... Bir daha da otobüsle Ankara'ya bir kez gittik galiba, ama çekinmemişiz fotoğraf işte. O zamanlardan bu zamana çok şey değişmiş, düşünüyorum da; ablamlar da artık burada, ben otobüsle yolculuk yapmayalı ise yıllar olmuş...
Hastanelerin büyük deneyimler kazanma sahası olduğunu da sonradan öğrendim, korktuğun her şeye alışabilir, yeni korkular duyabilir ve de yeni birçok hastalık öğrenebilirmişsiniz meğer. Çok poliklinik gezdim, çok yeni doktor tanıdım, çok yeni korku deneyimledim ve çok hastalık çeşidi öğrendim...
Doktorlar tanıdım, en çok güler yüzle yaklaşanları sevdim.
"Her doktorun iyi günü kötü günü olur, ama hiçbir kimsenin kötü günü diye bir hastaya bağırma lüksü olmamalı!" diye deneyimledim. Hastanede bulunma hali öyle bir psikoloji ki; "en son istediğiniz şey, bilgisine muhtaç olduğunuz doktorun size surat asması, bağırması veya küçümsemesi..." Her meslek alanı veyahut her umumi bölgeler, özel durumları dışarıda bulundurmayı gerekir kişiler adına aslında. Ama hastaneler üst safhada bu konunun önemli görülmesi gereken bölgeler olmalı...
Çok doktor ve de çalışan ile tartıştığı oldu annemin bu konularda aslında, iyi günü veya değildi doktorların veya çalışanların da. Ama her hasta oraya aynı psikoloji veya aynı tahammül sınırında gelmiyor bilmelilerdi... Bir hasta nasıl doktora bağıramaz veya azarlayamaz ise, bir doktor da hastası adına bir kişiyi veya direk hastayı dikkate alarak azarlama hakkını elde edemez işte.
İnsanın kendini gördüğü yerler, mevkiye veyahut günü gününe mi değişiyorsa artık; hiç unutmadığım en net olaylardan biri, dosyamızın arşivde olduğunuz söylediğimiz halde bakma zahmetinde bulunmayıp annemin üzerine yürümesi ile çıkan olaydı. Ki bu olayın sonunda, annem soluğu rektörün yanında almış ve sonrasında rektörün talimatı ile arşivci dosyamızı arşivden çıkarıp elimize özür dileyerek getirmişti. Şimdi düşünüyorum da, neden böyle olsundu? Neden üzülmenin gereği vardı değil mi? Ama benim anlatmam gereken konuya örnek olacakmış demek ki...
Bir diğer hatırladığım olay daha var; bir defasında da doktorun bizi zorlaması ile karşılaşmıştık, 2008 veya 2009 senesi idi. Seneler boyunca kaç kez karşılaştık ama benim yaşanan bu son olayı unutmam mümkün değil sanırım... Doktor hanım kan değerlerimle ilgili önemli bir sonuca bakacaktı ama o bölüm o kadar karışıktı ve o kadar çok sıra bekliyorduk ki; annem benim için beklemenin de gelmenin de zor olduğunu ve
"bir sonuç için gelmiş olacak sadece hastaneye, o gün getirmesem olur mu" diye sormuştu. Doktor hanım da
"olur tabii ki." demişti. Ertesi gün doktor hanım sonuç okuma zamanı geldiğinde beni hatırlamamış, bir kez daha beni çağırmıştı. Sonra bir başka test yapıldı ardına, doktor hanım yine sözünü çiğneyip beni hatırlamayıp çağırtmış ve
"Aaa tamam." demişti. Gerçekten ama gerçekten dalga geçer gibiydi... Neyse uzatmayayım konuyu, doktor hanım beni 3 kez gördüğü halde, 3 defasında da tekrar tekrar çağırtmıştı. Ve her defasında da anneme getirmeyin dediği halde tekrar istiyordu. Sonucunda son sonucumuzu da okudu ama bizi bir akşam hastane koridorları boşalana dek bekleterek; öyle ki, sağolsun o akşam Saniye teyzem bize yemek yapıp getirmişti evden... Neyse; hak yerini buluyor diyeyim, sonra bizi hatırladı ama üzülerek... Neyse, geçiyorum bu konuyu da... :)
Çok hastalık da öğrendim Hacettepe hastanesi sayesinde... Mesela çoğu bebeğin üfürümden hastanelere getirildiğini öğrendiğim yaşlarımdı, her bebek için dua etmeye başlamıştım; "Hiçbir bebek kalbinde üfürüm sebebiyle anne babasını ağlatmasın, hiçbir anne baba çocuğunun hastalığı için hastanelerde beklemek zorunda kalmasın Allahım lütfen." diye. Küçük bir bebeği kalp hastalıkları bölümünün orada gördüğümüzde, aklıma ilk gelen "üfürümü" olduğu olmuştu bir seferinde. Ama tabii ki sadece üfürüm sebepli gelmiyordu bebekler, öyle çok hastalıklar olduğunu da hastaneler sayesinde öğrendim ben. Akla hala gelmeyecek kadar çok hastalık varmış meğer, benim bir grip bir de kanser var diye bildiğim küçüklüğümdeki gibi değilmiş durumlar...
Hacettepe'ye birkaç sene sonra alıştığımızı, annemle birçok bebeğin annesini teselli ettiğimizi görmeye başlayınca anladım ben... Kendimi daha iyi bilmeye başladığım senelerden birinde, koridorun bir ucunda kucağında bebeği ile hüngür hüngür ağlayan bir anne ve ona destek olmak adına yaklaşamayan birçok kişi vardı. Üfürüm demişler bebeğine, sonuç için birkaç gündür testler yapılıp duruyormuş. Doktor net hiçbir şey söylememiş ama o da kesin kez bebeğinin durumu kötüdür diye bekliyormuş, o sebepten ağlıyormuş meğer. Annem ona şöyle demişti, unutmuyorum nedense;
"Bak biz kızımla kaç senedir gelip gidiyoruz bu hastaneye, birçok bebeğin küçük yaşta üfürümle gelip iyileştiğine de şahit olduk. Bebeğin iyileşir ya da iyileşmez, doktorlar net bir şey söylemeden moralini bozma. Allahtan ümit kesilmez, ne çocuklar görüyoruz derman bulunuyor şükür. Hem daha küçük bebeğin, sen ağlama ki kötü hissetmesin o da..."
Bunları benim yanımda söyledi annem, küçüktüm ama benim de annemle beraber ağlamama sebep olmuştu o anlar... Bir yarım saat kadar sonra, o abla girdi içeri bebeği ve eşi ile. 15-20 dakika sonra da çıktılar içeriden ağlayarak yine. Ben kötü bir sonuç çıktı diye düşünürken, kadın annemin yanına kadar geldi; teşekkür edip, çocuğuna üfürümünün geçmeye başladığını söylediklerini söyledi. Dünyalar bizim oldu... Evine bir bebek anne ve babasıyla iyileşmeye yüz tutmuş kalbi ile gitti o gün yine...
Tam tersi de olduğu zamanlar oldu, kötü sonuç alıp da ağlayan birçok kişiye destek olduğumuz da oldu, birçok bizim gibisinin de destek olduğunu gördüm. Sonrasında bize de destek olan oldu kimi zaman...
Bir şey daha öğrenmiş oldum böylece; hastanede hastalığa düşen en bitik, en yabancı, insan da olsa ağlayan, tutamaz kendini gidermiş insan. Bir desteğe bir sese herkes ihtiyaç duyar ve bir insana destek olmanın hastanedeki bekleyişine en iyi gelecek şeyin olduğunu hissedermiş insan...
Hastane Ritüellerimiz Oldu, Hacettepe Üniversite Hastanesine Gide Gele...
Hastanelerde bize destek olan akrabalarımız çok oluyordu şükür. Ankara'ya gittiğimiz ilk senelerde, halamlardan birinde ya da diğerinde kalıyorduk annemle. Sonra bir zaman annemin teyzesigilde kalmaya başladık, çünkü orası daha yakındı hastaneye. Sonra en son olarak da her gittiğimizde Saniye teyzemlerde kalmaya başladık, orası da o zamanlar ulaşım açısından daha kolay gelmeye başlamıştı... Derken halamlar, annemin kuzenleri, annemin teyzeleri ve Saniye teyzemler; hastanelerde de Ankara gecelerinde destekçimiz olmayı sürdürdüler. Varlıklarına şükür... :)
Hacettepe Üniversite Hastanesi, İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi acil kapısından girerdik biz çoğunlukla hastaneye. Bir de onun alt taraflarında giriş yeri vardı, Sıhhiye köprüsünün de alt taraflarında kalıyor orası... O kapı, çoğunlukla bit pazarı taraflarında kurulan pazar yerine ve de pazar yerlerine gezmeye gidip döndüğümüzde kullandığımız giriş kapısı idi...
İlk zamanlar Hacettepe Üniversite Hastanesi'nden o kadar nefret ediyordum ki; annem pazar gezmelerimiz, simit meyve suyu öğünümüz ve üstüne dondurma yemelerimiz, benim en sevdiğim Kızılay semtinde turlamalarımız ile sevdirmişti Ankara'yı... :) Yıllar boyunca gidip gelmelerimize bu ritüellerimiz sebebiyle de alıştım diyebilirim. Şimdi düşünüyorum da, annem hastanede en çok koşturanlardan biri idi ve hastanenin bir ucundan bir ucuna gitmemiz gerekiyordu bazen, hem de birden fazla kez! Annem bu gidişleri gelişleri yapıyor, üstüne de beni aralarda daha fazla oralardan nefret etmeyeyim diye gezdirmeye çıkarıyordu. Canım annem, hakkını ödeyemem ve ben çok şanslıyım bunu biliyorum. Sabrına ve de emeğine sağlık... :)
İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesinin giriş kapısının üstünde, bir cafeteryası vardı hastanenin. Annem ne zaman zor bir gün ya da çok beklemem gereken zaman dilimine sabretsem oradan dondurma alırdı bana. Oradan dondurmamı yemeden dönmedim birçok sefer, çoğunlukla kontrollerimizi okulum sebebiyle yaz tatiline alıyorduk. Annem de hep kahvesini alırdı ve büyüdükçe o cafeteryanın kahvesinin tadına ben de bakmaya başlamıştım. Orada en son kahvemi içtiğim zamanki halim de yukarıdaki resimde, 2009 senesinde gerçekleştirdiğimiz Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesinin önündeki bankta, öğleden sonraki randevumu beklediğimiz sırada gerçekleşmişti; annem ve Saniye teyzem ile birlikte. Kahvesinin ve de dondurmasının tadını da unutamam Hacettepe'nin işte... :)
Üstteki resimlerin tarafımızdan çekildiği gün, epey uzun süren bir gündü yine hastanede. Ve yine aynı gün, daha önce başımıza hiç gelmemiş bir olayın da geldiği bir gündü. Bir abla çocuğuna bakabilir miyiz diye sormuştu, biz de doktorumuzdan sonuç bekliyoruz diye olur demiştik. Abla doktora ve tuvalete uğrayacağını söylemişti ama bir gitmiş 30-40 dakika sonra gelmişti. Çocuğu sevmiş, mukayet olmuş ama çok da korkmuştuk bir daha gelmez ise diye. Tamam sonuçta kameralar var ama polise gitsek de bizden sonrasında şikayet olsalar olurlardı yani... Üstteki resimleri çektiğimiz öğlenin akşamında yaşamıştık bu olayı. Neyse ki abla gelmişti de, hepimiz bir rahat nefes almıştık. :) Saniye teyzem dalga geçiyordu en son,
"Alıp götürürdük. Ne olacak onu da büyütürdüm, annesini bulana dek." diye.
Sen öğlen kendini ödüllendir, akşamına hayat seni böylesine korkutsun... O gün de böyle bir anıya sahiplik etti işte... :)
Hastanede yemekten hoşlandığım en sevdiğim öğle yemeğim; simit ve meyve suyu ikilisi idi... Simiti, Hacettepe Üniversitesinin Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hastanesinin önünden alırdık annemle. Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Hastanesi, hemen yol üstünde bulunan öğretim bölümlerinin de içinde olduğu bir okul hastanesi idi. Çarprazında, yolun ortasında kalan bir türbe vardı. Adını şimdi hatırlamıyorum; ama oraya dua eder de geri dönerdik hep hastaneye, gitti isek bir pazar yerine veya herhangi bir yere. Ritüellerimiz çok oldu işte, Hacettepe Üniversitesine gide gele. En güzelleri de bunlardı işte...
En kötü ritüellerimiz ise, kan aldırma anılarımız oldu... Zamanla daha zor oldu ne yazık ki, bir klasik halini almış da olsa; hastalığım sebebiyle dirsekten kasılan kollarımdan kan almak giderek zorlaştı. Annem birçoğunda dışarı çıkmak zorunda kalabiliyordu, çünkü benden kan almaları 15 dakika kadar bile sürebiliyordu. Bir tek Hacettepe Hastanelerinde değil, bu durum birçok hastanede de böyle olmaya devam etti sonrasında. Sonra ben devreye geçtim zamanla, kelebek iğne kullanmalarını ister oldum hemşirelerden her kan aldırmamda. Kimini hemen inandırabiliyordum, bitmiş olsa bile depodan getirtip kelebek iğne ile kanımı basitçe alabiliyorlardı. Kimi de inanmıyor damarlarımı patlatıp duruyordu. Sonrasında da ya hemşireler kendi aralarında ya da annem hemşireler ile kavga edebiliyordu. Nihayetinde kelebek iğneye hepsi geri dönüş yapıyor ve işlemi bitiriyordu. :)
Acı çektirerek bana inanmamayı tercih ettikleri bir günde yaşadıklarımızı hatırlıyorum da; o günün sonunda, hastaneden çok ağlamış ve iki elimin üstündeki birçok damarımın ve de kollarımdaki birçok damarımın patlamış haliyle eve döndüğümü hiç unutamıyorum. Deneyimli bir hemşire, ağlama ve bağırma sesime gelmişti de, onu kelebek iğneyle alabileceklerine ikna etmiştim ve ikinci sefere kalmadan kelebek iğneyle kanımı alıp göndermişti bizi. O hemşirenin diğer hemşireye yanıbaşımda, neden bana inanmadığını sorguladığını da hatırlıyorum;
"ben yapabilirim sanmıştım." dedi.
Şimdilerde kelebek iğne kullanılmıyormuş hastanelerde birkaç seneden beri, sakıncaları bulunmuş kelebek iğnenin de. Daha kötü müdahale edenlerle de karşılaştım ama zaman geçtikçe kavga gerektiren yerlerde kolumu kanımı almasını istemediğim hemşerilerden saklamayı ve deneyimli birilerini talep etmeyi alışkanlık haline getirdim. Kontrolü elime aldım çok geçmeden yani, zira hakkımdı... Artık gittiğim hastanelerde kalın iğne kullanacak olan olduğunda bebek iğnesi talep eder oldum; hem ince damarlı hem de kasılı dirsekli bir kola sahip olmak neyi gerektirirse yani.
Haklarımı bilmeyi ve de savunmayı da hastaneler öğretti yani, acı şekillerde bile olsa...
Çözümü kendin üretmek ve onu uygulatmak için savaş vermek zorunda kalabildiğin yerlermiş hastaneler. Zor, meşakkatli ama hayata dair gerçek olan ne varsa içinde barındıran cinsten öğretici bir yer... :)
Annemden ve büyüklerimden hep şunu duyarım yıllar yılı, bu sözle bitireyim isterim yazımı; Allah bizleri ne hastanelere muhtaç etsin, ne de hastanelerden mahrum... Amin... :)
Okuduğunuz için teşekkürlerim ve de sevgilerimle...