31 Ocak 2018 Çarşamba

8 Koca Yıl...




7 yıl demenin yanında, 8 o'nsuz kocaman yıl demek bu resim... Facebook bana anılarda bugün olarak bu fotoğrafımı anımsattı, ama ben bu anı hiç unutmamıştım ki... Bugün Ocak 2018'in son günü adına yazayım dedim biraz bu fotoğraf üzerine... Bugün 31.01.2018, şimdi biraz Yıllar Geçerken yapacağız bir fotoğraf ile...

Bundan 7 yıl öncesini gösteriyor fotoğraf, ama 7 yıl önce bugün koymuşum facebook'a ben bu fotoğrafı... Oysa Kasım ayında çekindiğimi hatırlıyorum. Mart 2010'dan sonra, 1 yılın dolmak üzere olduğuna dair 2,5 ay sonrasını hesaplıyordum burada ve epey analiz yapıyordum kafamda. Herşey değişiyor diyorum, her şey... 2010'un üzerine bir sene bitiyor 2011 olacak ve benim arkadaşım, çocukluğumun büyük bir kısmını yaşadığım kardeşim gideli 1 senesini doldurmuş olacak... 8 sene olduğuna inanamıyorum şu an biliyor musunuz... Hala özlüyorum ama daha uzak bir özlem bu, daha derin ama daha uzak... Seneler gittikçe daha uzaklaşıyor gibi, ama ruhu hep sizinle; fiziki yok diye, ruhuna anlam katıyor ve sizinle olduğunu kabulleniyorsunuz. Ama bunu kendi içinizde bile anlamlandıramıyorsunuz, içinizdeki özlemle işte...

Neyse vazgeçtim bu durumu anlatmaktan, zor oluyor benim için... Sonra üstteki fotoğrafta ne düşünüyordum devam edeyim; güneşli bir Kasım günü, sevdiğim biri tarafından hayal kırıklığına uğratılmışım. Öyle hayal kırıklığı ki, hayatımda ilklerden biri; inandırılıp, umut verilip, inandığın yerden binbir yoktan yere sökülüp atılmak gibi... Düşündüğüm şey, kaybettiğim arkadaşımla konuştuğumuzda hayal kırıklığı yaşadığım kişi için elimden geleni yapmamı söylediği anlar idi... "Devam et demişti, hataların olsun ama bu hatalar hep senin yüzünden olsun. Başkaları hatalarına karışmasın, onların karıştığı sebeplerle bir şeylerin pişmanlığını yaşama sakın..."

Bir fotoğraf, bir fotoğraf işte bana tüm bunları hatırlatan. Duyguma demiştim ki o çardağın köşesinden, bu fotoğrafı çeken kuzenime üzgün olmadığımı mutlu olduğumu ispat etmeye çalışırken (ispat etmeye çalışıyordum, çünkü o an ağlayıp kendimi kendim için düşürmek en son istediğim şeydi); "Duygum, ben elimden geleni yaptım. Ama her ne olduysa işe yaramadı ve söz verdiğim üzere bu benim hatamdan oldu. Bir kez daha aynı hayal kırıklığının olmasına rağmen göz yumdum olacaklara ve keşke demiyorum işte, senin sayende..."

"Ama Özlüyorum Duygum, seni çok özlüyorum; şu an sen soru sormadan beni anlarken, sana ağlamak istiyorum ben. Gözyaşlarımı gör lütfen, buna ihtiyacım var. Seni konuşmayı özlüyorum, seni rüyamda görüp de hatırlamadığıma kızıyorum."

Söylediklerim bunlardı işte, bu resme baktıkça ve de hatırladıkça her defasında bunları hatırlıyorum işte... Bir resim çok şey anlatıyor bazen; görmek o andakilere kalıyor, bazen de o ana şahit olanlara. Ve bazen de, bir resme değer verenlere... Bir resim çok şey anlatıyor, yıllar geçerken; 8 koca yıl geçti, o anın acısı da hemen hemen geçti. Ama o anın doldurulamaz eksikliği, bir ömür geçmeyecek şimdi...

Yıllar geçti; ağlayacağım omuz ve de beni konuşmadan anlayacak dostlarım var oldu hayatımda, çok şükür ki. Ama o anda bir Didem kaldı, o eksiklikle dolup da taşamayan... Yıllar Geçerken... Allah başka eksiklikler yaşatmasın inşallah...


Filmi Olan Kitaplar #10 - 4N1K


Filmi Olan Kitaplar yazı dizime uzun zaman olmuştu yazı yazmayalı; 10'uncu yazı olmuş, vay be... :) Konumuz 4N1K kitabı ve filmi, ve yazarımız Büşra Yılmaz'a sevgilerimle... :)


Uzun zaman olmuştu bu kadar hızlı kitap bitirmeyeli ve de bu kadar gençlik ve dostluk üzerine kurgusu ve yazı dili hoş bir kitap okumayalı... :) 8 günde bitirdim 4N1K'yı; yazımı hoş ve dili tatlı bir kitaptı benim için, çok severek okudum doğrusu. Büşra Yılmaz'ı o kadar çok yerdiler ki bu kitabıyla, övenlerini görmezden gelerek hem de. Ben Büşra Yılmaz'a güvendim, çünkü bu kitabını okumadan epey öncesinden beri Wattpad'de Moira Sarmalı adlı kurgusunu okumuş ve çok beğenmiştim. O zaman beri de, İnstagram'da takipte bulunuyorum ve gençliğe en güzel şekilde destek olan paylaşımlarını görmek beni hep gururlandırıyor... Gençler onu bir destek olarak görüyor, onay almak istediği veya paylaşmak isteyip de dinlenmediği noktalarda, Büşra Yılmaz onları dinliyor ve de hayata sarılmaları için yeniden destek oluyor. Bir kitabın sadece kurgusu için değil, yazarı için de daha çok sevilebileceğini bu açıdan da gördüm yeniden; bu kitap ve yazarı sayesinde... :)


Kitabın karakterleri çok sevimli, karakter analizlerinin hepsini yapmayı isterdim ama çok uzar bu yazı eğer onu yapar isem... :) Ana karakterler; Yaprak, Ali, Oğuz, Sinan ve Gökhan, arkadaşlıkların kız-erkek, güzel-çirkin, popüler-popülmez olmadan bir olmaktan geçtiğini gözler önüne seriyor... Bir de bu 5 arkadaşın yanı sıra karakterlerimiz var; Barış, Tuna ve Bade, Merve, Ece ve İrem. Öğretmenleri ve de anne babaları saymıyorum. Esas karakterlere odaklandım sadece... Kitaptan duruşuyla ve tespitleriyle en sevdiğim karakter, -5'li arkadaş grubumuzdan sonra tabii ki-; Tuna... Ya en sevdiğim kitap karakterleri arasına girdi bile... :)

Tuna; yaşamış olduğu birkaç ailesel olayları sebebiyle, anne ve babasına karşı olup tüm önüne gelene gay olduğunu itiraf eden bir gencimiz. Bu olay sebebiyle babası tarafından, babaannesinin yanına sürülüyor ve burada bile kişilere ne hissettiğini çatır çatır dile getiren dik başlı ve pesimist görünen bir gencimiz... :) Karmaya inanması sebebiyle, kendisini başına gelen talihsiz olaylardan kurtaranlara borcu kalmaması adına yardım ediyor, bu da komik olayları beraberinde getiriyor. Ya çok sevimli diyalogları vardı, belki hiç içten görünmemesi gereken ama bana deli gibi içten gelen bölümlerdendi benim için. :) 

Her karakterin bir özelliğini çok sevdim, ama paylaşmadan edemeyeceğim; en çok Oğuz'un şu öğretisini sevdim:

Oğuz'un kız arkadaşı, ilişkilerinde ne kadar ciddi olduklarına dair soru soruyor ve Oğuz da şöyle cevap veriyor;

"Yani altı üstü sen 16 yaşındasın, ben 17… En fazla ne kadar ciddi olmalıyız ki? Bizim yaşımızda aşk böyle yaşanmalı. Çatlayana kadar pizza yemeliyiz ve kusmana bir tek bu sebep olmalı. Ben saçlarından tutup kusmana yardım ederken, dalga geçmeliyim seninle. Gülmeliyiz. Saçmasapan şarkılar söylemeliyiz birlikte. Mesela böyle pijamalarımızla çocuk parkına gelip eşek kadar boyumuza bakmadan salıncağa binip o salıncağı koparmalıyız. Buradan kalkıp yine pijamalarımızla bir kütüphaneye gitmeliyiz ve oradan kovulana kadar saçmasapan konuşup gülmeliyiz. Ama gülmeliyiz… Suratlarımız kızarana kadar gülmeliyiz… Ağlatmamalıyım seni… Ağlamayı sevmemelisin. Diğerlerinin sana öğrettiği gibi. Gelecekte çok daha tutkulu şeyler yaşayacaksın zaten. Ya da daha acı şeyler… Ama şimdi sırası değil. Biz eğlenmeliyiz." 4N1K sayfa 453...


Ali, aşkını en güzel yaşayanlardan biriydi kitapta ve Ali'nin aşk tanımı çok hoşuma gitti mesela; "Aşık olmak sakız çiğnemeye benziyor aslında. Önünde sınırsız sayıda sakız var ve istediğin kadar alıp çiğneyebilirsin."

Sakızlarımızı ne kadar çiğneyeceğimize biz karar verirmişiz; atarsak aşk biter, yutarsak sevgiye dönüşürmüş. Ali her sakızda sevdiğine daha çok bağlanmış, hiç atmayı düşünmemiş bile... Güzel anlatımlar vardı böyle işte... 


Sonra küfürler vardı ama sansürü en komik şekilde yapmıştı yazar, yaratıcılığıyla. Hiç rahatsız etmedi beni en kötü küfür bile bu sebeple. Hiç edebiyatı düzgün kullanamadığını söyleyemezler bence bu sebeple bile... 

Kitabın en sevdiğim bir diğer yönüne gelirsek; gençlere her öğretisi bol ama güzellik konusunda en önemli öğretiyi veriyor, bilinen güzide şarkı sözümüzle söyleyecek olursam: "Başkası olma, kendin ol. Böyle çok daha güzelsin!" diyor Büşra Yılmaz. Güzelliğin gençlerin büyüttüğü kadar önemli olmadığını, esas olanın bu yaştan itibaren kendi halinle mutlu olman olduğunu anlatan güzel bir kitap ile gençlere güzel bir öğreti sunmuş yazarımız ve de eğlendirmiş hikayesiyle... Yolu açık olsun, tatlı bir yazar Büşra Yılmaz...

Ve şimdilerde Wattpad yazarlarının çoğu "güzellik kaygısının üstünde titizlikle dolaştıkları için", her wattpad yazarını böyle sanıyorlar. Büşra Yılmaz, hepsinden ayrı sıyrılmış bir yazar bence. Beğenerek takip ediyorum doğrusu... Kitaptan yana tek bir şikayetim yok, sadece Tuna ile ilgili daha da çok bölüm izlemek isterdim filmde de! =)

4N1K Kitabının Filmine Gelince...



Romantik Komedi 1 ve 2 filminden bu yana, film kadrosunun bu kadar iyi anlaştığı ve de bu kadar uyumlu şekilde gözler önüne serildiği bir Türk filmi izlememiştim. Hatta daha iyiler bile, Allah bozmasın da... Gerçekten o kadar sevimliler ki; sadece filmin sahneleriyle değil ki, internetteki paylaşımlarıyla takip etmekten hoşlananlardanım ben de... :)

Filmi çekilen kitapların vazgeçilmez şekilde karşılaştığı olgu şudur ki, kitaptaki olaylardan birçoğu filme yansıtılamaz.. Eksik birçok olay vardı resmen, ama bir o kadar da bütünlük sağlanmıştı hikayenin filminde. Sadece kitapta Ali'nin yapmadığı bir hareketi filmde yapması, Oğuz'un da en sevdiğim repliğinin daha değişik şekilde yansıtılması beni biraz rahatsız etti. Ama sonra düşündüm ki, filmin zaman aralığına ancak bu şekilde sığdırılabilirdi. Film kitap kadar ayrıntılarla dolu değildi ama yine de eğlenceliydi... 


Buralar belki okumayan ve izlemeyenlere spoiler olabilir;

5'li arkadaşların ilk sahnelerde bir arada evde bulundukları sohbet halleri, en sevdiklerimdendi. Son sahneleri söylemiyorum bile, onlar en güzelleri idi... :) 5'li arkadaşların okulu birbirine katmaları, Barış ve arkadaşları ile iddialara girmeleri sonucu karışan durumlar; uzun zamandır özlediğimiz gençlik dizilerindeki sahnelerdendi... Ama en komiği, Gökhan'ın o küfür ettiği ama klasik müzikle sansürledikleri yer ile, Oğuz ile Sinan'ın birbiriyle uğraştıkları sahnelerdi. Kitaptaki olayları aratmamıştı ki, buna çok sevindim.

Filmde en sevdiğim sahnede ise kararsız kalıyorum hep; ama sanırım son sahnelerdeki Ali, Yaprak ve Barış'lı sahnelerin her biri ayrı güzel ve özeldi, hareketli sahneleri es geçmek haksızlık gibi gelse de... :)




Şimdi ikinci kitabın filmi için çekimler sürüyormuş, ama bu çekimler sürerken yakında Fox'da dizimiz başlayacak haberi de geldi... Acaba nasıl olacak diye merakla bekliyorum, kitaptaki ayrıntıları daha güzel görürüz diye bu dizi haberine de seviniyorum. "Siz hikayeyi zaten biliyorsunuz, ama biz baştan anlatmaya geliyoruz." demişler, instagram hesaplarında dizi için... Üstteki resimde karakterlerin üzerine isimlerini ben yazdım, bir tek Ali karakteri değişmiş. Diğer bilgileri buradaki hesaptan öğrenebilirsiniz... Ben bilhassa üstteki fotoğrafı seçtim, zira ilk film karakter ve afişlerini paylaşmak daha doğru olurdu, bu yazımın konusu itibariyle. 

Büşra Yılmaz'ı takdir ediyorum demiştim; kitabı ayrı güzel, film de ayrı derece epey güzeldi diyorum işte. Ve son olarak Filmi Olan Kitaplar yorumumu yapacak olursam; kitabıyla filmini bir arada götürmek uğruna, konu bütünlüğünden çıkmamasını takdir ettim film açısından. Ama yine de Tuna karakterine kitaptaki kadar sahne verilmediği için; 10 üzerinden 9 veriyorum, kitap zaten 10 numara gençlik kitapları dalında. :)


Okuyacaksa gençlerimiz, gençlik ve de güzellik hakkında doğru öğretiler olduğunu düşündüğüm 4N1K kitabındaki öğretileriyle Büşra Yılmaz'ı okusunlar. Abartıp genç yaşta gerçek aşkın peşinde koşmasınlar, Büşra Yılmaz'ın anlatmaya çalıştığını anladığım üzere; kendilerini geliştirmeye, kendileri olmaktan vazgeçmemeye devam etsinler... 

Filmi Olan Kitaplar dalında, en sevdiğim bir diğer kitaptı; tıpkı Stephen Meyer'ın Göçebe kitabının filmi gibi... Zira, karakter seçimleri de kitap-film bütünlüğü de Göçebe kitabında aynı bu kitap gibi bir bütündü. Göçebe kitabı için, Filmi Olan Kitaplar yazımı da burada bulabilirsiniz... 


Büşra Yılmaz'a ve 4N1K filminin oyuncularının emeklerine sağlık. İkinci kitabı okumak için de, dizinin nasıl olacağına dair merakımı da sabırsızlığımla içimde saklıyorum... Sevgilerimle. =)



28 Ocak 2018 Pazar

Pazar Yazısı #44 - Bir Başıma Pazar


Bir başıma Pazar geçirdim bugün, kimseyi görmeden değil ama epey kendi başıma kalma fırsatını bulduğum ve akşama dek bulduğum bu fırsatı da iyi değerlendirdiğim, tam anlamıyla bir pazar günü idi benim için... :) 

Bir kitap bitirdim, bir kitabın filmini izledim ve yeni kitabıma da başladım. Ailecek vakit geçirmenin mutluluğuyla geçirdiğimiz bir cumartesinin ardındaki pazar sabahında 6'da uyuyup, aynı günün öğleninde uyandığım bir pazar...


Geçen sene vefat eden annemin teyzesi Mercan teyzemizin sene-i devriyesi geldi ve okuması yapıldı bugün buradaki evlerinde... İstanbul'dan Ayşe teyzemler dün geldi ve dün; annem, Yurdagül yengem ve ben, Ayşe teyzem ve Ali amcam ile Mercan halamların evinde kaldık. Dün akşamdan helvasını kavurdu annemler, bugün de okuması yapıldı. Allah kabul eder ve canına değer inşallah... Halamlar bu evi 4 sene öncesinde aldıklarından beri, bir gün olsun orada kalmamıştım. Annemin bazı zaman kaldığı olurdu orada da, ben evimizde kalırdım; orada kalma gereği duyulmamıştı hiç benim için. Dün babam da hazır işte iken, sabahlayalım muhabbet edelim denilip orada kaldık. O evde Mercan halam yokken kalacağım aklıma gelmezdi, çok garip geldi; Mercan halam oralarda bir yerdeymiş gibiydi sanki... Duamı ettim yattım, rüya da gördüm ama hatırladığım kendime; her ne kadar tam net hatırlamasam ve silik olarak ne olduğu hatırımda ise de...


Mercan halamların evinde okuma yapılırken, ben sabah kahvaltıya diye kalkıp evimize geldiğimizden sonra inmedim bir daha aşağıya... Okumaya buradan eşlik ettim. Okuma bitti ve orada akrabalar ile oturuldu akşama dek. O fırsatta, kitap okudum bende, dizilerimi izlemeye uğraştım ama internet epey kötü idi bugün. Alt komşumuzun kızı Edoş'dan almış olduğum kitabı bitirme uğraşlarım sonuç verdi, 8 günde bitti; hastane işlerimiz olmasa idi daha çabuk bile biterdi... Ciddi anlamda okumaktan hoşlandığım bir kitap oldu 4N1K; Ali, Yaprak, Gökhan, Sinan, Oğuz, Tuna ve İrem karakteri ile kalemini çok sevdim yine Büşra Yılmaz'ın, Wattpad'deki Moira Sarmalı'ndan sonra... Tebrik etmek gerek ki, ülkemizde okuduğum gençlik kitaplarından ayrı bir kitap idi; güzelliği değil, kendin olmayı öğütlüyordu. Büşra Yılmaz; güzel işler başaracağını umduğum, takipçileri olan gençlere kol kanat gerip onlara esas güzelliğin -her anlamda- dışta değil içlerinde olduğunu anlatan bir yazar. Kendi deyimiyle "takipçilerinin annesi o"... :) 


Kim "amatör, bunu okuyacağınıza başkasını okuyun veya edebiyattan uzak" derse desin; ben Büşra Yılmaz konusunda katılmıyorum bu konuya. Bugün kitabını bitirmiş olarak; kurgusunu, yazımını ve karakterlerinin karakterlerini seçimini beceriyle yaptığını düşünüyorum. Yolu açık olsun inşallah.. Kitabını da, kitabının filmini de izledim bugün. Elbette ikisini karşılaştırmak için ayrı bir yazı yazacağım. Ama bence ikisi de başarılıydı, eksikleri vardı filmde ama kitabı okuması çok keyif verdi... Sanırım ikincisini de alıp okuyacağım, hikayenin devamını merak ediyorum çünkü... :) Şimdi dizisi başlayacakmış yakında Fox Tv'de, onu da merak ediyorum doğrusu. Film hiç olmamış gibi mi yapacaklar, yoksa baştan mı başlanacak ki acaba? Göreceğiz... 




Bugün aşağıdan yukarıya çıkıp evden eksikleri almaları haricinde, bir babam geldi yattı akşama doğru işte; pek fazla kimseyi görmedim akşama dek. Şansıma mıydı bilmem, internet fazlasıyla yavaştı ve yabancı dizime bir bölüm harici devam edemedim, The Big Bang Theory'i izlemek için bugünü bekliyor olmama rağmen. Bende önce 4N1K'yı bitirdim, sonra bitirdiğim kitabın analizini kendimce bilgisayarıma yapıp- beğenip not aldığım cümleleri yazdım ve sonra biraz kendi içimde hikayeyi sindirdikten sonra da Kristin Hannah'ın Bülbül adlı kitabına başladım. 

Eniştem'den -Serhat abimden- hediyem olan bu kitabı, önce sınavlarım bitsin diye okumadım beklettim, sonra da 4N1K bitsin dedim beklettim. Nihayet sıra geldi Bülbül'üme ve ilk cümlesi ile beni bitirdi kitap; Kristin Hannah'ın bu kitabı darmaduman edecek yine beni anlaşılan, sizlerle de paylaşmak istiyorum...

"Bu uzun hayatımda tek bir şey öğrendiysem o da şudur; Aşkta kim olmak istediğimizi, savaşta kim olduğumuzu keşfederiz."

Ne güzel cümle ama de mi? Bu başlangıç cümlesi beni benden aldı ve devamını da paylaşmıyorum bile... Kristin Hannah'ı seviyorum, o da tanısa beni severdi bence; tüm kitaplarını okumuş okurlarından değilim ama o yoldayım galiba, bu okuduğum dördüncü kitabı... Kitaplarını okurken çok mutlu oluyorum ve her defasında daha çok seviyorum kalemini... :)


Hani 2017'nin sonunda karar verip, kendi kendimi aşacağımı ve de yazamadığım-yazmadığım noktaları da yazmaya girişeceğim demiştim ve de başlamıştım, sınavlarım sebebiyle ara verdiğim o duruma da kaldığım yerden devam ediyor olacağım yeni haftada... 

Çok konuştum yine, çok duygusal ve çok dolu bir hafta idi çünkü benim için biten hafta. Biraz daha anlatsam bu yazının bitemeyeceği kadar duygusal bir haftasonu da geçirdim ve de bitiyor bile işte... Uzun zamandır kendimle kalamamışlığımın acısını çıkardığım; plan programımı da, kendime vakit ayırmayı da gerçekleştirebileceğim bir pazar idi. Seviyorum pazarları; dinlendirirken yoruyor, yoruyorken de dinlendiriyorlarsa da. Dinlendirirken yoran cinsten bir pazar bitiyor şimdi. Kimbilir sizlerin nasıl geçti, bana yazarsınız dilerim... 


Bu Pazar yazısının dipnotu şu; kapatmayalım kendimizi kendimize, duygularımız en dibine kadar aksa ve karışsa bile. Ki benim bu haftasonu öyle oldu bile... :) Sevgilerimle, mutlu bir haftaya başlarız umarım... 

27 Ocak 2018 Cumartesi

Not Aldım Veya Not Ettim #37 - Kaybettiklerimiz


Ocak ayında kaybettiklerimiz oldu, sanat camiasından, ünlülerden ve de yazarlardan. Birkaçı benim hayatımda yer edinmiş anıların sahibiydi, ben de o ünlüler için not aldım yazısı yazmak istedim bu sebeple; kaybettiklerimizin anısına... Ünlüler diyoruz değil mi, hem hayatımızda yoklar hem de hayatımızda öyle yerleri var oluyor ki; müzikleriyle, oyunculuklarıyla, yazılarıyla ve de bilimum çabaları ile. Toprakları bol, mekanları cennet olsun...


Münir Özkul (15 Ağustos 1925 - 5 Ocak 2018)


Münir Özkul, benim "Kel Mahmut" lakabı ile en sevdiğim rollerden birine sahip olan Mahmut Hocamız idi... Küçüklüğümden beri hep, onun hem sevdiği hem de bıktığı Hababam Sınıfı gibi bir sınıfın üyesi olmayı istemiştim. Hem haylaz hem de çok eğlenen... Hayatının her alanına sızabileceğim arkadaşlarım olsun, bir ömür boyu eğlencelerimizi unutmayalım. Öyle bir sınıfta okumadım hiç ama gel gelelim ki yer yer hiç unutmayacağım eğlencelere sahip arkadaşlarım ve dostlarım da oldu. Ama bir okulun içerisinde, kurallara hem uymayıp hem de o kurallardan o kadar korkarken anılarla dolu bir geçmişim olsun isterdim hep ardımda. Olmadı, sorun da değil ya gerçi; yine de dolu dolu bir eğitim-öğretim hayatı geçirdim. Bana ait değilse bile hatırımda bıraktıkları haylaz arkadaşlarımın haylazlıklarına dair ufak tefek anılarımız da var...

Münir Özkul, uzun senelerdir hasta yatan biriydi ve bu süreçte kaç kez yalan yere öldü haberlerini çıkardılar. Ünlülüğün de bu zor yanı var demek ki, demiştim her defasında öldü haberlerini yalanlayan kızının ardından. Efsane bir oyuncu idi ki hatırlardan silinmeyecek, ardından veda töreni de efsane oldu. Mahmut Hoca, Yaşar Usta, Turşucu Kazım ve daha birçok rol... Benim bilmediğim birçok rolde bile oynamış; aslında bilmediğim değil, başta saydığım üç rolü kadar rolünün ismini hatırlamadığım demeliyim...

Geçen hafta Güldür Güldür Show oyuncuları, yayınlanan 165. bölümlerinin sonunda sahnelerinden andı Münir Özkul'u... Her biri Münir Özkul'un oynadığı filmleindeki rollerini söyledi; Güle güle Yaşar Usta, güle güle Turşucu Kazım, güle güle Kel Mahmut... Kel Mahmut kısmı Ali Sunal'a kaldı en son. Öyle ki, söylediği cümlesinde Kel Mahmut'un öğrencilerine selamı vardı Güldür Güldür Show'un. Kendini tuttu tuttu da, İnek Şaban'a, yani babası Kemal Sunal'ın oynadığı rolü söylerken titredi. Sadece titredi, boğazı düğümlendi ama hissettirdi. O ekranda titredi, biz ekran karşısında kalakaldık ve yüreğimiz sızladı... Onun ekran karşısında gözleri doldu, annem babam ve bizim de gözlerimiz doldu ve ağladık.... O sahne öyle yüreğimize dokundu ki çünkü...

Ünlüler bizim hayatımızda yer almıyor sanıyoruz, öldü diye üzülenlerimize laf edenlerimiz bile oluyor "Niye bu kadar üzülüyorsunuz sanki çok da hayatınızda idi!" diye. Hayatımızda yer alıyorlar işte. Ali Sunal, babasına da selam söylerken titredi ya sesi; ben onun hissettiğini hissettim buradan. Televizyondan, Dvd'lerden, müzik çalarlardan, kartpostal ve posterlerden sızıyorlar hayatımıza. Sevmek ve hayata dahil etmek için, tenden değil yürekten dokunmak da yetiyor işte; bazıları bilemese de... Güle güle Kel Mahmut, öğrencilerine selam söyle... :/


Cranberries solisti Dolores O'Riordan (6 Eylül 1971 - 15 Ocak 2018)


Dolores O'Riordan; yeni albüm kayıdı sırasında, henüz sebebi belirli olmayan bir şekilde fenalaşmış ve kurtarılamamış 17 Ocak 2018 günü. Ani ölümünün ardında, depresyonun sebep olabileceği düşünülüyormuş. Daha öncesinde de anoreksiya ve bipolar bozukluk ile mücadele etmiş çünkü...

İsmini bilmezdim ölüm haberini alana dek, o benim için Cranberries'in solisti idi. Öyle her dakika her müziğini de dinlemezdim bile, birkaçı hariç. Ama grubun en sevdiğim şarkısı, birçoğu gibi Zombie idi. Öyle az buz değil; canım sıkıldığı zaman veya hiç müzik dinlemek istemediğim zaman, bazen de çok müzik dinlediğim zaman veya nostalji yapmak istediğim zamanlarda dinlediğim bir müzikti. Beni güzel hisler hissettiğimi düşündüğüm geçmişe götürüyordu çünkü; Dolores O'Riordan'ın sesi, klipteki performansı ve de yorumu...

İlk dinlediğim zaman, çok ama çok küçüktüm. Daha 2000'ler bile değildi belki de. Ablamın yakın bir arkadaşı vardı, Nalan Abla. Annesi ve ablası ile beraber ailecek görüşürdük işte... Evlerine giderdik aralıklarla, onlar bize gelirdi. Evleri öyle güzeldi ve annelerinin eli öyle lezzetli idi ki, her gittiğimizde bize muhakkak birçok şey yapar ama mutlaka yanına kısır da yapardı. Elleri dert görmesin, uzun zamandır görüşemiyoruz sağlık durumlarım sebebiyle ama annem sürekli karşılaşıyor ve selamlaşıyoruz bu sayede... :)

Neyse, Nalan ablamın ablası Handan ablamız vardı bir de. Beni Zombie şarkısı ile ve de The Cranberries grubu ve solisti ile tanıştıran da Handam Abla olmuştu... Handan ablam öyle hoş sohbeti olan ve de öyle güzel yanakları olan bir abla idi ki. Hala hatırlıyorum işte. :) Ciddi anlamda bir kilosu yoktu ama yanakları çok güzeldi. Gördükçe, "benim de büyüyünce yanaklarım böyle olsun inşallah ya" dediğimi bilirim içimden! :) Ben Sertap Erener seviyorum diye, bana Sertap Erener kasetlerinden birini hediye etmişti "Turuncu" albümü. Nice yıllardır saklarım...

Yine bir gün onlara oturmaya gittiğimizde müzik dinleyelim diye bilgisayarlarının başına geçmişti Handan abla. Evlerinin misafir salonunun kapısının yanında bulunan bilgisayar masaları ve üzerinde bilgisayarları vardı, o bakınırken bende onu izliyordum. Bana ne tarz müzikler dinlediğimi ve yabancı müzik dinleyip dinlemediğimi sormuştu. Bende ona yabancı olarak en çok "Ricky Martin'i ve Shakira'yı" dinlemeyi sevdiğimi söylemiştim. "Güzel sanatçılar ikisi de" demişti. O sıralar çok dinlediği bir şarkıyı ve klibini gördüm mü, diye sormuştu işte bana.


Hayır dediğimde, beni bilgisayar başına yanında oturtup The Cranberries'in Zombie adlı klibini açtı, "dinle ve izle" demişti. Sonra izledikçe üzüldüğüm, dinledikçe kalbimde bir yerimin sızladığı o çocukları izledim durdum. Şarkı ile video klip, yabancı dil anlamasam da bir şekilde tamamlıyordu birbirini. Feci dile dolanan ve aslında rahatlatan bir şarkı idi ama başta dinlediğimde korkmuştumişte, küçüktüm çünkü. Bu korkum üzüntü ile karışıktı. Klibin başta ne anlatmak istediğini anlamamıştım, sorduğumda ise Handam ablam bana şunları söyleyerek anlatmaya başlamıştı;

"Dünyanın savaşları ve de zülumleri, çocukları umursamadan yaptığı ve aslında en çok da çocukların zarar gördüğünün görmezden gelindiğini anlatan bir klip bu. Solist, çocuklara koruyucu olmak istediğini ve de onları öncelikli tutmayı istediğini anlatıyor."

Handan abla böyle dedikten sonra bir daha izlemek istedim ve bu sefer korkmadım, aksine gurur duydum ve de mutlu oldum. Küçüksünüz ve bilmiyorsunuz ya hani, en kötü duruma bile sanat ile göğüs gerip "dur" diyebileceğimizi; bir farkındalık oluşturabileceğimizi bu klip ve şarkı ile anladım ben. O küçük yaşımda bana Handan ablamın bunları anlattığı ve de birçok onun gibi büyüklerime sahip olduğum için şanslıydım...

Zombie şarkısıyla The Cranberries ayrıdır benim için, öncüdür bir kere kendi alanında... Solistine üzüldüm, ruhu şad olsun. Bende böyle anısı olmasından ötürü de üzüldüm, yoksa bir yerlerde tanımadığınız biri de ölse üzülürsünüz ama anısı olanları kaybetmek ve büyüdüğünüzü görmek de üzücü. Küçüklüğüm hatrımda hala, küçüklüğümden bir parçanın oluşmasına sebep olan birinin daha daha öteki tarafa gittiğini düşünmek de üzücü işte... Allahım hayırlı ölümler versin elbette ki. Hayat ölümlü...

The Cranberries'in en sevdiğim şarkıları, Zombie'den sonra; Dream, Promises ve Ode To My Family...


Ursula K. Le Guin (21.10.1929- 22 Ocak 2018)




Ursula K. Le Guin, hiçbir kitabını okumadan internet üzerinden okuduğum sözleri ile sevdiğim bir yazar idi esasında. Eve dönüyorduk Antalya'dan 2012 senesinde Ağustos ayında, karşıma şu cümlesi çıkmıştı önce; "Gerçek yolculuk geri dönüştür." Bu sözüyle tanıdığımda onu, demiştim ki ben de; "Ursula K. Le Guinn'in dediği gibi, gerçek yolculuğumuza çıkıyoruz yine..." O cümleden anlayıp da sevdiğim şuydu, geri dönmek kendine dönmek demekti aynı zamanda. Kendinin olana geri dönmek, esas yolculuk demekti...

Sonra hoşuma giden o sözünden sonra, internetten diğer sözlerine de baktım ama hiçbir kitabını okumadım o zamandan beri henüz. Sözleri hayatı ve edebiyatı hoşuma gidiyordu ve bir gün kitaplarını da okuyacağım diyordum ki; 22 Ocak günü vefat ettiğini duydum. Özellikle de edebiyatın köklü yazarlarından diyorlar, diye merak ediyordum. Olur mu kısmet bilmem, bundan sonra okumak kısmet olursa da okumak istiyorum hala...

22 Ocak'ta Ursula da vefat etti işte... Dediğim gibi hiçbir kitabını okumadım ama birçok sözlerini okudum ve sevdim. Kendi arşivimden sevdiğim sözlerini paylaşmak isterim;


"Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil, cahil olduklarını bile bilmeyecek; çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler."


"Düşünceler baskı altına alarak yok edilemez. Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir."


"Çünkü yaşam bir yanıt değil, bir sorudur; bunun yanıtını sadece siz bulabilirsiniz."


"Birbirine zarar vermekle güç kazanılamaz. Yalnızca zayıflık kazanılabilir."



"Hiç kimse cezayı kazanmaz, ödülü de. Aklınızı hak etmek, kazanmak gibi fikirlerden arındırın, ancak o zaman özgür düşünebileceksiniz."



"Dürüst bir adamdan kötü bir haber almayı, bir dalkavuktan duyacağım yalanlara her zaman tercih ederim."



"Sevgi, acının içinden geçme yolarından yalnızca biri, bazen yanılıp ıskalayabilir. Acı hiçbir zaman ıskalamaz."


İşte bu yazımın notları da bunlardı. Yine söylüyorum, kaybettiklerimiz ünlüler de olsa hayatımızda yer ediyorlar anılarla.. Vefat edenlerimizin tekrar toprakları bol, ruhları şad olsun. Okuduğunuz için teşekkürlerimle ve sevgilerimle... :)


25 Ocak 2018 Perşembe

Hastane Günlüğü - 24.01.2018


Dün sabahtan akşama dek günü hastanede geçirdik. Öğlene dek annemle ve yengemle sağlık kurulunu gezdik, öğlenden sonra da babamla tahlil sonuçlarımı bekleyerek geçirdik. Ve saat 4'ü geçiyordu eve gelebildik anca... Bugün yazacağım çok şey var diye hissettim, içimdekiler misal. Ama bunu yaza yaza o içimdekileri anlatma aşamasına geçmeliyim dedim. Dünün hastane günlüğünü yazmak istedim size. Bundan önce yazdığım Hayat Hikayem yazı dizimin 4. yazısının konusu, Hacettepe Üniversitedeki hastane anılarımızdan sonra, iyi de denk gelmiş oldu doğrusu... Onu okumak isterseniz, burada... :)




Hiç aklıma gelmemiş bile fotoğraf çekmek ve çekinmek dün. Hastanelerdeki hali resmetmek hem mümkün hem de mümkün değil esasında. O sebeple eskilerden bu resmi koyuyorum, çünkü bazen de bekleyişlerde o anları resmetmek istiyor insan; anların hislerini bir resim karesine sığdırmak zor, ama birazcık da hatırlamak adına mümkün...

Dün Akülü Sandalye talebimiz için hastanede sağlık kurulu raporunu almamız gerekiyordu. Gezinmemiz gereken 8-9 poliklinik hakimdi elimizdeki Sağlık Kurulu bölümünün verdiği çizelgede de... Sağlık Kurulu için polikliniklerden izin alıyorsunuz, yaptıracağınız işleme göre her poliklinik doktoru derdinizi dinleyip kendine göre kontrollerini yapıyor ve durumunuza göre kendisi için ayrılan bölüme "uygundur/uygun değildir" şeklinde açıklamalarını sıralıyor nedenleri ile... Sonrasında da heyetin karşısına çıkıyorsunuz, heyet sizin kağıdınızı ve durumunuzu son olarak inceliyor ve "olur" veriyorsa da şu gün gelip alabilirsiniz raporunuzu diyor...

Bizim sağlık kurulu için gezdiğimiz polikliniklerimizde; Göz, KBB, Genel Cerrahi, Dahiliye, Kardiyoloji, Nöroloji, Fizik Tedavi, Psikiyatri ve Ortopedi bölümleri vardı. Her birine girdikçe doktorlar sorularını sorup durumumu inceliyorlar, bilhassa akülü sandalyeyi kullanabilecek durumda mıyım diye bakıyorlar tabii. Bizim sağlık kurulu raporumuz var aslında, peki neden hastanede gezdiniz dün derseniz; her nasıl ise, üzerinden araba aldığımız ve de fizik tedavi gördüğüm sağlık raporum sistemde görünmüyormuş. O sebeple kontrol olmam gerekiyormuş ki, "akülü sandalye kullanabilir" diye kaydedebilsinler. Belediyeden isteyebildiğimiz Akülü Sandalyelerden alacağız biz, hani ödemesine yardım ettikleri. Yardıma gerek var mı derseniz, maalesef bir akülü sandalye 1500-2000 Tl'den aşağı değil. Aşağısını bulduğunuz zaman da, aküleri sağlam değil ve çok çabuk kullanım ömrü yitebilecek derecede bulabilirsiniz ancak...

Velhasıl; dün bilhassa bir iki gün öncesinde aldığımız dedemin sağlık durumu ile ilgili iyi haberler sebebiyle, hastanede epey keyifli idim. Sıkıcı bir sağlık kurulu sebebiyle gezmemize ve geç yatıp erken kalkmış olmama rağmen... Annem bile şaşırmıştı, "bugün epey neşelisin Didem hayret." diye söylemişti. Öyle ki espriler bile yaptım, hala kendim gülüyorum bile yaptığım esprilere. =)

Size de anlatayım neler olduğunu; mesela, yengem üst katta kendisi için kontrol sırasını bekliyordu polikliniğinde. Biz de sağlık kurulunda işlerimizi bitirip, danışmaya kayıt açtırmak için gittik önce, danışmanın "Üst katta psikiyatri ve ... (bir bölüm daha söylemişti, unuttum şimdi) var, önce onları halledin diğerleri bu katta zaten." dediği üzere, üst kata çıktık sonrasında da. Yurdagül yengem yukarıda bizi görünce sordu; "E ne yapacaksınız şimdi?" diye. Bende şöyle cevap verdim; "Bugün doktorların kabul günü imiş yenge, 9 doktoru ziyaret edeceğim ve hepsinin hal hatırını sorup çıkacağım." dedim. :) (Evet, dün keyfim baya yerinde idi...)

Sağlık kurulu esasında cidden sıkıcıdır, çünkü size verilen öğlen saati sonrasına kadar bazen 9'dan da fazla polikliniği gezmek zorundasınızdır. Ama gelin görün ki, bu durum sebebiyle önceliğiniz olmasına rağmen, sizi anlamayacak birçok hasta "Gelen giriyor arkadaş, biz de sıramızı bekliyoruz burada ama!" diye laf edebilir. Her birine, önceliğiniz ve de yetiştirmeniz gereken bir çizelge olduğunu açıklarsınız. Onlara göre hava hoştur ama sizin engel durumunuz veya çalışma durumunuz sebebiyle, bu çizelgeyi o gün yetiştirmeniz gerekiyordur. Çünkü sürekli dışarı çıkamıyorsunuzdur. Bir de haftada bir veyahut nadir olarak iki gün olmak üzere planlanmış sağlık heyeti toplantılarına yetişmek ve yetiştirmek zorundasınızdır bu çizelgeyi... Bu durumda önceliğiniz olmasını geçtim, yaşlıya değer verip de önceliğini kabul eden, ama engelliye öncelik olduğunu kabul etmeyenler bile var. Allah hasta etmesin tabii ki öncelikle hiç kimseyi, ama her hasta ve hasta yakınına anlayış nasip etsin dilerim!


Neyse, esprilerimden bir diğerini daha yapayım dünkülerden; Ortopedi diye yazması gereken poliklinik'in tabelasında, dün hastanede gördüğüm üzere "Ortapedi" yazıyordu. Anneme bunu sordum, "Hadi buna da mı takılmayayım şimdi?" diye gülerek. "Sağpedi, solpedi varmış da.. Bu da Ortapedi imiş!" dedim gülerek. :D Annemi onca ağrısına rağmen güldürdüm dostlar bu esprimle. Soğuk da olsa güzeldi bence! :D

Son esprim de şuydu; bir başka polikliniğin de kapısında "Kapı kapalıyken içeriye girmeyiniz!" yazıyordu. Bu daha da soğuk, "Kapı kapalıyken içeri girebilmem için, özel güce ihtiyacım var zaten." dedim kapı önünde beklerken ve bunu da hemen yanımda duran annem duydu ve "Bugün baya keyfin yerinde Didem, hem de hastanede hayret!" dedi gülerek işte... :) Hastanede geçirilen çoğu vakit eğlenceli değildir. Ama hastanede keyifle geçirmeye uğraştığınız poliklinik günleri de daha eğlencelidir işte. Allah hep keyif versin, oralarda çok sıkıntı dinlersiniz. Öyle ki, "kendi derdime şükür" diyecek hale bile gelirsiniz. Allah kimseye bunu dedirtecek hale getirmesin. Öyle acılar, öyle hastalıklar ve de öyle başa çıkamayanlar mevcut ki... Allahım acılarımızla başa çıkabilmemizi nasip etsin...


Unutmadan bir de şu var, hastanelerimizde çok dua var... Hastanelerde, tanıdık veya tanımadık kiminle sohbete girseniz konuşmalarınızın çoğu dua veya dilek ile biter işte. Güzeldir bir noktada, bir noktada da size sürekli nerede olduğunuzu hatırlatır ve bir iç karartısı yaşatır. Ben dua etmeyelim demiyorum, öyle bir durum yok; ama duanın sınırını aşıp sizi eşekten düşmekten beter eden teyzelerimiz amcalarımız da var şimdi, gerçekçi olalım! Bir söylersiniz, "Ay çok üzgünüm"den girerler veyahut şükürden girerler. Sizin ya tüm yapamadıklarınızı söyletirler, hastalığınızın her halini öğrenmek isterler ya da size çok fazla öğüt verirler, "şükret kızım derler, şükret düşünebiliyor ve de konuşabiliyorsun." Öyle çok olur ki bu, bir süre sonra; "Şükretmediğimi nereden biliyorsun teyze/amca?" diyesi gelir insanın, ama diyemezsin. Dememelisin de zaten, ne gerek var ki! İşte onların da beni, halimin kötü olduğunu ikna etmeye uğraşmalarına gerek yok işte aslında! Bir nebze yardımcı olmak isterken, bazıları çok kötü üzüyor ya; ne halde görünüyorum acaba uzaktan diyorum, şükür ki kimsenin ne düşündüğünü umursamayı bırakalı çok oldu. Ama biliyor musunuz, böyle durumlarda hastanelerde bulununca da bazen psikolojiniz en tanımadığınız insanın arkasından  bile "ne düşünüyor acaba?" diye düşünmenize sebep oluyor... Hastaneler garip hissettiren ve çoğunluk bir kesimi aynı garipliklerde hissettiren nadir yerlerden işte...


Benim hastalıklarımla en ilgili olarak girdiğim yerler; Kardiyoloji, Noröloji, Fizik Tedavi gibi yerlerdi. Kardiyoloji doktorum beni görünce ve de hastalığımı sorunca, ona anlattığımda; "En son ne zaman gelmiştin?" diye sordu ve durumumu anlattım, "7 ay önce yine size gelmiştim ve ilacımı değiştirmiştiniz." dedim. İlacımı da söyleyince hatırladı, "Bir kan tahlili vermeni istiyorum o zaman, değerlerini görmem gerek yeniden. Kas yıkımın var mı yok mu bir bakalım." dedi. Kardiyoloji doktorum iyi bir doktor neyse ki yine, 7 ay'ı duyunca hemen kontrol etmeyi istedi değerlerimi. Öğlenden sonra da bu tahlilin sonucunu bekledik 14.30'a dek zaten. Sonra yengemin de işi geç bitince, evlerimize geç döndük... Şükür ki; kan alma bölümünde deneyimli bir erkek doktor var, sabah ona aldırdım kanımı. Damarımı aradı ve bir kerede buldu. Zorlanmadık kan aldırırken... Kan aldırmaya babamla girdik, annem kaçtı kapısına dahi yanaşmadan. Ne olur ne olmaz, dayanamayıp kaçıyor artık öyle yerlerin yanından. İyi oluyor, o korktukça ben daha çok telaşlanıyorum zaten. :) Kan sonucumda da bir şey çıkmadı bu arada, sonuçlar gayet iyiymiş...


Ve Sonrasında...




Öğlen arasında, heyeti beklerken annem, Yurdagül yengem ve ben; Antalya'da yaşayan Ahmet dedem ile ilgili tedavi kararının ameliyat edilmesi yönünde verildiğini ablamdan öğrendik. Biz dün esasında dayımın aramasını beklediğimiz için aramıyorduk ama ablam aramış bizden önce. Dayımı aradığımızda dedemin ameliyat kararının verildiğini öğrendik. Dedemin vücudunda bir kitle bulundu ve bu kitlenin de neden sebep olduğu araştırılıyordu 1,5 aydır... Bu hafta başında, akciğerinde bir şey çıkmadığına sevindik ve dün de aldığı astım ilaçlarından sebep olduğunu öğrendik. Astım hastalarında olabiliyormuş bazen bu gibi durumlar...

Her ameliyat benim için endişe vericidir esasında ama ameliyat ile temizlenebileceği için başta çok endişelenmedim hastanede iken. Antalya yolu gözüktü annem ile bana, sadece bunu biliyordum. Ama her ameliyat bir risk unsuru esasında, saatler ilerledikçe ve konuştukça bunun iyice farkına vardım; dün yorucu bir gündü işte... Öyle durumlarda oluyor ki insan, şimdilik Kağan ne olacak bilmiyoruz mesela. Yeğenimi ablam, eniştem, babam bir şekilde o süreçte idare edecekler. Umarım her birimiz için de bu süreç kolay olur... Dedeme bu süreçte hastanede ve de evde hastalığıyla ilgili yardımcı olacağımız için, Kağanımı götürmememiz bir açıdan iyi de olacak. Ama iki gündür, bunun düşüncesindeyiz aynı zamanda... Neyse, bir yolu bulunacak inşallah. Bu da bir başka sınav işte Allahtan...

Dün oturmaya bir çift akrabamız gelecekti, onlar gelmişti bile biz babamla eve geldiğimizde. İçeri geçtik ve tabii ki gündem olarak dedemin durumu konuşulmaya başlandı. Konuşuldukça daha çok daraldım doğrusu. İnsan korktuğunu söylemeye korkuyor bazen, o durumu yaşadım. Korkmuyorum, endişeliyim diyorum şimdi. "İyi düşünmekten, her şeyin iyi olacağına dair inanmaktan vazgeçmeyeceğim." diye kendimi ikna etmeye de devam ediyorum...


Velhasıl; bir hastane günü bittiğinde, yine bu kadar yorgun hissedeceğimi bilmezdim kendimi. Dün yoruldum, hem duygusal hem de fiziksel açıdan. Öyle bir soğuk var ki bu aralar, fiziksel olarak yorulmamam mümkün olmuyor 1 aydır her dışarı çıktığımda. Son 1 ayda, 4-5 sefer dışarı çıktım galiba işte... Ruhsal açıdan yorgun olmama rağmen, iyi yönlerini de görebiliyorum aslında durumun. Dedem şifa bulacak inşallah, oturup sohbetler edeceğiz yine, dayımla yengemle dedemle. Minik kuzenim İncimle vakit geçirme fırsatı bulacağız yine ve yengemlerin tüm aile ile de... Merom, onu unutmadım elbette. =)) Onunla vakit geçirmek de ayrı bir durum olacak ki, son görüşmemizden bu yana 4 ay oldu yine. Ama oturup derin derin son sohbet ettiğimizden bu yana daha çok zaman geçti. Mümkün olacak umarım yine, sağlıkla ve mutlulukla görüşebilmek...


Bir Hastane Günlüğü diye girdim, konu nerede bitti değil mi? Dünün, bugüne de taşan duygu yoğunluğunu kapsaması ile, bir dün yazısı bu. Dün hastanede geçti, akşam tüm endişelere rağmen evimizde oturmaya gelmiş olan Zöhre teyze ve Zeki amca ile de akşam güzel geçti... Diyeceğim o ki; her şey selametle güzel olacak, gerçek olsun umuyorum hepimiz için... Birkaç hafta sonra Antalya yolcusu olacağız kısmetse, sağ salim gidip sağ salim dönelim kısmetse...

Bu yazımın son notu şu; Hastanelerle sürüp giden böyle bir hukukum var ve ömrümce bitmeyeceğini anladım nihayetinde. İşin garip yanı şu ki; zamanında "bitsin" dediğim o hukuka, şimdi Allah hastanelersiz etmesin diyebiliyorum ben de. Allahım iyi doktorlarla ve iyi hastanelerle karşılaştırsın. Zira hastane işleri önemli, hayatın değeri sağlık durumunuzla ölçülür çünkü...

Sevgilerimle... :)

20 Ocak 2018 Cumartesi

Hayat Hikayem #4 - Hacettepe Üniversite Hastanesi, Anılarımız ve Öğrendiklerim


Hayat Hikayemi anlatmak için yazmaya başladığım Hayat Hikayem adlı yazı dizimin geldik 4. yazısına... :) Hala ilk yazısını yazıyormuş gibi heyecanlanıyorum bu yazı dizime yazarken... Hadi hayırlısı bakalım, bana iyi yazmalar ve size de iyi okumalar olsun. :)


Ankara Hacettepe Üniversite Hastanesi'nde geçirdiğim zaman dilimlerimi şöyle tanımlıyorum; Hayatımda en değişik ve de başta nefret duygusuna eşdeğer bulduğum ama sonrasında en güzel deneyimlerimi yaşadığım yerlerin başında gelen bir yer... 


2009 öncesine dair, bilgisayar ortamında tek bulabildiğim ve kendimin büyük olduğum resmi bu. Şimdiki oturduğumuz evden önceki kiralık evimizde ve bizim annemle hastanelerde kontrollere gitmeye başladığımız ilk yıllara ait bir resim... :)


Hacettepe ile 1997 senesinde tanıştık, doktorların her defasında benim yürümemi, oturup kalkmamı istedikleri kontrollerle başlardı muayenelerim, ben bu muayeneleri sonrasında güzel bir oyuna çevirmiştim. Kendimce doktorların karşısında defile veriyordum, mankendim ben; yürümemi çok beğeniyordu onlar da... :) Bir de oturup kalkmamı istiyorlardı ki, o zaman da dansçı oluyordum veya akrobat. Yaptığım ya da yapamadığım şeyleri gösteriyordum, onlar da bir öğretmen edasında beni inceliyorlardı. Ama ben onların karşısında ya dansçı idim ya da manken. Manken olmayı istemedim esasında küçüklüğümden beri, ama hep bir dansçı olmayı istemiştim. Bir dansçı olarak da, bir şeyler yararına defilelerde boy gösterme hayalim hep var oldu bu zamana dek! :)

Başlangıçta yürüme, oturma-kalkma ve koşma gibi becerilerimi sergilemelerim ile başlayan kontrollerim, oturarak devam eder kol ve bacak kaslarım iyice bir nörolojik ve ortopedik olarak muayene edilirdim. Sonrasında kan testleri, solunum testleri, güç testleri ile devam ederdi... Ama 1 aydan kısa sürmezdi Ankara'da kontroller için bulunma durumumuz. Birkaç poliklinik'e girip çıkmak üzere 6-7 poliklinik'e -çoğu zaman aylar öncesinden- randevu alarak gider, çoğu günü doktorları evlerine gönderene dek hastaneden çıkamadığımız akşam saatlerine dek sürerdi kontrollerimiz...

Biyopsi ile kesinleşince Kas Erimesi (Müsculer Distrofi)'nin Limb Girdle tipi hastası olduğum, 6 ayda bir 18 yaşıma dek İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi'nde devam edecek olan kontrollerim başlamış oldu. Kimi zaman 3 ayda bire düşüyordu bu süre ve beni de en çok bu yoruyordu sanırım. Kısa aralıklarla gidip aynı hastane koridorlarında, uzun uzun muayene ve sonuç sırası beklemek hiç hoş değildi. Kimi zaman çok ağlamama kimi zaman da çok arkadaş bulmama sebep oldu o koridorlar.

Bazen korktum o koridorlarda, bacaklarında ve kalçalarında demirden yuvarlak halkalar olduğunu gördüğüm çocuklardan çok korktum. Ama bu korku onlara acıma duygusu oluşturmuyordu bende. Ben onların canı acıyor ve de çıkartırken de çok acıyacak diye empati duyup korkuyordum. Bir de sonrasında doktorların o demirlerden bana da takmaları gerekirse diye korkarken buluyordum kendimi işte...



Annemle Ankara'ya giderken otobüste çekilmiş resmimiz yok, o zamanlar fotoğraf çekinmek de fotoğraf makinesi sahibi olmak şimdiki gibi kolay değildi bizim için. Bu resmi paylaşıyorum; çünkü annemle en çok Ankara'ya giderken kullandık otobüsleri, ama tek bir fotoğrafımız dahi yok otobüste ve Hacettepe zamanlarına dair net şekilde. 2009'dan öncesine dair, bulabildiğim net ve güzel tek otobüste fotoğrafımız ise bu... 2007 veya 2008'de gitmiştik, ablamla eniştemin yanına otobüsle... Bir daha da otobüsle Ankara'ya bir kez gittik galiba, ama çekinmemişiz fotoğraf işte. O zamanlardan bu zamana çok şey değişmiş, düşünüyorum da; ablamlar da artık burada, ben otobüsle yolculuk yapmayalı ise yıllar olmuş...

Hastanelerin büyük deneyimler kazanma sahası olduğunu da sonradan öğrendim, korktuğun her şeye alışabilir, yeni korkular duyabilir ve de yeni birçok hastalık öğrenebilirmişsiniz meğer. Çok poliklinik gezdim, çok yeni doktor tanıdım, çok yeni korku deneyimledim ve çok hastalık çeşidi öğrendim...

Doktorlar tanıdım, en çok güler yüzle yaklaşanları sevdim. "Her doktorun iyi günü kötü günü olur, ama hiçbir kimsenin kötü günü diye bir hastaya bağırma lüksü olmamalı!" diye deneyimledim. Hastanede bulunma hali öyle bir psikoloji ki; "en son istediğiniz şey, bilgisine muhtaç olduğunuz doktorun size surat asması, bağırması veya küçümsemesi..." Her meslek alanı veyahut her umumi bölgeler, özel durumları dışarıda bulundurmayı gerekir kişiler adına aslında. Ama hastaneler üst safhada bu konunun önemli görülmesi gereken bölgeler olmalı...

Çok doktor ve de çalışan ile tartıştığı oldu annemin bu konularda aslında, iyi günü veya değildi doktorların veya çalışanların da. Ama her hasta oraya aynı psikoloji veya aynı tahammül sınırında gelmiyor bilmelilerdi... Bir hasta nasıl doktora bağıramaz veya azarlayamaz ise, bir doktor da hastası adına bir kişiyi veya direk hastayı dikkate alarak azarlama hakkını elde edemez işte. İnsanın kendini gördüğü yerler, mevkiye veyahut günü gününe mi değişiyorsa artık; hiç unutmadığım en net olaylardan biri, dosyamızın arşivde olduğunuz söylediğimiz halde bakma zahmetinde bulunmayıp annemin üzerine yürümesi ile çıkan olaydı. Ki bu olayın sonunda, annem soluğu rektörün yanında almış ve sonrasında rektörün talimatı ile arşivci dosyamızı arşivden çıkarıp elimize özür dileyerek getirmişti. Şimdi düşünüyorum da, neden böyle olsundu? Neden üzülmenin gereği vardı değil mi? Ama benim anlatmam gereken konuya örnek olacakmış demek ki...

Bir diğer hatırladığım olay daha var; bir defasında da doktorun bizi zorlaması ile karşılaşmıştık, 2008 veya 2009 senesi idi. Seneler boyunca kaç kez karşılaştık ama benim yaşanan bu son olayı unutmam mümkün değil sanırım... Doktor hanım kan değerlerimle ilgili önemli bir sonuca bakacaktı ama o bölüm o kadar karışıktı ve o kadar çok sıra bekliyorduk ki; annem benim için beklemenin de gelmenin de zor olduğunu ve "bir sonuç için gelmiş olacak sadece hastaneye, o gün getirmesem olur mu" diye sormuştu. Doktor hanım da "olur tabii ki." demişti. Ertesi gün doktor hanım sonuç okuma zamanı geldiğinde beni hatırlamamış, bir kez daha beni çağırmıştı. Sonra bir başka test yapıldı ardına, doktor hanım yine sözünü çiğneyip beni hatırlamayıp çağırtmış ve "Aaa tamam." demişti. Gerçekten ama gerçekten dalga geçer gibiydi... Neyse uzatmayayım konuyu, doktor hanım beni 3 kez gördüğü halde, 3 defasında da tekrar tekrar çağırtmıştı. Ve her defasında da anneme getirmeyin dediği halde tekrar istiyordu. Sonucunda son sonucumuzu da okudu ama bizi bir akşam hastane koridorları boşalana dek bekleterek; öyle ki, sağolsun o akşam Saniye teyzem bize yemek yapıp getirmişti evden... Neyse; hak yerini buluyor diyeyim, sonra bizi hatırladı ama üzülerek... Neyse, geçiyorum bu konuyu da... :)



Çok hastalık da öğrendim Hacettepe hastanesi sayesinde... Mesela çoğu bebeğin üfürümden hastanelere getirildiğini öğrendiğim yaşlarımdı, her bebek için dua etmeye başlamıştım; "Hiçbir bebek kalbinde üfürüm sebebiyle anne babasını ağlatmasın, hiçbir anne baba çocuğunun hastalığı için hastanelerde beklemek zorunda kalmasın Allahım lütfen." diye. Küçük bir bebeği kalp hastalıkları bölümünün orada gördüğümüzde, aklıma ilk gelen "üfürümü" olduğu olmuştu bir seferinde. Ama tabii ki sadece üfürüm sebepli gelmiyordu bebekler, öyle çok hastalıklar olduğunu da hastaneler sayesinde öğrendim ben. Akla hala gelmeyecek kadar çok hastalık varmış meğer, benim bir grip bir de kanser var diye bildiğim küçüklüğümdeki gibi değilmiş durumlar...

Hacettepe'ye birkaç sene sonra alıştığımızı, annemle birçok bebeğin annesini teselli ettiğimizi görmeye başlayınca anladım ben... Kendimi daha iyi bilmeye başladığım senelerden birinde, koridorun bir ucunda kucağında bebeği ile hüngür hüngür ağlayan bir anne ve ona destek olmak adına yaklaşamayan birçok kişi vardı. Üfürüm demişler bebeğine, sonuç için birkaç gündür testler yapılıp duruyormuş. Doktor net hiçbir şey söylememiş ama o da kesin kez bebeğinin durumu kötüdür diye bekliyormuş, o sebepten ağlıyormuş meğer. Annem ona şöyle demişti, unutmuyorum nedense; "Bak biz kızımla kaç senedir gelip gidiyoruz bu hastaneye, birçok bebeğin küçük yaşta üfürümle gelip iyileştiğine de şahit olduk. Bebeğin iyileşir ya da iyileşmez, doktorlar net bir şey söylemeden moralini bozma. Allahtan ümit kesilmez, ne çocuklar görüyoruz derman bulunuyor şükür. Hem daha küçük bebeğin, sen ağlama ki kötü hissetmesin o da..."

Bunları benim yanımda söyledi annem, küçüktüm ama benim de annemle beraber ağlamama sebep olmuştu o anlar... Bir yarım saat kadar sonra, o abla girdi içeri bebeği ve eşi ile. 15-20 dakika sonra da çıktılar içeriden ağlayarak yine. Ben kötü bir sonuç çıktı diye düşünürken, kadın annemin yanına kadar geldi; teşekkür edip, çocuğuna üfürümünün geçmeye başladığını söylediklerini söyledi. Dünyalar bizim oldu... Evine bir bebek anne ve babasıyla iyileşmeye yüz tutmuş kalbi ile gitti o gün yine...

Tam tersi de olduğu zamanlar oldu, kötü sonuç alıp da ağlayan birçok kişiye destek olduğumuz da oldu, birçok bizim gibisinin de destek olduğunu gördüm. Sonrasında bize de destek olan oldu kimi zaman... Bir şey daha öğrenmiş oldum böylece; hastanede hastalığa düşen en bitik, en yabancı, insan da olsa ağlayan, tutamaz kendini gidermiş insan. Bir desteğe bir sese herkes ihtiyaç duyar ve bir insana destek olmanın hastanedeki bekleyişine en iyi gelecek şeyin olduğunu hissedermiş insan...



Hastane Ritüellerimiz Oldu, Hacettepe Üniversite Hastanesine Gide Gele...


Hastanelerde bize destek olan akrabalarımız çok oluyordu şükür. Ankara'ya gittiğimiz ilk senelerde, halamlardan birinde ya da diğerinde kalıyorduk annemle. Sonra bir zaman annemin teyzesigilde kalmaya başladık, çünkü orası daha yakındı hastaneye. Sonra en son olarak da her gittiğimizde Saniye teyzemlerde kalmaya başladık, orası da o zamanlar ulaşım açısından daha kolay gelmeye başlamıştı... Derken halamlar, annemin kuzenleri, annemin teyzeleri ve Saniye teyzemler; hastanelerde de Ankara gecelerinde destekçimiz olmayı sürdürdüler. Varlıklarına şükür... :)

Hacettepe Üniversite Hastanesi, İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi acil kapısından girerdik biz çoğunlukla hastaneye. Bir de onun alt taraflarında giriş yeri vardı, Sıhhiye köprüsünün de alt taraflarında kalıyor orası... O kapı, çoğunlukla bit pazarı taraflarında kurulan pazar yerine ve de pazar yerlerine gezmeye gidip döndüğümüzde kullandığımız giriş kapısı idi... İlk zamanlar Hacettepe Üniversite Hastanesi'nden o kadar nefret ediyordum ki; annem pazar gezmelerimiz, simit meyve suyu öğünümüz ve üstüne dondurma yemelerimiz, benim en sevdiğim Kızılay semtinde turlamalarımız ile sevdirmişti Ankara'yı... :) Yıllar boyunca gidip gelmelerimize bu ritüellerimiz sebebiyle de alıştım diyebilirim. Şimdi düşünüyorum da, annem hastanede en çok koşturanlardan biri idi ve hastanenin bir ucundan bir ucuna gitmemiz gerekiyordu bazen, hem de birden fazla kez! Annem bu gidişleri gelişleri yapıyor, üstüne de beni aralarda daha fazla oralardan nefret etmeyeyim diye gezdirmeye çıkarıyordu. Canım annem, hakkını ödeyemem ve ben çok şanslıyım bunu biliyorum. Sabrına ve de emeğine sağlık... :)

İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesinin giriş kapısının üstünde, bir cafeteryası vardı hastanenin. Annem ne zaman zor bir gün ya da çok beklemem gereken zaman dilimine sabretsem oradan dondurma alırdı bana. Oradan dondurmamı yemeden dönmedim birçok sefer, çoğunlukla kontrollerimizi okulum sebebiyle yaz tatiline alıyorduk. Annem de hep kahvesini alırdı ve büyüdükçe o cafeteryanın kahvesinin tadına ben de bakmaya başlamıştım. Orada en son kahvemi içtiğim zamanki halim de yukarıdaki resimde, 2009 senesinde gerçekleştirdiğimiz Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesinin önündeki bankta, öğleden sonraki randevumu beklediğimiz sırada gerçekleşmişti; annem ve Saniye teyzem ile birlikte. Kahvesinin ve de dondurmasının tadını da unutamam Hacettepe'nin işte... :)

Üstteki resimlerin tarafımızdan çekildiği gün, epey uzun süren bir gündü yine hastanede. Ve yine aynı gün, daha önce başımıza hiç gelmemiş bir olayın da geldiği bir gündü. Bir abla çocuğuna bakabilir miyiz diye sormuştu, biz de doktorumuzdan sonuç bekliyoruz diye olur demiştik. Abla doktora ve tuvalete uğrayacağını söylemişti ama bir gitmiş 30-40 dakika sonra gelmişti. Çocuğu sevmiş, mukayet olmuş ama çok da korkmuştuk bir daha gelmez ise diye. Tamam sonuçta kameralar var ama polise gitsek de bizden sonrasında şikayet olsalar olurlardı yani... Üstteki resimleri çektiğimiz öğlenin akşamında yaşamıştık bu olayı. Neyse ki abla gelmişti de, hepimiz bir rahat nefes almıştık. :) Saniye teyzem dalga geçiyordu en son, "Alıp götürürdük. Ne olacak onu da büyütürdüm, annesini bulana dek." diye. Sen öğlen kendini ödüllendir, akşamına hayat seni böylesine korkutsun... O gün de böyle bir anıya sahiplik etti işte... :)

Hastanede yemekten hoşlandığım en sevdiğim öğle yemeğim; simit ve meyve suyu ikilisi idi... Simiti, Hacettepe Üniversitesinin Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hastanesinin önünden alırdık annemle. Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Hastanesi, hemen yol üstünde bulunan öğretim bölümlerinin de içinde olduğu bir okul hastanesi idi. Çarprazında, yolun ortasında kalan bir türbe vardı. Adını şimdi hatırlamıyorum; ama oraya dua eder de geri dönerdik hep hastaneye, gitti isek bir pazar yerine veya herhangi bir yere. Ritüellerimiz çok oldu işte, Hacettepe Üniversitesine gide gele. En güzelleri de bunlardı işte...


En kötü ritüellerimiz ise, kan aldırma anılarımız oldu... Zamanla daha zor oldu ne yazık ki, bir klasik halini almış da olsa; hastalığım sebebiyle dirsekten kasılan kollarımdan kan almak giderek zorlaştı. Annem birçoğunda dışarı çıkmak zorunda kalabiliyordu, çünkü benden kan almaları 15 dakika kadar bile sürebiliyordu. Bir tek Hacettepe Hastanelerinde değil, bu durum birçok hastanede de böyle olmaya devam etti sonrasında. Sonra ben devreye geçtim zamanla, kelebek iğne kullanmalarını ister oldum hemşirelerden her kan aldırmamda. Kimini hemen inandırabiliyordum, bitmiş olsa bile depodan getirtip kelebek iğne ile kanımı basitçe alabiliyorlardı. Kimi de inanmıyor damarlarımı patlatıp duruyordu. Sonrasında da ya hemşireler kendi aralarında ya da annem hemşireler ile kavga edebiliyordu. Nihayetinde kelebek iğneye hepsi geri dönüş yapıyor ve işlemi bitiriyordu. :)

Acı çektirerek bana inanmamayı tercih ettikleri bir günde yaşadıklarımızı hatırlıyorum da; o günün sonunda, hastaneden çok ağlamış ve iki elimin üstündeki birçok damarımın ve de kollarımdaki birçok damarımın patlamış haliyle eve döndüğümü hiç unutamıyorum. Deneyimli bir hemşire, ağlama ve bağırma sesime gelmişti de, onu kelebek iğneyle alabileceklerine ikna etmiştim ve ikinci sefere kalmadan kelebek iğneyle kanımı alıp göndermişti bizi. O hemşirenin diğer hemşireye yanıbaşımda, neden bana inanmadığını sorguladığını da hatırlıyorum; "ben yapabilirim sanmıştım." dedi.

Şimdilerde kelebek iğne kullanılmıyormuş hastanelerde birkaç seneden beri, sakıncaları bulunmuş kelebek iğnenin de. Daha kötü müdahale edenlerle de karşılaştım ama zaman geçtikçe kavga gerektiren yerlerde kolumu kanımı almasını istemediğim hemşerilerden saklamayı ve deneyimli birilerini talep etmeyi  alışkanlık haline getirdim. Kontrolü elime aldım çok geçmeden yani, zira hakkımdı... Artık gittiğim hastanelerde kalın iğne kullanacak olan olduğunda bebek iğnesi talep eder oldum; hem ince damarlı hem de kasılı dirsekli bir kola sahip olmak neyi gerektirirse yani.


Haklarımı bilmeyi ve de savunmayı da hastaneler öğretti yani, acı şekillerde bile olsa...

Çözümü kendin üretmek ve onu uygulatmak için savaş vermek zorunda kalabildiğin yerlermiş  hastaneler. Zor, meşakkatli ama hayata dair gerçek olan ne varsa içinde barındıran cinsten öğretici bir yer... :)

Annemden ve büyüklerimden hep şunu duyarım yıllar yılı, bu sözle bitireyim isterim yazımı; Allah bizleri ne hastanelere muhtaç etsin, ne de hastanelerden mahrum... Amin... :)

Okuduğunuz için teşekkürlerim ve de sevgilerimle... 


18 Ocak 2018 Perşembe

İnternet Günlüğüm 2018 #1 - Senenin İlk 17 Günü


Senenin 18. gününden yazıyorum, 2018'deki ilk internet günlüğüm yazımı... :) Geçen hafta sınavların varlığına daha iyi kontrol olabilmek adına yazamadım, bu hafta da bir günlük yazısı ile bloğuma dönüyorum... Geride bıraktığımız haftasonunda bu dönemin son sınavları ve benim bu dönem için de son 5 dersimin sınavları vardı. Sınavları emek vererek elimden gelenin en iyisini yaparak bitirmiş olmamın haklı gururuyla yazıyorum şu an da sizlere... :) 

İlk 14 Gün, Sınavlara Hazırlık ve de Sınavlar İle Geçti Gitti...



13-14 Ocak 2018 Cumartesi ve Pazar'ı, benim için epey zor geçen bir sınav haftasonu daha idi. Zira soğukların en etkili olmaya başladığı iki gündü ki, yine benim sınavlarıma denk geldi. 6 senedir giderek artıyor bu soğuklar, veyahut ben daha hassaslaşıyorum... 

Sınavlar güzel geçti, şükür ki elimden gelenin en iyisini yaptım. Senenin ilk 14 gününü ders çalışarak geçirmem gerekse de, sonucunda içim rahat şekilde sınav sonuçlarını bekliyorum ya; yorgunluğu çekelim ne yapalım dedim... Ve 4 gündür, kendi keyfime bakıyorum şimdi; kitap okuyor ve film izlemeye çalışıyorum kendimce. Bir de yeğenimle vakit geçirmeye uğraşıyorum çoğunlukla. Ders çalışıyor olmanın en zorlu noktaları; uykusuzluk ve de evde var olan yeğeniniz ve sevdiklerinizle tam manasıyla vakit geçirememek bence... :) 

Soğuklar sebebiyle son 6 gündür fazlasıyla güçsüz hissediyorum kendimi ama ağrılarım az seviyede olduğu sebepten, güçlendirme egzersizlerimi ihmal etmiyorum... 2018'in bana getirdiği en güzel alışkanlığı olsun istiyorum, hareketlerimi tek bir gün bile ihmal etmeden geçireceğim bir ömür...

Geride bıraktığımız haftasonu, soğuğa ve de sınavların varlığına tahammül etmeye uğaşırken; annem ve eniştem hasta idi ve babam da işte idi. Bu sebeplerden ötürü, sınavlara gidip gelmemiz babam harici çekirdek ailemizin geri kalanı ile mümkün oldu. Şüphesiz en eğlenen Kağanım ile ben olduk bu haftasonu sürecinde de... :) Ders tekrarı yapmak durumunda kaldığım Cumartesi akşamı haricinde, yeğenimle Avm'lerde ikimiz dolaştık. Gerek akülü sandalyem ile eşlik ettim, gerek o benim sandalyemi sürdü, gerekse de kucağıma oturdu ve beraber ilerledik. Eğlenceli bir haftasonu idi, yorucu olmasının yanı sıra. Maşallah bize. :)

Cumartesi akşamı, benim yanıma gelmesin de tekrarları sağ salim yapıp yatayım diye uğraşırken; yeğenim bana resimler yapıp getirdi durdu. Cumartesi günü Avm'de dilediğimizce gezdik, kısa süreli de olsa; öğlen tek bir sınavımın olması sebebiyle Cumartesi gününü yine rahat geçirdim. Ama Cumartesi akşamında, ertesi güne sabah iki öğlen iki olmak üzere 4 sınavım olduğu için tekrar yapmak için ayrı odaya geçtim ama yine de yanımda olmayı aralıklarla sürdürdü. Yeğenimin yanında isem, boş da olsa ikimizin gezmesini istiyor sadece, Cumartesi günü Avm'de anneanne ve babasından  seviyor benimle. Ama ben de onun kadar eğleniyorum tabi, belki de bu yüzden... Yeğenimin bu sıra bana yönelttiği birçok sorusu var, engel durumumla ve beraber yapamadıklarımız adına; benim de bunları yazmaya ihtiyacım var tabii bu arada. Sırası gelecek inşallah...



En eğlenceli sınav günümüz de Pazar günü oldu, en zoru idi aynı zamanda da... Havaların bu kadar soğuk olmasına içerlemiyorum da, en kritik noktalara denk geldiklerinde biraz bozuluyorum doğrusu. Kaslarımın bu konudaki güçsüzlüğü hala canımı sıkıyor yani.. Hafta sonunun eğlenceli geçmesi, tatlı küçük aksiliklerimizin sebep olmasıyla da gelişti. Ablam ve annem, beni o soğukta idare etmekte zorlandılar tabii ki. Pazar günkü küçük aksiliklerimiz; sınav yerimin önünde akülü sandalyemi kurarlarken de meydana geldi, avm'nin içinde avm'nin tekerlekli sandalyesini kontrol etmeye uğraşırken de... :) Ailemin varlığına çok şükür diyerek geçirmediğim gün yok, ama haftasonu bu yoğunluğun arttığı günlerden biriydi yine; zira son zamanlarda gücümün soğuk sebepli yine düşmüş olması, yine onları istemesem de zorlamama sebep oluyor... Umarım şu soğuklardan da sağ salim güçlenerek çıkabilirim yine... Amin. 

Pazar günü sabahki sınavımdan sonra çıkıp kahvaltı etmek üzere Avm'ye gittiğimizde, yeğenimle bana çocuk menüsü aldık. Yeğenimin o günkü isteği idi benden. İkimize de Burger King'den oyuncaklı çocuk menüsü seçtik; aşağıdaki resimlerde inceleme görevini üstlenen dedektif Snoop benim oyuncağım, evin üzerinde oturan ve diğer uçan snoop ise Kağanın... =) Karar verdim, burada kayıtlara da geçsin; ara sıra gezmeye gidip istisna yaptığımız dışarıda atıştırdığımız zamanlarda, ben de yeğenimle çocuk menüsü alacak ve oyuncak edineceğim kendimize. Gerçekten çok doyurucu olmasa bile, yani benim için, eğlenceli idi. Yeğenimle eğlenmek ve onu mutlu edebilmek en eğlenceli kısmı idi... :)

Avm içinde dolaştık Kağan ile, benim yanımda yöremde benimle bir şeyler araması ve bulma telaşında heyecanlardan heyecana girmesi; çocukların oyun oynamayı hayatın her anına yaymasına bir kez daha hayran olmama sebep oldu... Pinokyo kitabını alıp okunmasını istemiş öğretmenleri, o kitabı aldık Pazar günü. Dondurma yedik mikropları öldürmek için, üzerine su içmeyi ihmal etmedik. :) Bol bol yedik, annem ve ablamla küçük aksilikler yaşadık, ama çok eğlendik eniştemle çok şakalaştık, ki eniştem epey hasta idi ona iğne vurdurduk haftasonu iki kez... 

Derken bitti işte; eğlence ile dolu, neşeli bir Kağanın teyzesi kadar gezme aşkının bulunduğu bir haftasonunun son günü ile... :)

Sınavdan Sonraki 3-4 Güne Dair...



İlk 14 günün sonunda, yani sınavları bitirmiş olarak döndükten sonra, akşam yemeği hazırlarken ablam evlerinde; Kağanın acıdığını söylediği dudak içine nihayet bakmaya ikna edebildiği esnada, diş düşmeden damak arkasından esas dişinin çıkmaya başladığını görmüş ablam. Kağan süt dişlerini dökmeye başladı böylece... :) Haftanın ilk günü dişçi kontrolü ile başladı, ilk diş çekimi gerçekleşti yeğenimin. Farketmediğimize üzüldük başta; diş damağı yarmış çıkmaya başlamış çünkü, alt dişlerinden birinin arkasında. Ama Perşembe gününden beri ara ara artıp duran ateşinin sebebinin olduğunu anladığımızda da şükrettik. Kağan ile anlaşma sağladık, bir daha bizden acısa da saklamayacak göstermekten herhangi bir dişini ve yarasını. Kağanım bize dudağını gösteriyordu, açamadığını acıdığını söylüyordu. Yara bere saklamıyor ama ağız içi saklanabiliyormuş işte... Kağan bize çok şey öğretiyor, iki üç günde diş çıkartmış ve bize göstermediği için bunu kendi bile anlamamış. Kontrol etmekte daha kararlı ve daha temkinli olacağız bundan sonra... 


Salı günü ablamlardan döndük evimize yeniden, bu sefer yeğenimi de aldık geldik üstelik. Havalar o kadar soğudu ki burada, sabahın en erken saatinde sabah ayazında ablam bize bırakırken hastalanmasın dedik. Bu hafta okullar bitiyor, 2 hafta da okul yok zaten. Bu gidişle soğuklar hafifleyene kadar haftaiçi yatılı bizde kalması muhtemel yine kuzumun... Elimden geldiğince 2 gündür birşeyler yapayım o okuldayken diyordum ama bu yazıyı bile yazamıyordum, neyse ki bugün yazdım işte... 

Besin İntoleransı...


Sevgili İnternet Günlüğüm; ilk 14 günü sınav çalışmaları ve sınavları iç rahatlığım ile geride bırakma telaşı ile geçen, son 4 gündür de sınavlar sonrası normale dönme sürecimi atlatamadığım ve de hazımsızlık sorunumun arttığı günlerle senenin 18'inci gününde sana yazmaktayım işte böyle...

Mide mikrobu tedavisi gördüğümden beri,ara ara gerçekleşmeye başladıysa da mide sıkıntılarım; "toparlandım artık, tekrarlamaz aşırı mide gazı ile karşılaşma durumum." diyordum... Son 5 gündür ise, bir gece hariç hep rahatsız idim. Yattığım zaman kalbime vuran, garip bir gaz sancısı bu. Besin İntoleransı dedikleri şeyin bu olduğunu bilmezdim, dün gece rahatsızlığımın geçmesi için yatağımda oturur iken iyice okudum ve inceledim. Bazı besinler kişilerin vücuduna has bir rahatsızlık verebiliyormuş. Ben sadece çiğ birkaç sebzeye rahatsızlığım var sanırken, son 6 ayda birçok besine karşı hassasiyetim çıktı. Şöyle ki, pişmiş hiçbir gıda rahatsız etmiyor beni sanıyordum; kavrulmuş çerezler ve birçok besinin sadece kavrulmuş halleri de rahatsız edebiliyor şimdi... 

Besin hassasiyeti testlerine hala güvenmiyorum, bir kan testi ile çıkabilir mi tüm sonuçlar bilemiyorum ama; çoğunlukla hassasiyete sebep olan meyveler arasında elma var bilgi yazılarında, ama elma benim mide rahatsızlıklarıma iyi gelen besinler arasında...

Bu rahatsız eden besinleri de yazmaya karar verdim de dün gece, o sebeple bu yazımın sonunu böyle getirmeyi istedim. Birçok besine karşı hassasiyeti olan kişiler okursa, günlük tutmak bu konuda ne kadar iyi imiş paylaşacağım sonrasında da. Benim günlüğümde ilk sıraya yazacağım üç madde şunlar; çiğ soğan, çiğ sarımsak ve çiğ marul... 

Bir son not olsun o zaman; hassasiyet duyulan besin unsuru ağız yoluyla vücuda alınmasa bile, kokusu ve dokusunu hissetmek bile hassasiyet duyulan besine karşı vücudun tepki vermesine sebep olabiliyormuş. O zaman bu son nota göre, yıllar yılı kavrulmuş soğanın kokusunun benim başımı döndürmesi ve direkt etki alanında olduğumda mide bulanması ve şişmesi yaşamamın sebebi bu imiş... Her gün bir bilgi, bugünün bilgisi de sabaha karşı okuduğum mide şişkinliğine sebep olan besinlerle ilgili yazılardandı... :)



İnternet Günlüğüm yazıma uzun uzun yazmayı seviyorum. Bir sonraki yazım, uzun zamandır yazmadığım bir yazı dizime olacak muhtemelen, istediğim gibi düzenlemesini bitirebilirsem yarına yani. Ama öncesinde bir içimi dökmeye ihtiyacım vardı...

Esasında bir kez daha incelesem, birçok paragrafı silerim belki; çünkü birçok kez üşümekten bahsettim, soğuklara olan hassasiyetimden. Ama  geri dönüp oraları silmeyeceğim, zira bu İnternet Günlüğüm--> yazdım gitti... :) Görüşmek üzere...

7 Ocak 2018 Pazar

Pazar Yazısı #43 - 2018'in İlk Pazarı




2017'in ilk pazarına üstteki hallerden sonra, bir nişan günü ve akşamının sonrasındaki sabah ile kalabalıklarımızı yolculayarak başladık. Allah eksikliklerini göstermesin, akraba kalabalığımız boldu 1,5 haftadır. Dayımızın kızı Ebru ablamın nişanı vardı dün, gündüz evde kız istemesi ve yüzük takması, akşamına da nişan yemeği ve sohbeti vardı bir mekanda... Küçük bir organizasyon ile geçmiş de olsa, yorgunluğu oldu her birimizde. :)

Akşama doğru küçüklük arkadaşım Seda geldi bize, o yaptı ablam ile benim saçlarımı sağolsun. Ellerine sağlık buradan bir kez daha... :) Bir gün öncesinden Gemlik'e gelmesi, yine bir tesadüf oldu. Benim arkadaşlarım becerikli neyse ki, ben gibi değiller bu konularda. Çoğu düğünümüze ve etkinliğimize, hazırlanmamda büyük yardımcılar... :) Üstün körü plan yaptık bir gün öncesi akşamından böylece. Saç yaptırmak dediğim işte, görüldüğü üzere tepeden bir örgü ile toparlama sadece; ablama da hafif bir maşa yaptı sonrasında; üstüne de annem kız istemeden gelince onun saçına başına şekil verdi ve hafif makyaj yaptı; bir bende makyaj yoktu yine, gerek görmedim ona da. Arkadaşlıklarına ve desteklerine minnettarım arkadaşlaımın, sevgilerimle tabii ki; arkadaşlar ve dostlar, seçilmiş kardeşlerdir derler... 

Neyse işte, geri dönecek olursam nişan meselesine; küçük ya da büyük ne olursa olsun, böyle günlerde toplanmalarımızın tatlı telaşları oluyor ve bir araya gelmek esasında yorgunlukları tatlı kılıyor... Dün nişanlanan çiftimizin fotoğraflarını çekemedim ama üstte annem, babam, ablam, Yurdagül Yengem, annemin Fatma teyzesi ve Ayşe teyzesi ile fotoğraflarımız var; tutulan mekanda da 6 uzunlamasına masada toplandık akrabalar olarak. Bu saydıklarım gelebilenlerimiz oldu, düğün vaktine yani yaza yine daha kalabalık olabileceğimizi de tahmin ediyoruz tabii... 

Gün nasıl geçti'ye gelirsek; bu pazar, sabahında yolcularımızı yollayıp, akşamına dek birkaç gündür  ihmal ettiğim planlarımdaki maddeleri yapmak ile sürdü geçti... Biraz yorgun, biraz kalabalıklar sonrasına alışmak ile sakin; geçiyor işte günler... Ve önümüzdeki hafta ile bir sınav haftamıza daha giriveriyoruz dostlar, biraz gerginim ne yalan söyleyeyim! Bu dönem için son 5 ders olması da, bir an önce bitirmek istiyor oluşum da canımı azıcık sıkıyor. Ama her defasında, "çabayı elden bırakmaz isen yaparsın, düşün son derslerden bunlar!" Kendini gaza getirenlerde bugün mü desek bu duruma, ne desek? :)


Yeni yılın ilk haftasına ilk pazarından bir küçük değinecek olursam; biraz gergin, bolca kalabalık dolu, eğlenceli, gergin ama güzel bir hafta idi bence. Bu hafta gibi geçmesini ister miyim tüm, galiba hayır. Biraz daha sakin haftalar dilerim her birimize! Bu hafta gibi geçerse 2018, geçmez tüm yıl ona göre. Ben 2018 ile pazarlık ediyorum dualarımda ve de planlarımda. Hadi hayırlısı diyorum bu sebeple. :)

Nişandan fotoğraflarımızı, yeni çiftimiz Ebru ve Alper'i, güzel kalabalıklarımızla beraber sohbetlerimizi çok sevdim 2018'in ilk haftasında... Bu açılardan geçebilir tüm yıl böyle. Sevinç dolu kalabalıklarla ve sağlıcakla bir araya gelmeler ile geçsin günlerimiz aylarımız yeter ki... Sık sık değilse de aralıklarla da olsa; mutluluklarla, planları toparlayabildikçe, acılarla değil güzel sevinçlerle bir araya gelelim inşallah. 

2018'in ikinci haftasına daha farkında gireceğimize eminim, ben ilk haftadan planlarımı da yürütebildim valla. Sıra şu sınavlarımı güzel atlatmakta. Aöf'li arkadaşlarım, önümüzdeki hafta hepimize güzel bir hafta ve iyi geçen sınavlar dilerim! Hepimizin emeğinin karşılığını alabildiği bir hafta ve haftasonuna olsun inşallah. 

Sevgilerimle... =)