27 Mart 2016 Pazar

Not Aldım Veya Not Ettim #27 - Karanfil Çiçeği Ve Anılarım


Bayadır Not Aldım Veya Not Ettim yazı dizime düzenli yeni yazı yazmıyorum, farkındayım. Bu yazı dizimi seviyorum ama. Haftalık notum oldukça da yazıyorum işte, ve yine... :)

Diğer Not Aldım Veya Not Ettim yazılarımı burada bulabilirsiniz...


Kırmızı Karanfil Ve Hikayesi;



Resimdeki hikayeyi dün facebook'ta dolaşırken bir akrabamızın paylaştığını gördüm; o kadar çok beğendim ki, bir karanfil resminin üzerine düzenleyerek ekledim ve sizler de okuyun istedim. Daha önceden birçok değişik karanfil hikayesi de okumuştum, hep bilirdim Karanfil'in masum kanın ve acının simgesi halinde de olduğunu. Ama bu hikayeyi bilmiyordum, düne kadar. Resim de hikaye de alıntı ama üstteki resim hikaye eklemesi ve düzenlemeleri ile bana ait...

Karanfil bu hafta not aldığım konulardan biri oldu, fakir dedi malumunuz ülke zenginlerimizden biri; bakınız burada... 

Oysa Karanfil deyince benim aklıma 10 Kasım'larda okula götürdüğümüz karanfiller gelir önce. Biz okulumuzdaki Atatürk büstümüze koyardık her 10 Kasım'larda karanfil demetlerini. Bayramlarda da şehrimizin meydanındaki Atatürk heykelinin önüne gider karanfil çelengi bırakırdık öğretmenlerimizle... 

Annem şöyle derdi hep, bir lafa maruz kaldığım zamanlarda; kimsenin demesiyle, herhangi bir şey olmazsın. Sen ne olup olmadığını iyi biliyorsun... Fakirlik veya zenginlik, parasal bakımla kıyaslanmıyor artık o açıdan gözümde de. Fakir deyip de, bulduğu her kuruşu paylaşmaya çalışan binlerce insan gördüm. Aşağılamak hiçbir zaman bir değer değil o sebeple benim gözümde... 

Ama not almak istememin sebebi şu ki; fakir diye görülen o değerlimiz Karanfil'i, aldırmak için çırpındığım zamanları hatırladım ben. Babam bir 10 Kasım öncesi akşamında "Kızım belki alamam, durumlar bu ara biraz sıkışık." demişti de, nasıl üzülmüştüm o gece. Ama olsun demiştim, sorun değildi. Biz uyuduktan sonra geliyordu o zamanlar haftaiçi bekleyemiyorduk okul var diye. Yatıp uyumuştum da o gece, sabahına uyandığımda kahvaltı masasının üstünde çiçekçiden almış olduğu kağıdına sarılı karanfil demetini gördüğüm de nasıl da sevinmiştim. :) Babama ve anneme tekrar teşekkür etmeliyim, bana birçok şeyin değerini böyle güzel şekillerle öğrettikleri için...

Üzülürüm üzülürüm de, dünya güzelliği olan herhangi bir çiçeğin değerinin bilinememesine üzülürüm işte. O değer ki, benim en büyük sevinçlerimden biri olmuştu. Öğretmenimiz istemişti, o çiçek benim için alınmalı ve ertesi günü atamızın büstüne benim tarafımdan koyulmalıydı. Bu büyük bir değerdi benim için o yaşımda. Düşünüyorum da, "nasıl yerinde bir değer" diyorum hala. 

Bıraktım diyen istediğini desin de; "İnsanlardan sonra ayrıştırmadığınız çiçeklerimiz mi kaldı bir de?" diye sormak isterim. Gül'ün de Karanfil'in de yeri ayrıdır, herkesin her şeyin yeri ayrıdır. Ama ayrı güzellikleri, ayrı değerlere değil ayırmamaya gayret etmek gerekir; bunu unutmamak lazım... Demek istedim... 


Kalem Açma Sanatı Ve Aklıma Gelenler...


Küçüklüğünüzde sizde yapar mıydınız? Ben renkli renkli kuru boyalarım oldukça hepsini birden açardım ve resimdeki gibi şu çöplerin bir aradaki hallerini izler dururdum. Resim çizme yeteneğim yoktu ama bu kalem çöplerinden sanat yapardım kendimce. Benim için bu Kalem Açma Sanatıdır, o sebeple. Aynısını Kağanıma yaptım bu hafta, renklerin bir arada oluşunu izlettim ona da. Onun da kuru boyalarının ucunu boya yaparken azaltıp, hepsini ard arda açıyoruz. Üst resimde; İlk fotoğraf benim çekimim, onun yanındaki de Kağanımın çekimi... :)

Düşündüm ki bu fotoğrafı çekmeden öncesinde de; bir arada güzeliz ve böyle rengarenk haldeyiz ama bir arada duramadığımızı kabullenmeye çalışıyoruz, ne acı. Bir de, bu kalem çöpleri ile bir şeyler yapabilirdim aslında diye düşündüm ve saklamak istedim. Ama saklamadım... 

Sonra baktıkça kuş gibi gördüm, üste doğru uçuşuyorlar sanki. Anılarım ne ufak şeylerde canlanıyor, dedim. Ve küçüklüğümü hatırladım işte, kalemtraşla kalemlerimizi açıp renklerle oynadığımız o günleri. Ne çabuk unutuyoruz ve eskitiyoruz dememeliyim, görüyorum ki unutmuyor ve eskitmiyorum. Geçen yılların aksine, inatla yaşamaya ve eskiyi hala yaşatmaya çabalıyorum. Bazen gerektiğini de düşünüyorum, bazı küçüklük dediğimiz anlar iyileştiriyor... Teknolojinin geldiği boyut ne olursa olsun, o zamanları unutmaya mahkum edilişimize üzülüyorum bir de bazen...


Not Aldım Müzik; Güntaç Özdemir - Benimle Yan, Sakin Müzikler ve Sesi Dinlendiren Şarkıcılar ...

Bu hafta takıldığım şarkıcı ve sarkısıdır; Güntaç Özdemir - Benimle Yan, yeniden takıldım kaldım aklıma gelince şarkı. Müziği de, Güntaç Özdemir'in sesi de etken oldu yine bu durumuma... Böyle sakin ses tonuyla söylenen şarkılara bayılıyorum bir de. Eskiden beri bu kategoride Düş Sokağı Sakinleri ve Bulutsuzluk Özlemi baş sırada geliyor benim için. Sonrasını dolduruyorum şimdi de size, dinlemekten keyif aldığım baş şarkıcılarla; Jehan Barbur, Ezginin Günlüğü Su Soley, Güntaç Özdemir, Nil Karaibrahimgil... Böyle gider burası aslında... Unuttuğumu düşündüğünüz bir sanatçı var mı sizce? :)

Sakin müzikler dinlemek gerek, diye düşünüyorum. Bana göre ruhumuzu karanlıklara atan kötü haberlerden sonra toparlanbilmek için, ruhu dinlendirmek ve beslemek gerek; her ne kadar zor gelirse gelsin eninde sonunda yolculuğumuzu devam ettiriyoruz çünkü, bize bunu yapmamız söylenmiş...


Bu haftayı da (21.03.2016-27.03.2016) geride bırakıyoruz nihayetinde. Benim belli başlı 3 notum vardı bu hafta; sabahları Kağanımla oynamak, öğleden sonraları da Türkiye gündemine bakmak ve ders çalışmak ile geçirdim bu haftamı. Fırsat bulduğum her anda da, yazmaya ve yazma potansiyelimi geliştirmekle uğraştım. Mart ayındayız, geride bırakmak için hem can atıyorum hem de bitmesin istiyorum sanırım. Enerjim düşüktü Mart başında, yine anılardan ötürü. Bir de gündem... Ama şimdi daha iyiyim yine, hazmettim anılarımı yeniden. Gündemi hazmetmedim ve hazmetmeyeceğim de. Elimden geleni yapıyorum, susmuyorum konuşuyorum en azından. Twitter'da olabiliyorum, burada olmadığım zamanlarda. Bazen twit atmasam bile retweet ile de besliyorum sayfamı, beklerim; twitter.com/twit_dido  :)


Sevgilerimle; bol dinlenmeli bir Pazarımız, mutluluklarla ve güzel haberlerle dolu yeni bir haftamız olsun...


24 Mart 2016 Perşembe

Bazen Anlayamıyorum, Anlayamıyoruz


"Bazen Anlayamıyoruz; Hayatı, bu bozuk düzeni, düzenin düzensizliğini ve nicesini..." Demiştim, hafta başında (21.Mart.2016 -13:44), kendi kendime. Devamını bambaşka getirmiştim ama, aslında bir gidişatı daha vardı bu sözlerin içimde...

Mesela anlayamıyoruz bazen;

Herkesin standart olarak belirlediği değerleri anlayamıyoruz mesela, değerlerin ve kuralların sevgimize ve hislerimize kilit vurmasını anlamıyoruz mesela...

Sonra aslında standart değer olması gereken esas noktaların da büyük sapkınlıklar ile ezilip geçilip, kocaman hayaller üzerine kurulan dünyaları yıkıp geçebilmesinin mantıksızlığını. Ve bu mantıksızlığı seslendirmeye çalışırken, inadına yitip giden çocukların hayallerinin üzerine oynanan kumarları izlemenin acımasızlığını... Demek istediğim açık, bu paragraflarda pedofili idi konum...


Bir çocuğun gözünde gördüğüm mutlak mutluluğu, söndürmeye hevesli birçok büyüğün varlığını anlayamıyorum. "Hiç mi çocuk olmadınız, hiç mi acı çekmediniz?" diye haykırarak sormak istiyorum. Öyle ya, normali şudur bana göre; çocuksunuz, çektiğiniz bir acı veya mutsuzluktan doğar meslek seçiminiz. Ve ileride neyi yapmayacağınızı büyütürsünüz daha çok içinizde...

Acı çekip sevip sevdalanan ama asla kavuşturulamayan abi ablalarınızı görür de, "Ben büyüyünce, bu kadar katı olmayacağım." dersiniz. Öyle ya, baba ve annenizin veya büyük büyük nenelerinizin dedelerinizin size yaptıkları yanlışı görür de "Ben bu yanlışı kendi evlatlarıma ve torunlarıma yapmayacağım." dersiniz...

Çocuk olmak çok basittir, esas zorluk büyüyünce başlar. Mutlak mutluluğunu sürdürdüğün değer çizgilerini unutmak, karaktersizliği doğurur bence... Bu karaktersizlik kolaya kaçılan yoldur, güçsüzlüktür bana göre. Savunmasızı savunabilmek, güçlü durmaktır. Savunmasıza bir de ben vurayım demek, baştan aşağı güçsüzlük göstergesidir.


Ülkemde çocuklarımıza daha en baştan sorunlu bir hayatın çizgisini çizen büyüklerimiz hakim olmaya başladı. Korkuyorum, gençler kadar geleceğimizden korkuyorum. Ve anlayamıyorum; yüzlerinde hayatın ışıltısı olması gerekirken ve kirlenerek oynayıp eve döndüklerinde annelerinden azar işitmesi gerekirken, çocuklarımız hayatın acımasızlığıyla tanıştırılıyorlar. İnsanın izleyen olması ne kadar berbat bir his, üstelik ülke büyükleri dediklerimizin de bizler gibi izlemekten başka bir şey yapamadığını görerek...


Sizde benim gibi anlayamıyor olmalısınız; aynı gün içinde, bir ülkede kaç tane daha rezalet içerikli sözler ve cümlelerle karşılaşıp da rekorumuza rekor katabiliriz anlayamıyor işte insan.

Ve büyükleri koruyan yanları nasıl oluyorsa çocuklara gelince koruyamıyor. Biz bunu söylerken bile utanıyoruz, ya yapanlar; onlar nasıl utanmıyorlar?


Anlayamıyorum dediğim birkaç üstünkörü geçeceğim maddeler daha var;

Zenginlerimizin yapması gereken birçok kişiye sessiz sessiz yardım edip, güzel bir profil çizmekken; paralarıyla kendi yurttaşlarını ezen bir sürü kişileri ekranlarda görmemizin mantığını...

Bir ülkeyi ve milletini paraya pula taptırıp da, değerlerden ve düzgün bir yaşam standardını baştan aşağı değiştirecek kavga ve ağız dalaşı dolu programları yapmanın mantığını...

Eskiden bizim ne dizilerimiz vardı diyip de, yarışmaları izleyerek kafamızı ve hayatımızı oradan buradan aldığımız kavga sözleriyle doldurup taşırmamızın mantığını...

İnsanı ayrıştırmaya ve yakın gördüklerimizden başka kimsenin acısını sahiplenmemeye and içmiş tavırlarla aynı ülkede ayrı bölgelerde göç ediyor ve uzaklaşıyor oluşumuzun mantığını...

Hayatı yaşamak için değil, sadece ölmek üzerine bir hayat kurmalarına izin vermiş olmamıza. Hayatımızı buna göre yönlendirmemizi normalmiş gibi kabul ettirmelerini...


Ve daha nicesini anlamıyorum, anlamıyoruz ve anlamayalım da... Daha fazlasını yazmaya canım yok, içimden gelmiyor. Bitsin bu yazı da burada. Yalnız unutmadan; Pedofili bir suçtur ve bunu söyleyemeyenin kişiliği bozuktur!

20 Mart 2016 Pazar

İnternet Günlüğüm - 2016 - #1 - Karmaşanın Kendisi İçimde Büyüyor

Korkularım her gün günden güne artar oldu. Her gün ölen sayısı da, ölüşlerimiz de artar oldu. Başımız sağolsun cümlesi dillerde pelesenk oldu, sabır dilemek dualarımızın baş taçlarından. Allahım bir insan ömrü boyunca kaç kez ölebiliyormuş, şimdi yine ülkemin içine cehennem kuruldu, her bir yanda herkes kendi cehennemini yaşıyor.

İnsan ölmekten değil, sevdiklerinin öldürülmesinden korkuyor. En fenası da bu ya, insanın kendi cehennemi kendi ölümü deniyor, ama sevdiğinin ölümünü görmek de dünya üzerindeki esas cehennemi oluyor. Korkmaktan günde kaç kez içim şişiyor, bu şişkinlik bana bir şeye sebep olmuyor. Tutuyorum kendimi, sınıyorum gücümü. Öldürmeyen acı güçlendirir diyorlar, umutlarım ölüyor ama yavaş yavaş...

Gördüğüm rüyaları ve daha da fazlasını düşünüyorum gün boyu bir süredir. Bir anlamlar çıkarmaya, bunlardan da faydalanmaya çalışıyorum. Başka yapabileceğim bir şey yok gibi takılıyorum bir süre, sonra bir şeyler yapmaya devam etmeye çalışıyorum.

Sabahları yeğenimle oynuyorum, onun kreşe gitme vakti gelene dek. Yapabileceğim ve yapmam gereken işlere devam ediyorum. Bir alışkanlık gibi sürdürüyorum hayatımı, yanımdakilere ve hayatımdakilere şükrederek. Bu normal gibi görülmeye çalışan süreç içindeki korku beni fazlasıyla yoruyor ama, bir süredir yazmak istememem de bundan sanırım.

Beni yazmanın ve okumanın daha da güçlü durumuna getireceğini de biliyorum aslında, ama yine de oluruna bırakmıştım bir süredir tamamıyla. "Cidden içimden yazmak isteyen yan, yeniden aşırı atağa geçene kadar yazmayacağım ve zorlamayacağım kendimi" demiştim. Sözümü tuttum, tutmaya da devam ediyorum. İçimden geldikçe yazıyorum, ama içimden gelmiyor eskisi gibi bir şeyler.


"İstenen bu zaten, istediklerini verme düzenin böyle işlemesini isteyenlere" diyor herkes. Bazen zorlasam da olmuyor, yapamıyorum işte devam edemiyorum. Ben can güvenliği istiyorum ülkemde. Dayanabilsin ülkem diye dua ediyorum. Korkmak veya korkutmak istediğim şey değil, endişesiz yaşayabilmek istiyorum bir nebze de olsa. BARIŞ İSTİYORUM, BAĞIR BAĞIR... Biliyorum "Hem her gün ölecekmiş hem de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak gerek." Amacım hep buydu, böyle yaşıyordum. Ama bu aralar bu amacım, fazlasıyla ciddiye bindi ve beni yorar konuma geldi. Her şeyin fazlası zarardır bilirsiniz işte, sizler de benim gibisinizdir eminim ve beni anlıyorsunuzdur...

Ben çabalamaya devam ediyorum yine de kendimce, korkularıma sarılıp hayatımı bu korku ile devam ettirmemeye mesela. Kısa sürelerle bazen de uzun sürelerle bu korkuları salmaya çalışıyorum aklımdan. Boş da olsa yazıyorum ve bu sıra birçoğunu da yazdıktan sonra siliyorum. Bu gerekli demek ki diyerek, içimden geleni yapıyorum gidiyor işte...


Korkarak bir ömür geçmez, bende biliyorum elbet. Ama karmaşanın da korkunun da alası içime büyüyor, elimden bazen bunlara kulak asmadan zaman geçirmek gelmiyor. Korkuma kapılıp kaybolmak istiyorum. Evet tüm hayatı seven yanıma rağmen, bu aralar ben bile pes edercesine kendimle savaşmayı reddediyorum bazen. Bir savaşıyor, bir yeniliyorum çünkü...

Geride bıraktığımız Pazar günü Ankara-Kızılay'da patlama oldu 35 canımız gitti. Daha onun acısı bitmemişken ve bitemeyecekken, İstanbul'da patlama oldu bugün 5 canımız daha yitip gitti. Şimdi söylesin biri bana, nasıl korkmadan duralım. Sabır versin rabbim, cümlemize. Başımız sağolsun yeniden...


Ben; yol değil, iyi bir ekonomi değil, en önce ve mutlaka can güvenliği istiyorum. Korkmak korkutmak veya korkmayın laflarını duymak istemiyorum; sevgi ve barış dolu, endişesiz bir yaşam istiyorum. Eğitim istiyorum, her nesle yayılacak ve gelecek kaygısı duyulmasına izin vermeyecek yeterlilikte. Evden dışarı çıkan sevdiklerimize, eve girene dek haber alamadıkça "Acaba" endişesini her defasında daha kuşkuyla yaşamadan biraz olsun eskisi gibi rahat olmak istiyorum. Ölmek bir gün hepimize nasip olacak, öldürülmeden ölmek istiyorum...



Ve 2016'nın ilk İnternet Günlüğüm'de böyle bir yazı yazmak nasip oldu; içim dışım korku ama bir yanda da umudum hala var küçülse bile çoğunlukla bu ara. Allahım bize umudumuzun güzelliklere kavuştuğunu göstersin, büyüklerimiz bize her defasında güneşin doğacağını söyler küçüklüğümüzden beri. 

Tüm tarihlerimizi kirlettiler, takvimlerimizin her gününe bir acı sığdırmaya çalışıyorlar. Ama yine güneş doğar belki, umut edelim küçücük de olsa. Ve o küçücük umut, değnekten bir at gibi olsun; üstteki hikayedeki gibi. Değnekten atımız eksik olmasın, dualarımız mutluluklara kavuşsun. Sevdiklerimizle beraber korusun rabbim cümlemizi...

14 Mart 2016 Pazartesi

Ankara'm, Anılarımın da Hüzünlerimin de Başkenti


Griye çalan bir havası hakimdir çoğunlukla Ankara'nın, soğuktur havası kışın ve de 90'lı yılların etkisini saklayan gizli neşeli havası saklıdır aslında çoğu sokağında. Ve tek bir gece bile kalsam iyi gelir bana, içimdekilere derman olur ve konuşur benimle. Kişileştirdiğim nadir şehirlerdendir, şimdi ise hüzün hakim ülkemin nice şehirleri kadar... 

Kışın giderdik biz genelde annemle başlarda. Ve o başlarda sevmezdim Ankara'yı, Hacettepe'si ürkütürdü beni. Habire kan aldırmalar, doktorların karşısına çıkmadan önce beklemeler ve doktorların karşılarına çıkıp habire yürümeler falan işte...

Ablam hep severdi Ankara'yı. Hastalığım sebebiyle ilk gittiğimiz zamanlarda da nasıl severdi hayret ederdim; "Ben orada doğdum kızım, orada okuyacağım üniversiteyi de" derdi. Üniversiteyi Ankara'da okuyamadı, ama benim aklımda o zamanlarda söylediği türkü kaldı, slogan gibi söylerdi hiç unutamadım; "Ankara Ankara Canım Ankara, seni görmek ister her bahtı kara..." Ankara da, ülkemin dört bir yanı da kapkara şimdi...

Ne mi oldu sonra; sevmeye başladım Ankara'yı ben de, hem de Kızılay'ından sevmeye başladım: sizi her yerine çıkartabilen o bağlantı noktası halindeki semtinden... O sokaklarda yürüdüm, o sokaklarda da hayaller kurdum. Ve o sokaklarda oturup, bir daha geleceğim dedim her defasında. Son Kızılay'a gittiğimden bu yana (yaklaşık 4-5 senedir), hiçbir defasında gidemedim Kızılay'a. Şimdi 6 ayda 3. patlaması o semtin, öldü bir sürü insanı yine ülkemin. Doğu'da şehirler yıkılıyor insanlar ölüyor, batıda da sık aralıklarla bombalar patlıyor. İyi olma hali mümkün bile gelmiyor artık, tanıdıklarına "iyi misin, nerdesin?" diye sormak ise bin beter bir his...

Ankara'yı hala seviyorum, ülkemi de öyle. Ama artık bin beter korkuyorum, her şey misliyle katlanıyor; korkularımız özellikle de. Sevdiklerimize ve birilerine bir şey olacak korkusuyla yaşamak berbat bir his. Yorgunum, bunları paylaşmaktan başka hiçbir şey yapasım gelmedi bugün...


Neyi düşündüm biliyor musunuz?

37 can kaybı var, 37 yitip giden hayal, aile, dostluk, kardeşlik, evlat ve nicesi... Benim hayallerim var daha hiç yapamadığım diye geçiriyorum içimden ve onlar biz kadar bunu okuyan sen kadar şanslı değildi, keşke olsaydı! Nasıl utanç meselesi haline geldi içimde bu cümleler. Doğusu Batısı, ülkemin yitip giden umudu demek benim için. Yoruldum; bunları yazmak bile bitirici iken, düşünmesi nasıl sizler de biliyorsunuzdur...


Ah Ankara'm; hangimiz dolaşacağız Kızılay'da eskisi gibi, hayalim vardı yeniden ayaklanıp o sokaklarda dolaşmak ve o cıvıl cıvıllığı tatmak yeniden. Şimdi hiç mümkün değil ve birçoğu gibi gidesim gelmiyor  da eskisi gibi. Orada yitip giden canların acısı sindi çünkü. Ölesiye korkuyorum yeniden doruklarda, sevdiklerimi kaybetmekten korkuyorum. Savaş diyorlar, acı diyorlar. Arkasında ne olduğunu da ve ne olacağını da bilemediğimiz zamanları yaşatıyorlar...

Kötü bir geceye uyudum dün, kulaklarımda fırtınanın uğultusu ile. O uğultu yüreğimdeki korkuyla birleşti, türlü türlü rüya gördüm ve gece boyunca yüreğim sıkıştı durdu. Bu sıkıntının Ankara'daki Diyarbakır'daki, Şırnak'daki, Cizre'deki ve nice bölgelerde yaşayanların evlerine ve yüreklerine benden çok düştüğünü düşündüm sonra tekrar... Kısacası; öfkesi, üzüntüsü, isyanı ile beraber, son bulmasını istediğim büyük bir karmaşanın içinde hissediyorum kendimi! Enerjisiz ve yorgun halde...


Bugün her yerde acıdan başka paylaşılacak bir şey yok diyoruz hepimiz. Alışmamak için yapmalıyız da bunu, nasıl isyan dolu nasıl umutsuzluk dolu olsak da şu an. Alıştırmamalı kimse buna bizi, öldürülmeyi beklemek olmamalı yaşamak. En nihayetinde dünyanın sonunun gelmesi ile bunlar da bitecek diye düşünür hale geldim, korunmasız ve şans eseri yaşıyor hissediyorum hepimizi. Ama olmamalı bu!


Bugün hala umut etmek istiyorum ben, dünün etkisinin sürmesine rağmen birlik olalım ve umut edebilelim diliyorum. Her köşeden gelen acılarla yanıyor içim, son olsun demek bile kötü. Ne olur umut dolu bir geleceğimiz olsun, yeniden... Kaybettiğimiz canlarımıza rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum. Elden başka bir şey gelmiyor, alışmamaya çalışmaktan başka. Beni okuyan herkesi sevgiyle, hüzün dolu halimle ve hala umut etmek isteyen yanımla kucaklıyorum. Sevgilerimle...

8 Mart 2016 Salı

Haftasonundan Kalanlar (05.03.2016-06.03.2016)

Bu haftasonu hem deli hem de dolu idi. İçimde hem hüzün hakimdi, hem de kalabalıkla bunu kapatabiliyor olmak beni mutlu etti. İnsan her iki şeyi de aynı anda yaşayabiliyor ya hani, nasıl garip ve deli dolu bir his diye düşündüm durdum. Şimdi ile geçmiş arasında gidip gelmediğim bir Mart ayı geçmedi 6 senedir. Mart ayı haricinde geçirdiğim diğer aylar da böyleyse bile, Mart ayı hala bir başka...


Bu haftasonu annemin günü vardı, akraba günü. Değişen hayat koşulları altında, eskisi kadar görüşememenin yolunu bizim bayanlar bu şekilde çözebiliyorlar diye düşünüyorum. Görüşemedikleri zamanlar da olsa, günden güne görüşüyorlar en azından... :)

Aslında günleri hafta içinde oluyor normalde, ama Annemin İstanbul'daki teyzesi Ayşe teyzem (Sol üst resimde, annemin yanında) gelebilmek için, Cumartesi'ye aldırdı bu seferlik. Hem akrabalarla görüşmek için fırsat yakalamış oldu böylece, hem de hasret giderdik 2 gün boyunca... Biraz da bu sebeple daha da dolu geçti belki de, Ayşe teyzem gelince akraba gününün bir kısmı bitti sonrasında da bir diğer kısmı başladı yengemlerle ve Ayşe teyzem ile beraber... :)

Akraba günü dediğimiz şey bir nimet zamanımızda bence, sürdürebilene helal olsun. Üst fotoğraflarda, bir gece önceden gelen Ayşe teyzem ile annemin ve Sakine teyzemin son olarak çörek hazırlıkları hakim ve de alt kısımda da keyif çatma fasıllarımız.... Annem gün hazırlığı veya misafir hazırlığı yaparken yanında bulunmayı çok seviyorum. O telaş içerisinde iken müzik açmayı ve yer yer de ona yardım edebilme fırsatını elde edebilmeyi seviyorum. Bu haftasonu bunları dolu yaşadım yine ve "ihtiyacım olan şeyler ne kadar da küçük şeylermiş." dedim.



Cumartesi günü sabahtan öyle bir telaşımız vardı ki, yetişti yetişmedi telaşı. Ama nihayetinde herkes gelmeden önce tüm hazırlıklar bitti ve yetişildi güne. Gelen geldi, sofra kuruldu, çay faslı ile sohbetler de başladı. Bu sohbet arasında geçmişi de düşündüm, o an'ı da, geleceği de... Şöyle dedim; 
"Geçmiş dediğim beni bugüne taşıdı, unutamam elbet, anı oldu her biri an'ı. Ama şu an da beni geleceğe taşıyacak ve ben şu an'a da ileride geçmiş diyeceğim; Yıllar Geçerken olacak tüm bunlar... An yine daha değerli geldiyse bile, geçmişin de bir değeri var hala, an kadar değeri kalmamış görünse bile..."

İnsan unutamıyor, alışıyor da canını yakan anılarını da içini ferahlatan anılarını da düşlüyor yer yer. Ne şimdiyi beğenmediğimden ne de geçmişi unutmak istediğimden. Sadece Mart olunca, içim hem acıyor hem de değişik bir gerçeklik kaplıyor daha çok içimi. Böyle işte...

Bunları yazmasam olmazdı işte. Üst resimdeki kitap, hala okumaya devam ettiğim Efe Moral'in kitabı Dido idi. Bu sıra kitap bitiremez olduysam da, okuyorum çok şükür....


Ve günün sonunda, gün bitti ve bunu da atlattık pozları verdik annemle; maşallah bize. Bir kadının daveti varsa, ne kadar da emek harcamak zorunda, annemden ve ablamdan dolayı yakından takip etme şansını elimde barındırıyorum hep şükür. Temizliği, alışverişi, ne yapacağım, nasıl yetiştireceğim stresini ve o sırada da ne kadar koşturduğunu gördükçe, "kadınlarımız işte" diyorum. Tek istedikleri güzel tavırlar, anlaşılmak, değer görmek, kıymet bilinmek. Onlar bize ve çevresine emek verenler, emekçi kadınlarımızın günü bugün. Baş emekçimin de tüm emekçi kadınlarımızın günü de kutlu olsun.... 

1857 yılında, ABD'nin New York kentinde bir dokuma fabrikasında çalışan 4000 kadın işçinin haklarını ararken çoğu kadın 129 işçinin can vermesiyle sonuçlanan olayla bugünün tüm dünya olarak anma günü ilan edilmesine sebep olan işçilere de, Allah rahmet etsin...



Ve Pazar günüm; gündüzü film izlemek ve örgü örmekle, gecesi de bu usb kablomu iple sarmak ile geçti bu haftasonu. Kabloyu sarmada örme tekniği bir çeşit düğüm tekniği; ipi kablonun üzerinden çapraz tutup, açılan kısımdan da ucunu alt kısımdan geçiriyoruz ve bu düğüm işlemini kablonun tamamını sarana kadar sürdürüyoruz. Anlatamamış olabilirim; ben buradan baktım ve resimlere bakmam da yetti. Çok da zevkli geldi, acaba kulaklığımın kablolarını da mı örsem diyorum şimdi de. Benim kablomun koruyucusu sıyrılmaya başlamıştı ve temassızlık yapıyordu. Şimdi temassızlık da yok, kablonun yırtılma durumu da... Tavsiye ederim örmesi de çok zevkli... :) 

Ayrıca hep diyorum; sadece tüketen değil üretici de olmak lazım, gelişmek ve dinlenmek için. Babam üst resimdeki kabloyu ben örerken kendisi yorulmuş da olsa, ben halimden çok memnundum o anda ve şu anda. Arada değerlendirme yapmak gerek. Eskiden her eşyamızı ilk bozuluşunda atmazdık, bu geleneği sürdürmek içimden geliyor belki de. Bu zihniyet bazı konularda hem işime yarıyor hem de hoşuma gidiyor...

İşte böyle geçti bir haftasonu daha; şükürlerle, anmalarla ve değerlendirmelerle. Güzel günlere, sevgilerimle... :)

6 Mart 2016 Pazar

Bende Varım; Gönül Örgüsü


Türk Kızılayı bir kampanya başlatmış, 4-5 gün önce haberlerde görmüştüm yazmak bugüne nasip oldu. 15 Mart'a kadar devam edecek bu kampanyada, ne örersek (hırka, kazak, atkı, vere) çocuklarımız fayda sağlayacak.

Konu şu ki; atkı, bere, hırka, kazak artık ne örebilirseniz örüyorsunuz çocuklarımız için ve Türk Kızılay'ın şubelerine ve D&R mağazalarına teslim ediyorsunuz. Birilerine el uzatabilmek, bende varım diyebilmek bu kadar basit.

9 gün kalmış da olsa ayın 15'ine, ben bugün başladım ve en azından 2-3 tane atkı örebileceğimi düşünüyorum elimdeki iplerle. Umarım birilerini ısıtır, daha kış bitti gözüyle bakmıyorum. Başından bilseydim de yapardım, keşke kışın başında örgü örüp de birilerine verebilmiş olsaydım, diyorum şimdi. Ama şimdiki cesaretim yoktu örgü konusunda o zamanlar...

Diyorum ya; hiçbir zaman geç değil, bu hayatta yaşıyor oldukça. Duymayanlara duyurmak, bu kampanyaya el vermek gerek diye düşünüyorum. Biliyorum ki, bu kampanyaya benden önce destek vermeye başlayanlar da olmuştur. Hepimizin ellerine sağlık olsun, kimse üşümesin inşallah...

Bu söz konusu kampanyanın Türk Kızılay'ının sitesindeki haber detayına da buradan ulaşabilirsiniz...

5 Mart 2016 Cumartesi

Not Aldım Veya Not Ettim #26 - Mandala Dedikleri


Diğer Not Aldım Veya Not Ettim yazılarımı burada bulabilirsiniz...

Geçen Haftanın (22.02.2016-28.02.2016) ve bu haftanın Not Aldım Veya Not Ettim yazısı bu, neye niyet Bugüne kısmet oldu... :) 


Mandala Dedikleri; Tam da Bu Değil Tabii... :)



Mandala'ya merak sarmıştım bir süredir ve Google aramalarından bakıp duruyordum yapılan çalışmalara, şekillerin birbirlerine olan uyumuyla ortaya çıkan güzel çalışmalara. Benim hiç başarılı bir resim çizme yeteneğim olmadı bu zamana kadar, ama tamamen özgürce yapılmış bir mandala bana göre olabilir diye düşünüyordum. 

Üstteki ilk mandala deneyimim, mandala demeye bin şahit var bence ama. Yine de fena değil. Geçen hafta başında Merom başlamıştı ısrarlarıma dayanamayıp Mandala yapmaya, benden de yapmamı rica etti sonra. Demişti ki; bence daire çizgi ve nokta çizebilen herkes yapabilir, ben bu yorumuna dayanarak cesaret edip yaptım yani... :) Takdir sizlere kalmış, ilk olması açısından güzel bulduk biz dostumla...

Mandala Dedikleri; Bu Olsa Gerek... :)



Ve bu Mandala da Meromun eseri, bence buna eser denir işte. :) Emeğine sağlık, Merom sonunda ısrarlarıma kayıtsız kalamayıp geçen hafta başında başladı. Dostumu resim çizme konusunda yetenekli bulduğumdan, bu kadar guzel bir mandalanın ortaya çıkacağını tahmin ediyordum zaten.

Burada da paylaşmıştım resimlerini beğeniyorum dostumun diye. Sonra tam bu resim çıkınca da ortaya, ayrıntılar ile birleşen bütünlüğün güzelliğine hayran oldum. Tekrar ellerine sağlık dostumun, bu arada yaza da beraber yapacağız inşallah. Benim mandalam da üstteki mandala örneğinden sonra Meromun ısrarları üzerine çıktı işte. Yani diyeceğim o ki; İlkler güzeldir ve artık Mandala'ya da heves saldım da el atmadım demem. Ve dostumla yaza kadar ara verdik Mandala'ya, iyi hoş da pek yoruyormuş maalesef.. :)


Kara Tavuk Kuşu


Bizim burada bir kuş var, bazen gece uykumdan uyanırım öterek yeniden uyutur beni. Bazen de sabah uyandığımda beni o güzel ötüşüyle güne hazırlar. O kuşa Gece Kuşu derdim ben ne zamandır, değilmiş meğer. Geçen hafta bir akşam vakti öttü, meğer havanın ilk karardığı saatlerde de ötüyormuş güzel kuşum. Anneme sordum hemen, "Annem sabah ve gece öten kuşun sesi bu işte, duyuyor musun?" diye. O da dinliyormuş meğer o esnada mutfakta. "Bende duyuyorum sesini sık sık, Kara Tavuk onun adı." Dedi. Kara Tavuk Kuşu'nun ötüşü ise, burada...

Öyle güzel ötüyor ki, dinledikçe mutlu oluyorum ben. Canlı şekilde o an dinlemesi gibi hissettirmez belki, ama o hissi yaşamanızı isterim yine de. Nasıl seviyorum, nasıl göresim geliyor bir bilseniz. Oldum olası kuşları sevdim ben zaten. Ve şimdi bu kuşun da her ötüşünü duydukça, duyduğum onun sesi biliyorum. Bu bile nasıl iyi hissettiriyor. Dünyada çok şeyi sahiplenmemek gerek aslında; tek bir kuşun ötüşünü duymak bile, bizim için olduğunu hissettirmeli ve bu da yetebilmeli. Ben şimdilerde bu kuşun sesini duydukça benim için ötüyor gibi düşünüyorum, garip bir huzur daha çöküyor. Bir kuşu izlerken ki oluşan hissi veriyor, sanki görebiliyorum da onu dinlerken...

Böyle mutlulukları da sahiplenmeliyiz, küçükken sahipleniyoruz da büyüyünce ne çok unutuyoruz doğayı ve doğalı düşündüm geçen haftadan beri... Bunu farkettim ve not aldım geçen hafta işte...


Çocuk Dostu Google

Google güzel bir girişim yapmış, bu hafta gözüme çarpan en duyarlı haberlerden biriydi bu; Çocuk Dostu Google projesi. Teknolojinin çocukları sarıp sarmaladığı ve yer yer de hapis ettiği bir devirde, bu düşünce geç bile kalınmış bir proje olmalı. Annelere, teyzelere, halalara, dayı, amca ve kuzenlere duyurulur efendim, ben yeğenim için, kuzenim için ve tüm çocuklar için bunun farkında olmaya ve değerlendirmeye çalışacağım.

Bu devirde bilgisayardan uzak tutmak zor artık, siz uzak tutsanız okul çağı başlayınca gizli girmeye çalışabilir maazallah. Ama güven ilişkisi kurulduktan ve süre konulduktan sonra teknoloji devrimizin büyük nimetlerinden bence... Bu not da burada dursun, ihtiyacımız olacaktır diyorum.


Bir Garip Aşk (Iss Pyaar Ko Kya Naam Doon) İzliyorum, Aşk Mı Demiştik Biz??

Yaklaşık 2-3 haftadır izliyorum Bir Garip Aşk'ı ama ne güzel bir aşk izliyorum ya bu sefer diyorum daha çok. Ne mıç mıçlık var ne de saçma sapan şeylerin kavgası. Hint Filmleri izledim bu zamana kadar, ama ilk kez bir hint dizisi izliyorum. Şimdiki zamandan olmayan gibi görüldüğü için adı ülkemizde Bir Garip Aşk sanırım, aslında çevirisi Bu Aşka Ne Denir Ki? gibi bir şey... :)

İzledikçe düşünüyorum da, Türk dizilerini sırf bu dizinin işlediği konunun yokluğu sebebiyle izlemiyorum işte. Platonik sevmeyi unutur olmuş senaristlerimiz ülkemde sanırım, hep hırslı ve tutku'dan başka bir şey bilmeyen aşıkları konu ediyorlar kendilerine. Klişeleşti dizilerimiz çok fazla hem de, ki bu dizilerimizin klişeleri ile ilgili yakın zamanda didemingozunden.blogspot.com adresimde bir yazı paylaşacağım inşallah... 

Yoruldum, habire aşkın ve sevginin hırsları ele aldığını her dizide izliyor olmaktan yoruldum. Gerçek konular değil, hep hırslar sebebiyle yitirilen aşklarımız anlatılıyor. Oysa ne aşk hikayeleri var bizim tarihimizde, örnek alınacak ve dersler verilebilecek... 

Bir Garip Aşk'ı not ettim, sevdiğim yabancı diziler arasına. Nedeni çok basit ki, sevginin ilk kuralının hırslardan arınma ve incitmemek olduğunu çok güzel ele alıyor. Hint kültürünü de öğretiyor, eğlendiriyor da üstelik. Ülke olarak ihtiyacımız olan şeyler bu kadar basit, güzel şeylerin varlığının çevremizde yok olduğuna inandırılmak değil. Hala sevgi var, sahip çıkabilmeli insan... Madem öyle, dizinin giriş müziğini sizlerle paylaşarak yazımı noktalayayım; Iss Pyaar Ko Kya Naam Doon... Hint müzikleri de takıldığım diğer nokta bu aralar işte. Benden sizlere gelsin o zaman, Bir Garip Aşk dizisinde kullanılan hint dizileri de.

Sevgiler... :)


3 Mart 2016 Perşembe

03.03.2016 - Teyzeliğin Zorlu Anlarını Da Seviyormuşum


Her gün de günlük güneşlik olamıyor tabi günlerimiz yeğenimle, mesela bugün biraz aksiydik. Yeğenim yer yer aksi ve inat olabiliyor, kapasitesi içinde saklı. Kreşinde bu dönem değişen öğretmenine henüz alışamadı, yeni bir geçiş döneminin daha içine girmiş olduk böylece. Gün gün değişik hal ve tavırlarda geliyor bu ara ve her şeye de küser halde bu zamanlar. Savunma mekanizması oluşturmuş kendine karşı, böyle yorumluyorum ben. Ailecek bu savunma mekanizmasını da kırmaya ve her defasında ona ulaşabilmeye çalışıyoruz.

Anlamak zor oluyor tabii, çünkü her gün içinde başka bir şeyler kuruyor beğenmediği durumlara göre kafasında daha da büyüterek ve sinirlenerek. Zor oluyor, mümkün de oluyor bazen. Ama bazen de yeğenimin inatçı yapısına takılıyor ve hemen mümkün olmuyor ulaşması. :) Biraz ketum bu sıralar, hoşuna gitmeyen şeyleri zorlamadan anlatmıyor bazen. Anlatsın diye çabalıyoruz bizde, anlatmaması daha kötü bence... 


Bugün atıştı bizimle yine; sabah annesi işe gitmeden önce annesiyle, öğlen ise annannesi ve benimle. Dilinde kendince kötü kelimeleri büyütüyor bu ara; pis, kötü, iğrenç sözcüklerini kullanır halde ve bu durumdan da o sinirli yapısından da uzaklaştırmaya çalışma çabalarımız sürdü bugün de. Amacımız elbetteki, kindar şekilde yetişmemesi için çabalamak ve daha da mutlu şekilde büyümesi için öğretmeye devam etmek. Basit gelebilir, belki "söylesin ne olacak ki çocuk daha o" diyen olabilir. Hayır, yanlış olduğunu başından beri bilmeli, söyleyecek de elbet ama benim tepkilerimi de görmeli. Ben küçük görünen hataların büyüyebileceğini düşünüyorum doğrusu.

Yeğenim için çabalıyor olmaktan mutluyum her açıdan, öğrendikçe de şaşırmaya hala devam ediyorum. Mesela konuşarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum, öyle cevaplar veriyor ve kendini bazen öyle iyi anlatıyor ki (maşallah); 2 çocuk büyütmüş annem ve babam bile şaşırıyor ki, ben nasıl şaşırmayayım. Eğer çevrenizde bir çocuk büyüyorsa ve kendini anlama-anlatma çabalarına girdi ise, beni daha iyi anlayacağınızı biliyorum... Elbet Kağanım ile her an anlaşabiliyor değiliz, her an anlaşabilelim ve günlük güneşlik olsun da demiyorum; bazen dinliyor bizi konuşuyoruz ve çabuk yol alıyoruz, bazen de epey zaman sürüyor ve bizimle fazla inatlaşıyor... Bu süreci hepimiz için kolaylaştırmaya ve hasarsız ya da hafif hasarla atlatmak da elimizde.

Kreşindeki yeni öğretmeninin disiplinine alışamaması elbet normal de, ama onun her derdi benim teyzeliğimde büyük bir ilk demek olduğundan dert edinmem de normal... İçinde bulunduğu durum yeni bir durum ve kimbilir nasıl da zorda hissediyor kendisini. Bir şekilde disipline olma vakti, kurallara daha da sıkı uyum sağlama vakti geldi... Yeni öğretmenini hem seviyor hem de zaman zaman sevmediğini söyleyerek dönüyor, fazla kararsız ve karışık yani bu aralar. Durum da karışık tabii ama yakın zamanda yeğenimin bunun da üstesinden gelebileceğini düşünüyoruz... :)


Bakmak değil büyütmek asıl zor olan zaten;

Bugün bu tanımı Tamara abla yapmıştı, Kağanımdan bahsederken. Bir Türk olarak ona bulamadığı anlatımları yaptığımı söylüyor bazen bana. Ama bugün o bir yabancı olarak, bana dillendiremediğim bu tanımı yaptı esasında... Şanslıyım ki yakından takip edebiliyorum bir çocuğun büyümesini, hem de daha anne olmadan.

Ve bu zorluğu her ne olursa olsun sevdiğimi anladım bir süredir de... Anladım ki zamanla kızmak ve kestirip atmak çocuk büyütmek konusunda da en kolayı. Oysa zor olanla uğraştıkça, akıllanmaz dediğimiz davranışlarını da düzenleyebiliyormuşuz karşımızdaki çocuğun. Siz pes etmedikçe, o da pes etmiyormuş... Ama esaslı olarak ona pes etmeyeceğinizi ve doğruyu öğretmekten vazgeçmeyeceğinizi de anlaması gerekliymiş...

Yani sabır diliyorum bugün yine cümlemize, konuşmak veya yazmak en basiti de başarabilmek mümkün sabrettikçe demek istedim... Esas olanı ise, vazgeçmemeyi becerebilmek; sabretmekten, sevgiyle yaklaşmaktan, zor da olsa her şekilde konuşmaya ve kendimizi dinletmeye çalışmaktan vazgeçmemeyi becerebilmek... 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...