30 Eylül 2018 Pazar

Pazar Yazısı #52 - Alışılmadık Pazar


Antalya'da alışılmadık bir Pazar yaşıyoruz, geçen hafta bugünden sonra bir tane daha aslında... Geçen hafta bugün defnedilmişti dedem. Dün dedemin 7 duası da okundu (Allahım kabul eder ve ruhuna iletir dilerim); bu sabah da son olarak annemin Ankara'da yaşayan bir teyzesi, dayısı ve iki yengemi de yolculadık buradan. Kaldık, annem dayım ve ben olmak üzere... Şimdi dedemin yokluğu daha ağır hissediliyor işte!


Dayımları yolculadık bu sabah erkenden ve sonrasında annem kahvaltımızı bitirdikten sonra ev toplamaya girişti tekrar. Bir garip geldi daha da; evde dolaşıp da "Bağdat, yeter kızım bir otur ya!" diyen dedem yoktu bu sabah da... Evin sessizliğinde yine dedemin açtığı ses yüksekliğinde bir televizyon açık değildi. Bugün daha çok özlediğimi ve bu evin onsuz nasıl bir garip olacağını daha iyi anladım...

Diğer yandan da, birkaç gündür evi kapatmayacak olduğumuza da sevindiğimi farkediyorum... Dedemin evini saklayabilme imkanımız doğdu, ortanca dayım kendi evinde değil burada oturma kararı verdi. Hem dedemin düzeni daha sağlam ve burası daha merkezi. Hem de var olan bir evin düzenini korumak, ailemiz için daha iyi olacaktır hepimiz adına... Küçük dayım da gelir gider ailesiyle buraya yine ve biz de her geldiğimizde kalmaya devam edebiliriz. Hala garip ama en azından bu fikir daha alışılabilir geliyor şimdi...


Bir yalnız pazar geçiriyoruz işte, biz de bir iki hafta daha buradayız ve kısmetse sonra biz de evimize döneceğiz işte... Bu sabah erken kalkıp da uyuyamayınca kahvaltı yapıp, biraz uzandım dizi izledim o sessizlikte. Sonra kalkıp defterlerime dalma kararı aldım bugün. Bir hafta boyunca kalabalıktan fırsat bulup da defterlerime uzanamadığım için, bugün onlara karşı sessizliğimi de bozuyorum... Kalabalıklar acıya direk teslim olmaya engel. Sessizlikler yalnızlıklar da lazım ama, sevdiklerimizin sessiz vedalarını duyabilmek için...

Bu alışılmadık pazar gününde bunu hissediyorum; dedemin sessiz vedası sürüyor ve biz onun anılarına alışabildik biraz, şimdi de sessiz vedasına kulak kabartıyoruz. Zaman geçerken, anılarıyla anmaya anlamaya ve onu duymaya daha çok devam ediyoruz. Şu an sadece bu sessizlik alışılmadık, ama mecbur ona da alışacağız...

Sevdiğim bir söz var, onu düşündüm durdum bu hafta sık sık;

Vedalar canını sıkmasın.
Yine buluşabilmek için, bir hoşçakal gereklidir. (Richard Bach) 

Böyle işte... İyi, sağlıklı, ve huzurlu pazarlar olsun cümlemize. Dedem artık acı çekmiyor, hep söylüyorum; bunu bilmek özlesem bile, diğer yandan huzur da veriyor artık. Özlüyorum dedecim, huzurla uyu ve dualarımızı duy...

Sevgilerimle...

26 Eylül 2018 Çarşamba

Şiirlerle Hayat #21 - Bittiğine Yanarım #AliKızıltuğ


Bittiğine Yanarım - Ali Kızıltuğ

Niye bayram edem yılbaşlarında
Ben ömrümün bittiğine yanarım
Çocuklar sevinsin onlar böyür
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Çok değiştim kim demiş aynıyım
Yavaş yavaş eşitmeyim duymayım
Maçım bitti uzatmaları oynuyom felek
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Yıkılsın başına saraylar hanlar
Bir gün ömür almıyı kullar vay dünya vay
Neye yaradaki artık paralar pullar
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Kızıltuğ niye sustu dillerin
Kokusu kalmadı sanki eski günlerin
Çok kahrını çektim gurbet illerin
Ben ömrümün bittiğine yanarım

Ali Kızıltuğ


Dedemin hastalığının haberini, 2017'nin Aralık ayında almıştık. Tedavi sürecine sonrasında karar verildi ve Şubat ayında Antalya'ya geldik annemle. İlk hastalık haberini aldığımız sıralarda paylaşmıştı dedem bu şiiri, facebook hesabından... O zaman çok içime oturmuştu ve dönüp dönüp okuyamamıştım bile, hep aklında bu şiir var bildim ve benim aklımda da hep bu şiiri oldu son zamanlarında. Bana şimdi dedemi hatırlatacak bir şiir olarak kalacak, Ali Kızıltuğ'un "Ben Ömrümün Bittiğine Yanarım" şiiri. Biliyorum...

Ali Kızıltuğ; dedemlerin köyünden bir ozanımız, Sivas'ın Mursal köyünden bizim köylümüz oluyor. Ailecek tanışır ve de görüşürdük küçüklüğümden beri, gelmeseler de bilir ve arar sorardık. Ben büyüyene dek türkülerini çok sık duysam da, açıp açıp dinlemiş değil idim. Ama annemle babamlar ve Dedem de severdi Ali Kızıltuğ'u, dinler ve bilirlerdi de türkülerini. Ali Kızıltuğ'a da dedeme de Allahım rahmet eylesin. Umarım öteki dünyada buluşmuştur, diyorum şimdi ikisi için de...

Dedem vefat edeli bugün beş gün oldu; defnedildiği gün, yani pazar günü, dedemin evine geldim yine. O gün dayımlardan küçük kuzenimle beraber dedemin evine getirildiğimden beri garip hissediyorum kendimi. Bu ev onsuz çok garip şimdi. Her an her yerden çıkacak, her an gelip bir şey söyleyip televizyonun başına dönecek gibi; gözüm odaların kapılarında... Her an yüksek sesle izlediği televizyonunu açacak gibi geliyor mesela; geldim geleli televizyonu açmaya bile cesaret edemedim mesela, büyük kalabalıklarımızı dün göndermiş olmamıza rağmen üstelik. Şimdi annemin dayısı, iki yengemiz, iki de teyzesi ile kaldık dedemin evinde annem ve ortanca dayımla beraber... Bir de benim dayılarım var, dedemin oğulları işte... "Bu ev anneannemden sonra kapanmadı, gelip gittik de; şimdisi zor, öyle böyle kapanacak diye üzüntülüyüz." Bir ocak kapandı, bir devir bitti diye hissediyoruz. Ben kendimi bildim bileli dedemler bu evde oturuyor, daha nasıl garip hissetmeyeyim ki kendimi diye düşünüyorum...

Dedem bu şiiri paylaştığında, eminim ki benim ve sizin okuduğunuzda hissettiğinizden çok başka bir şey hissetti; şiirin de sonunda dediği gibi, "neye yarar ki artık paralar pullar, ben ömrümün bittiğine yanarım!". Ömrünün sonu için korkardı, hastalığı ve kullandığı ilaçlar çoktu. Kimse zahmet etmesin, gerekirse birini tutarım gibisinden düşünür ve kefen parası yapardı herkes gibi kendine. Ne yazık ki, onun bile kendini kurtaramayacağını biliyordu belki de... 

Ömrünün bittiğine üzüldüğünü ve daha fazla yaşamayacağını bilmeye duyduğu üzüntüyü tahmin edebiliyorum; sadece bu şiirle bile, hayat dolu bir adam olduğunu anlatabilirim size dedemin... Kalabalığı, yedirmeyi içirmeyi ve hoş sohbeti seven adamdı dedem. Anneannemden sonra, evlatları her ne kadar her fırsatta çevresinde oldu ise de; eskisi gibi kalabalıkları olamadı dedemin. Ama yine de severdi arkadaş edinmeyi ve dernekler aracılığıyla çok arkadaş edindi... Ama ömür en nihayetinde yine yetmedi ve o uzatmaları oynuyorum hissini tattı ya, buna üzülüyorum beş gündür! Dedemin hastalığının ciddiyetine rağmen, bu kadar acı çekeceğini tahmin etmezdik. Evlatları son anına dek hep başında idi de, ecelin önüne geçemediler yine de...

Bu şiiri okuduğumda en çok canımı yakan mısra var; "Çok kahrını çektim gurbet ellerin!" Ömrü boyunca Almanya'da Ankara'da yaşadı da, devam edemediler ömürlerine uzun seneler boyu köylerinde. Tam köye ev kurdular anneannemle, birkaç sene yaşadılar ki; anneannem vefat etti.. İçine bir özlem olduğuna ve de o özlemi ne kadar gitse de dindiremediğine, anneannemden sonra köyden daha çok koptuğunu bildiğim için de üzgünüm maalesef ki...



Hayat şiirlerle dolu, şiirler hayatın her yanında diyorum ya size; bu da benim dedemin, biz evlatlarına torunlarına ve tüm sevenlerine, hayatının şiiri ve türküsü... Ali Kızıltuğ'un türküsü var bu şiiri üstüne, "Ben ömrümün bittiğine yanarım" diye... Bugünü ömür bilip, bittiğine yanmayanlardan olalım diliyorum son olarak. Bir ders niteliğinde şiir, sona gelmeden bu hayatı yaşamayı ihmal etmeyelim; ömür dediğin bir gündür, o bir gün de bugündür... 

Dedeme, Ali Kızıltuğ'a ve tüm ölmüşlerimize rahmet ve kabir rahatlığı diliyorum. Sevgilerimle...

22 Eylül 2018 Cumartesi

Dedem... - 22.09.2018


Bu selfie fotoğrafımı geçen sene 15 Temmuz 2017'de, dedemin evinde çekmiştim... Dedem sağlıklıydı, en azından biz daha bunun bir süre daha o haliyle sürebileceğini tahmin ediyorduk...

O tatilden döndükten sonra, 10 günlük bayram tatiline de Antalya'ya yanlarına gittik ve oradan döndükten sonra kasımın başlarında hastalığının haberini aldık...  Yine de bu kadar çok acı çekeceğini ve zorlanacağını tahmin etmedik...

Şubat ayında ameliyata girdi, ameliyat beklediğimizden iyi de geçti ve sonra kemoterapi ve ışın süreçleri vardı... Antalya'da geçirdik zamanımızı annemle, o iyileşebilsin diye tüm evlatları elinden geleni yaptı şükür ki! Doktorların bize söylediği, karaciğeri sağlıklı olsa idi daha iyi olacağı ve toparlanacağı yönde idi. Ama maalesef, öyle olamadı...

Hayat, kendimizi birçok ihtimal üzerinden teselli edebilmek de demekmiş. Daha fazla acı çekmediğine de teselli buluyoruz, daha fazla çekemezdi de diyoruz şimdi... Yarın öğlen namazına müteakip namazı kılınacak ve Antalya'ya defnedilecek.

Annemin can acısını, anlatamam, onun için endişemi de anlatamam; benim sıkıntım ise en çok son zamanında etmek zorunda kaldığımız zorlu dualardan sebep... Onu özleyeceğim, özleyeceğiz; ama acı çekmediğini ve nefes almakta zorlanmadığını bilmek de güzel. Zaten bu süreçte, bizi en çok da bu durum teselli ediyor...

Velhasıl, bu fotoğrafı çekerken arkamdaki resmi bilerek kadraja almıştım, biri hayatta diğeri öteki dünyada demiştim ve anneannemi özlemle anarak birçok kez bakmıştım bu resme sonrasında... Şimdi o arkamdaki resimde bulunan iki büyüğümüz de hayatta değil, bu sabah dedemi kaybettik!

Sabahtan beri o kadar çok kişiye söyledim ki bu cümleyi, dedemi kaybettik! Bazen hala inanmıyorum ama... Ne olur yattığı yer onu incitmesin, mekanı cennet olsun... Başımız sağolsun, Allah rahmetine erdirsin.

Annenneme kavuş dedecim inşallah..  Dedecim, toprağın bol olsun. Seni seviyorum...

Torununuz Didem, seni çok seviyor, sizi çok seviyor...

21 Eylül 2018 Cuma

Filmi Olan Kitaplar #11 - Senden Önce Ben


30 Nisan 2018 günü, elimde dahi olmayan kitabını okumadan filmini izlemeye bir gece karar verip izlemiş ve hiç beklemediğim kadar etkilenmiştim ki; bana hüngür hüngür ağlayarak bir yazı yazdırdı bu film ve sonraki günlerime de umut oldu. Yazmak istediğimi daha çok hissettirip anlattı. Hikaye beni çok yaraladı...

Bu bahsettiğim yazımı okumak veya tekrar okumak isterseniz burada bulabilirsiniz... :)

Kitabı bugün bitirdim ve bu benim için bir ilk oldu. İlk defa bir filmi olan kitabı okumadan, filmini izledim ve birkaç ay sonrasına da kitabını okudum. Bu pek tercih ettiğim bir şey değil. Eğer bir filmi izlediysem, kitabını okumayı da tercih etmem. Eğer merak ettiğim bir kitap-film var ise, önce kitabını okurum sonra da filmini izlemeyi tercih ederim... Yani demek istediğim, kitabı olan bir filmi izledikten sonra kitabını merak edip alıp okuduğum olmamıştı...


Neyse, çok konuştum; bu hikayenin kitabı da beni filmi kadar yaraladı ve ben de sırası gelmişken Filmi Olan Kitaplar yazısını yazmaya geldim... (: Bu defa filmi olan bir kitabın, filmini kitabından ayrı tutamadım. Yani filmi yapılsa da olurmuş, dedirtmedi. Bir de hikayenin çıkış noktası kitaptan da olsa, filmi daha güzel geldi doğrusu... 

Filminde ağladığım o geceyi hatırlıyorum da; o geceden sonra okumayı ertelediğim o kitabı, bir an önce alıp okumayı istemiştim. Doğum günü hediyem olarak, Saniye kivrama iki kitabını da aldırdıktan sonra; diğer doğum günü hediyem olan kitaplarımı bitirip, 12 Eylül günü "Senden Önce Ben"i elime aldım ve bugün de okumayı bitirdim. Kitapta, filmdeki olaylardan daha fazlasını bekliyordum doğrusu. Hani genelde kitaplardan olayları keserler de filme hepsini sığdıramazlar ya, kitabı okuduğumda daha fazlasını da okuyacağımı, kalan beklentimi doyuracağımı düşünmüştüm. Ama tam tersiymiş meğer, filmde kitaptan "ya şu sahnede olsaymış!" dediğim bir sahneye rastgelmedim. Filmdeki sahnelerin her birinden memnun oldum bir kez daha okudukça...

İnstagram'a bugün kitabı bitirdikten sonra, sondan bir önceki sayfanın fotoğrafını çekip üzerine; "Bitti. Filmi gibi yaraladı da, bitti... #SendenÖnceBen" diye yazdım ve paylaştım. Ben kitapta daha fazla ayrıntı da bulabilirim diye umarak okumuştum, umduğumu bulamadım ama buna rağmen kitabı da filmi kadar sevdim. Ve öyle yaraladı ki, o son mektupta yine ağladım. Sesli okumak istemiştim, önce sesim titredi sonra da ağladım. Bu hikaye beni cidden yaraladı...


Anlatım edebiyat içerikli diyemem, sade bir anlatımı vardı. Yanımda devam kitabını da getirmiştim,  Antalya'ya gelirken; "Senden Sonra Ben". Bugün de onu okumaya başladım. Anlatım dilinin sadeliği güzel bir şey aslında, anlattığı içerik açısından gerekli görülen tüm bilgiler de içeriğinde mevcut zaten...

Size şunu söyleyebilirim ki; ben bu kitabı da filmini de çok büyüttüklerini düşünüyordum, şimdi böyle olmadığını bir kez daha gördüm. Kitabın anlatımına dair her ne kadar daha beklenti dolu idiysem de... Bazı hikayeler, aktarılmak isteneni aktarıyor. Filmin ana karakterlerindeki çaresizlik ve her birine kızsanız bile haklılık paylarının olması, sizi hikayeye bağlıyor. Bir de hikayenin bizi götürdüğü esas nokta; beklenmeyen anlarda, beklenmedik hikayeler karşımıza çıkar ve bizim tek yapmamız gereken içeriğinden kendimize ödevler ve dersler edinmemiz gerektiğidir...

Kısaca konudan bahsedecek de olursam; Will, oldukça sportif ve dolu dolu yaşamını geçirmeyi seven bir iş adamıdır. Hayat dolu ve ideallere sahip, adrenalin tutkunu... Bir gün yaya halde işine giderken, ona çarpan bir motosikletli Will'in ömür boyu omurilik zedelenmesi ile yaşamasına; kolunun bir kısmı ve boynunun üstünün harici, vücudunun kontrolünü kaybetmesine sebep olur. Tek başına hiçbir şeyi yapamamak Will'e yaşamak istemediği hayat halini alır. Bu sebeple, ötenazi yapan bir merkezde hayatını sonlandırmak istediğini anne babasına söyler. Onlar Will'i ikna edebilmek için sadece 6 ay isterler, 6 ay sonra yine ayn düşünür ise istediği gibi olacaktır... O 6 ayda da, Lou ile tanışır. Ve bu, belki geç belki de erken bir tanışmadır...

Engellilik üzerine, üzerine yeteri kadar düşünmeyi bilmeyenlerin ve başına gelmeden anlamayanların; okuyunca bu dünyanın kendilerinden ibaret olmayan, engellilerin yaşam zorluklarını anlamanıza hikaye içeriğinde sizi davet eden güzel bir kitap bence...


Filmden alıntıladığım, beni en sarsan sahne; Will'in kendi haklılığına inandırmaya uğraştığı sahnelerdi öncelikle. Lou'ya "yaşa" derken, kendini baskılamaya ve geçiştirme diyordu. Hem o kadar hak veriyor hem de o kadar hak verilmesini istiyordu kendisine. Siz de ona kızarken hak veriyordunuz bir süre sonra... Filmde bu içeriğe yeterince doydum mesela, o duygu bana filmden daha iyi geçti yani...

Ama kitaptan alıntılarıma da gelince; Lou'nun hayat yolculuğunu da bulmak üzerine idi sanki, her ne kadar filmdeki ile olay sıralaması aynı idi ise de: kitap ayrı film ayrı hissettirdi diyebilirim. Sanki filmde Will'in gözünden baktım ama kitap Lou'nun dilinden olduğu için, bir açıdan Lou'nun yoluna da daha çok tanıdık oldum...

Kitaptan en sevdiğim cümlelerden birkaçını değil, bu sefer iki ana karakterimizin dilinden de birer tane alıntı yapacağım;


Lou'nun dilinden;
Tekerlekli sandalyeye bağlı birine eşlik etmeden fark edemeyeceğiniz şeyler vardır. Bir kere kaldırımların çoğunun ne kadar döküntü olduğunu anlarsınız. Kötü kapatıldığı için delik deşik olmuş ya da düpedüz taşları sökülmüştür.

Will'in dilinden;
“Ve biliyor musun? Kimse bunları duymak istemez. Kimse korkularından, acından veya aptal bir enfeksiyondan ölmekten korktuğunu duymak istemez. Kimse bir daha sevişemeyeceğini bilmenin nasıl bir şey olduğunu bilmek istemez. Kendi ellerinle yaptığın yemeği yiyemeyecek olmanın, kendi çocuğunu tutamayacak olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek istemez.”


Yani Kitabını okuduğunuzda, filminizi izlediğinizde size hiçbir şey kaybettirmeyeceğini; aksine çok güzel bir bakış açısı kazandıracağını, bir pencere açacağını düşündüğüm bir filmi olan kitaptı... Senden Önce Ben'i okuyun, okutun; olmadı izletin. Çünkü bir kişi dahi gündelik hayatında yaptığı engelleyici hareketlerden sırf bir engelli için değil; yaşlı, çocuk, genç, kadın, erkek demeden insanlık için vazgeçer ise, o zaman dünya daha yaşanılası bir yer olmaya devam eder...

Bir Filmi olan kitaplar yazımın daha sonuna geldim. :) Bu sayede, bir kez daha engellemeyin ve ortak alan kullanımlarına; "biz de varız, yaşıyoruz!" diyerek dikkat çektim ya, gidebilirim. :) Sevgilerimle...

19 Eylül 2018 Çarşamba

Ruh Beden Zihin, Bir Arada Olmalı İmiş


30.06.2018 tarihinde yazdığım yazım, deneyimlerimden. Taslaklarda öylesine unutuyorum ki bazen...

İki hafta önce idi, acı getiren bir işlemden geçiyordum (madem öyle söyleyeyim, epilasyon aleti ile anneme bacaklarımı aldırıyordum); her zamanki gibi beni acıtacağını umuyordum ve fazlasıyla kasacağını, ama öyle olmadı...


Bacak kaslarım, epilasyon sırasında en çok acı gören yerim. Yapıldığı sırada hastalığımdan ötürü oluşan bir hassasiyetten sebep garip bir acı oluyor, daha çok uyuşma gibisinden ama ıssırgan değiyormuş gibi yakan bir acı sanki. Zamanla daha çok acır oldu ise bile, azalmamıştı hiç iki üç hafta öncesine dek...

O gün dayanılabilir olan ama yine de o acıdan başka bir şey düşünemediğim ve beni kasan bu ağrı ile başa çıkabileceğimi düşünüp denemek istedim. Nasıl oldu derseniz, birkaç zamandır okuduğum meditasyon, ruh-beden farkındalığı, zihni yönetme ve stres ile başa çıkabilme yöntemleri gibi makalelerden güç aldım. Benim okuduğum makalelerin bütününden, beyine giden komutların ruh ve beden bütünlüğüyle esas uyumu sağlayabildiğini anladım. Tamamen böyle olmalı yazmıyordu, ama benim anladığım ve deneyimlediğim bu yönde oldu.

Belki de bana iyi gelen böylesi oldu, bilemiyorum. Zihnimi bazı anlarda meşgul edip başarabileceğimi de o gün daha iyi gördüm herhalde, annem bacaklarımı alırken bu sayede tek bir acı bile hissetmedim. Başlangıçta acı vardı, sonra tabiri caizse beynimi oradan uzaklaştırarak acıyı dayanılabilirden hiçe doğru getirebilmiştim şükür ki. Tek yaptığım; ruh-beden-zihin'e odaklanmaktı. Bunu gözlerimi kapatmış halde, kendime bunları hatırlatarak başarabileceğime inandığımda oldu. Acı hiç yoktu demiyorum, ama cılız bir sinek ısırığı boyutuna gelmişti işte. Annemle konuşabiliyordum, gerilmiyor ve tüm vücudumu yormamayı başarıyordum...

Tek dediğim, kendimi odaklamak için "ruh-beden-zihin" diye içimden tekrarlamak ve anın acılı kısmına değil diğer kısımlarına odaklanmaktı. Beynimdeki kanı, dolaşım olmayan bacaklarıma aktarmıştım sanki... :) 


Günümüze gelecek olursak (19.06.2018); Bunu paylaşmak isteyebileceğimi düşünmüştüm ve not almıştım buraya. Daha sonrasında başka deneyimlerimle de, acıya karşı bir odaklanma veya odaklanmama ile, kendime birçok kez daha "olur"larımı gösterdim... Aslında Haziran'da yayınlamayı düşünüyordum bu yazımı ama olmadı... İyi ki de olmadı. Nedenine gelince de;

Birçok kez deneme fırsatı buldum bu deneyimimin versiyonlarını. Acıya dayanılabilir boyuta getirdim bence kendimi ve bir o kadar da kendimi kasmamayı başarabildiğimi gördüm... Kaslarımın sertliğinden ötürü, bir süredir yumuşamıyor olduğunu bildiğimiz baldırlarımda kas şişkinliklerim de var benim. Bu olaydan sonra, onları da acaba yumuşatabilir miyim diye düşündüm; ruh-beden-zihin bütünlüğüm ile... Hala onlara başka yöntemler deniyorum. 

Kendim kasmıyorum baldırlarımı veya bazı kaslarımı, yani bir garip tepkime benimkisi belki de ama yumuşatmakta zorlandığım bir şişkinlik bu bahsettiğim. Doktorların kontrolleri sırasında da, "Didem sıkmıyor, onun hastalığından ötürü bir kasılma bu." dediklerine çok kez şahit olduk...

Okuduklarımdan sonra deneyimlediklerim ve deneyimlediklerimden sonra gördüklerim üzerine; iki fizyoterapistimin dediğine geldi konu, beynine bilinçli komutlar verdir, derlerdi. Bir hareketi yaparken, güçsüz olan kaslarına ve de oraya güç aktaramadığından değilse bile, o aktarımı sen bilinçli yap ki kasların da tepkimeye girmeden seninle bütünleşsin... Çok garip aslında de mi? Oluruna bazen ben bile inanmıyorum...

Bir kas vardır, yeterli desteği vücudundan beslenemediği için alamıyor ama kas gelişimini bilincini yönlendirerek başarabilmene destek verebiliyorsun. Her ne kadar beyin yetersiz gelmiyorsa da, bir nevi o bu eksikliği doldurabilirmiş gibi... Bana baya garip geliyor bazen!



Gelelim daha sonra deneyimlediğim bir başka bu alandaki becerime; kasılmalarım hala sürüyor ama kasları güçlendirdiğimiz ölçüde geldiğimiz noktada, acıya dayanabilir olduğum noktadayım belki de" diye düşündüm bir süre sonra. 

Bundan 4 sene önceki halimdeki kasılmalarla, şimdi de olsa baş edebileceğime olur gözüyle bakamıyorum ama yine de. Zira o zamanki kaslarımın yıkımı daha büyük ve daha benden ayrıydı. Size o atağın şiddetini birebir anlatamam belki; ayaklarımın birkaç dakika sarkık durduğunda veya aynı şekilde kaldığında yarattığı sıkıntı sebepli dediğimde, beni anlayabileceğinizi umabilirim sadece...

Şimdi bariz şekilde benle bütünlüklerini hissedebiliyorum kaslarımın, ağrılarım da izin verebiliyor birçok şeye ve oturduğum yerde ayaklarımı koltuğa yanıma çekebiliyor ve koltukta da bağdaş kurabiliyorum! :) Bu da Ağustos ayının gelişmesi idi benim için; yazısını buradan bulabilirsiniz, ben ona bir yeni kas açılması demiştim... Çünkü bu da benim garip bir mucizem ve çabalarımız sonucunda gelişen bir şey... 2012 senesinden beri bir daha bunu ya yapamazsam diye endişelenirken buluyordum zira kendimi, bu ve bunun gibi birçok hareket konusunda...

Bu yazının başlığına geri dönersek; anladım ki, Ruh-Beden-Zihin, bir arada olmalıymış! Onlar bir arada olunca, bir uyum sağlanabiliyormuş meğer. Kaslarım buna ortam oluşturmasa ve de ruhumla buna hazırlanabilir durumda olmasa idim, üstte anlattıklarımın hiçbirinin gerçekleşebilmesini umamazdım yine şu an. Gerek okuduklarım, gerekse de deneyimlediklerimden aldığım sonuçlar bunlar...

Benim hastalığımı bilmeyenler ve de bilenler dahi; Kas Erimesi hastalığının, beyinde bittiğini söylüyor ve "Her şey beyinde bitiyor, sen iste yeter!" diyorlar. Evet bunun istenmeyecek bir şey olmadığını bizzat düşünmüyorlar ise bile, çabamı yeterli bulmuyorlar belki de. Oysa ben, gerek zihin gerekse de ruh ve beden olarak istiyorum. Ama bunu bilmeyenler veya anlamak istemeyenlere, inandırmakta bazen zorlanıyorum...

Bakın yazdığım konu zihnimizin gücünden ibaret bile olsa, her konuda bunun böyle olmadığını söylemeye geldim bir ölçüde de. Zira ben sadece zihinin, her şeye yeterli olmadığına inanıyorum. En azından ruhunuzu beyninizle beraber verrebilmeniz ve bedeni buna eşlik ettirebilmeniz gerekiyormuş. Acı dedim ya, dayanılabilir kıldığımı anlattım misal size; dayanılır kıldım ama kaçınılmaz bir durumu yok sayamam, orada çalışan hücreler gereği onu yok sayabilmek ve yok edebilmek daha büyük mertebe. 

Meditasyona ve beyin gücüne çok inanıyorum ben de, ama her hastalık veya eksiklikte bu geçerli de değil. Kaslarımı güçlendirmek için yeterli hareketleri yapmamda, beyin gücüme ihtiyacım var; ama sırf beyin gücüm var diye, vücudumda olmayan yeterli güce inandıramam. Bence bu biraz olasılık dışı... Vücudumu da doyurmam gerekir ki, istediği enerjiye; beynimi de doldurduğum enerji ve istekle, ruhumu bir bütün hale getirebilir kılayım! Misal, kanınızda dolaşım yetersiz ise; beyin ile komut vereceğim ve onu dolaştıracağım! diyebilir misiniz? Eksikliklerin hepsi beyinden ötürü ileri gelmekte değil yani, ne yazık ki...

=) Bir dakika konu nasıl buraya geldi?! Gördünüz ya; deneyimlerim üzerinde bile yazarken, yine kalıpyargılara karşı çıkasım var içimde! 

Beni bazen çok dolduruyor bu kalıpyargılar!  Neyse ki, yazabildiğim bir platformum ve paylaşabildiğim sizler de var; körü körüne inandığımız kalıpyargılardan uzak, kendimizi ve birbirimizi anlatabildiğimiz bir hayat diliyorum hepimize. Sevgilerimle... Didem Köse. :)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...