23 Şubat 2022 Çarşamba

Türkiye'de Fizik Tedavi Hastası Olmak - Şubat 2021


Sağlık durumumla ilgili bayadır yine görüşemedik değil mi? Sırası geldiğini hissettim de döndüm bu konuda da. İçim doldu taştı yine, aslında konuştuklarımızdan öteye gidememek gerçekten çok üzücü. Ama yaşananları da yok sayamam. Yazarak anlatmak bana çok iyi geliyor ve başka türlüsünü başaramıyorum şu an için. Nasılım bu ara dersek, çok şükür ki iyiyim ama tedavileri alırken zorlandığımız noktalar hala baki hayatımızda...


Türkiye'de Fizik Tedavi Hastası Olmak demişken başlığa, keşke anlamı şu olsa diyorum bazen "Türkiye'de Fizik Tedavi hastası olma durumuna hastayım. İşimiz o kadar kolay ve bizim durumumuzu herkes o kadar iyi anlıyor ki!"... :) Ne yazık ki gerçekler bu kadar pespembe değil. Ciddi anlamda Türkiye'de Fizik Tedavi alanında gelişmiş olsak bile oralara gidebilmek için biz hastaların geçmesi gereken yollar çok zorlu... 

En basitinden ihtiyacım olduğu için evde tedavi aldığımız için, yasal gereklilik gelene kadar sıkıntı çektiğimizi ben yine bu bloğumda yazdım. Sesimizi duyurmak için uğraş verdik. Hadi neyse öyle böyle bizim işimiz halloldu da, SMA'lı hastalarımızın şu an tedavisi varken o tedaviye kavuşmak için milyon dolarlar biriktirmek zorunda kalıyorlar. (Söz etmişken lütfen SMA'lı ailelere destek verebildiğimiz kadar destek verelim olur mu? Zira, artık tedavileri var ama bu tedaviye ulaşmak için türlü kıstaslar ile sınanmaya devam ediyorlar.)

Velhasıl, Türkiye'de Fizik Tedavi ihtiyacı olan bir hasta olmak çok zor. İlk 30'luk ek tedavi hakkımı kullanıp bitirdiğim için ikincisine başvurma hakkım var ama onu da her defasında vermeme verememe durumları var. Bu yıllardır böyle.. Bu sefer ben aldım ama nasıl, yıllar sonra ilk defa! 2017-2018'den beri ilk defa hele hele... Bu seferki doktorun bana bu ikinci 30'luğu vermesinin sebebi de, pandemide alamadığım tedavilerin sonrasında zaten gerilemiş olmam ve alabildiğim 30'luk sebebiyle gelişme göstermiş olmamdan sebepmiş. Bana şöyle dedi doktor "Zaten iyileşemeyecek bir hastalığın var, ikinciyi vermemize gerek de yok. Gelişme çağında ve de iyileşmesi kesin olmayan hastalıklara ikinci 30'luğu vermiyoruz veremiyoruz." Bir de ekledi, "O sebepten şimdilik veriyorum ama bir dahakine veremeyeceğim."


Öncelikle bu konuşmak istediğim konunun doğruluk yanı olmadığını yaklaşık 25 senedir fizik tedavi hastası olduğum ve hastalığım sebebiyle hastanelerde gezdiğim için çok iyi biliyorum. Kas hastasıyım, kesin tedavim de yok henüz ama fizik tedavi ile çok ciddi ölçüde toparlanabilen bir hayat kalitem var. Türkiye'de fizik tedavinin bu kadar önemsiz ve sadece gelişme çağında işe yarar görülmesine çok ama çok içerleniyorum. Ciddi anlamda kanıma dokunuyor... Bunu nasıl özetleyebiliriz biliyor musunuz; Televizyonlarda oldukça pembe gözlüklerle anlatılan "engellilik durumu", hastanelerdeki bazı doktorlar tarafından "kapkara gözlüklerle" hepten geçersiz olarak görüntüleniyor...  


= Çok ağır geçirdiğim hastalığımdaki atağımdan sonra, 2 sene içerisinde aldığımız gelişme tekrar ayağa da kaldırıp yürütmüştü beni. Tekrar ayakta durabilir de kılmıştı... Bunların hepsi fizik tedaviyle oldu, üstelik bu bahsettiğim zaman dilimlerinde gelişme çağımı da çoktan geçmiştim!

Üst resimlerde gördüğünüz o kağıt, benim ikinci 30'luk tedavi için devlet hastanesinden yazdırdığım rapor... Fizik tedavi ihtiyacı olan bir hastalığınız olunca, o tedavilerin verdiği fiziksel rahatlığın tüm hayatınıza da etki ettiğini çok iyi biliyor ve görüyorsunuz. Bu sebepten o fotoğraflardaki kağıt benim için sadece kağıt değil, o üstündeki fotoğraflar da bugün tarafımdan çekildi ve onlar da basit birer fotoğraf değiller. O fotoğraflar rahatlık demek, ailemle beraber daha kaliteli yaşamak demek, daha rahat nefes almak demek! (Tüm bunları anlamanız da tabii benim için çok önemli. Ömür bir tek kendimizden değil, çevremizde gördüğümüz kişilerin hayatlarına sağladığımız etkilerden de ibaret sonuçta. Artık Fizik tedavinin önemini umuyorum ki birçok kişi kavrayabiliyordur ve bu durum zaman içerisinde de olsa nice güzel sonuçlara ulaşabilir...)

***

Neyse, bugün gittim bu bahsettiğim konuları ek fizik tedavi aldığım Tıp Merkezindeki fizyoterapistime ve de fizik tedavi doktoruma da anlattım. Onlardan da böyle bir şey olmadığını ve de olamayacağını tekrar duyduğum için bir iç dökme seansı yapayım kendime dedim... Doktorların neden böyle söylediğiyle ilgili bir bilgimiz yok, üstüne şaşkınlığımız var. Ne var biliyor musunuz, artık kendi durumumu o kadar ispatlamaya odaklanmış ve fizik tedavimin işe yaradığını göstermeye alışır olmuşum ki; "Olur mu öyle şey, ben fizik tedavi almazsam durumum daha kötüye gidiyor ama?" demedim-diyemedim bile bu sefer!


Pazartesi günü sabahı devlet hastanesindeki fizik tedavi doktoruna randevuma gittik ve üstte bahsettiğim konuşmalar gerçekleşti. Doktor tedavimi verirken muayene de etti tabii ki ve direncimi çok beğendiğini söyledi. "Sadece oturduğun yerde de olsa yer çekimine karşı koyamadığını görüyorum ama fizik tedaviler yaramış görünüyor." dedi. Ne kadar çok fizik tedavi alırsam o kadar kasılmalarımın ve kramplarımın geçtiğini anlattığımda da, üstte bahsettiğim mevzuları söyledi. Bizlerin iyileşmesinin mümkün olmadığı için tedavi veremediklerini...


Çok garip biliyor musunuz, genel olarak söylüyorum (lütfen böyle bilinsin); sağlık sektöründe doktorlara böyle yapılması söyleniyor olabilir ama insanlara at muamelesi yapar gibi hareket edilmesi çok ama çok rahatsız edici... 

Ben haftada iki gün bir özel eğitim ve rehabilitasyon merkezinden devletin bana sunduğu fizik tedavimi alıyorum biliyorsunuz, üstelik evde tedavi alıyorum. Ama inanın ki sadece haftada iki ders hiçbirimize tam olarak yetemiyor, çok iyi biliyorum. Kendim de hareketlerimi yapıyor olmama rağmen, devletin ek fizik tedavi verdiği üzere 30+30 seanslarımdan da haftaya iki ders daha ekleyip 4 seans fizik tedavi aldığım zaman çok daha iyi oluyorum. 

Ne kadar çok fizik tedavi alırsam o kadar aktif, kasılma, kramp ve ağrılarımdan uzak yaşıyorum. Bunu doktorlara veya hiçbir şekilde alakaları olmayan devlet memurlarına anlatmak ve de ispatlamak zorunda olmak sizce de çok utanç verici değil mi? Benim değil onların utanması gerektiğinden bahsediyorum. Bu ülkede yaşayan her vatandaşın hakkı, devletin verdiği sağlık eğitim ve de barınma hakkından yararlanmalıdır değil mi? Ama ben ömrüm boyunca ispatlı yaşamak zorunda değilim. Ya da hayatımı birilerinin ağzından çıkacak kararlarla şekillendirmemem gerekmez mi?


Öyle böyle ben bir şekilde bugün ek fizik tedavilerime yeniden başladım işte. Diliyorum şifa olsun, diliyorum şifa dileyen onun için uğraşan herkes şifa bulsun... Ama lütfen birileri de fizik tedavinin biz fizik tedaviye ihtiyaç duyan hastalar için altından bile kıymetli olduğunu anlasın...


Fizik doktorum bugün bir şey söyledi bana, onu da ekleyip öyle son vermek istiyorum yazıma;

"Şayet gelişme çağı harici kas gelişmiyor ve de toparlanmıyor olsa, 40 yaşındaki insanları bile spor salonları ve fizik tedavi doktorları kas geliştirmek üzere spor salonlarına alırlar mı sence? Bunu da düşünüp kıyas edemiyor mu o kişiler. Güçsüz bir kas var elimizde, o gücü de ancak fizik tedavi ile pasif şekilde çalıştırmayı da sürdürürsek toparlarız. Atrofi (kasın işlevsiz hale doğru küçülmesini anlatan terim olarak kullandı burada) durumuna girmesin istediğimiz için kasları tek başına bırakmıyoruz sonuçta..."



Onlar anlasınlar veya anlamasınlar, ben anlatmaya da yok sayılan zor durumları dillendirmeye de ve bu durumları sizlerle anlatırken kendi içimde anlamlandırmaya da devam edeceğim. Çünkü şu yazıyı yazdım ya, konuştuğum kişilerin yanında rahatladığımın iki katı kadar rahatladım. Bunun bile bir anlamı olmalı gibi geliyor. Ben yazarak varoluyor ve böyle rahatlıyorumun uzun anlatımıdır bu da bir kez daha... :) 

Sevgilerimle... 

21 Şubat 2022 Pazartesi

Olanı Sevmek - Byron Katie #Okudum


Aylar sonra ilk okudum içerikli yazım "Olanı Sevmek" adlı kitap için. Çünkü öğretisi derin ve aslında içimize dönelim dediğimiz noktada çok mantıklı idi... Kitabı okuduğum zamanların en başında "anlayamıyorum, bunun mantık neresinde?" demiştim. Sonrasında hala birkaç küçük nokta mantıklı gelmiyor da olsa, "bu işin mantığı sadece kendine odaklanmakta" dedirtti... :)


Byron Katie sorular sorup kendimize döndürerek "sorun gördüklerimizi çözme meselesine" Çalışma adını vermiş... Çalışmayı yapan herkes kendini tanımaya girişiyor aslında. Buna öncelik verilmesini istiyor Byron Katie... Basitçe diyor ki, dışarıda neye takılıyorsan aslında o senin kendinde takıldığın bir mevzu. "Her şey başkalarıyla ilgili sanırken, ya her şeyin senden ibaret olduğunu öğrensen? Ne yapardın?"

"Sizin dışınızdaki bir şeyin size aradığınızı vermesi olanaksızdır." (Sayfa 272)

Bana bunu kavratması güç oldu işte. "Nasıl yani, o kişi beni üzdü misal; bu benim mi suçumdu?" dedim misal. Byron Katie'nin Çalışması diyor ki; "Bu kimin sorunu?" Yani beni o üzdü evet, ama benim buna takılıp kalmam onun mu sorunu. Bu benim sorunum...

Böyle düşünmeyi öğretmeye çalışıyor işte Byron Katie. Tamam üzüldüm, ama bu üzülmenin sonucunda düşüncelerimle ben onun beni üzdüğünden daha beter kendime eziyet etmiyor muyum? Olay fi tarihinde yaşandı belki, beynimde sürekli döndürüp durduğum o hikaye var ya; beni bir ömür tüketmeye bedel hale geliyor. Her birimiz durumların bundan ibaret olduğunu keşfetsek, düşünsenize nasıl olurdu dünya? Evet, bu basit tabirle halledilebilir bir durum oluyor aslında...

İtiraf etmeliyim ki, kitabın birçok yerinde çok zorlandım anlamakta. Kişiler boşuna üzülmüyor diye düşündüm. Kiminin eşi ona anlayış göstermiyor, kiminin kızı veya oğlu annesine hakettiği şekilde davranmıyor ve hayatını yokuş aşağı sürüyor. Byron Katie diyor ki, tamam ama bunu o yapıyor. Sen ona böyle davransan da değişmiyor. Haklı. Dedim. Her defasında haklı olmasa da, hep karşıdakini yargılarken aslında hiç kendi tavırlarımızı görmüyoruz değil mi?

Misal karşımdaki evet bir hata yapıyor, ben ona öfkeleniyorum ve elimden geldiğince o konuya odaklanıyorum. Onun hayatı kendince görse de görmese de zehir, peki ya ben; ben neden hayatımı zehir ederek hayatımın yükünü ağırlaştırıyorum. Kendi işimde kalmam gerektiğini bilmem gerekiyor. (Benim buna çok ihtiyacım olduğunu farkettiğim esnada, çalışmanın mantığını kavradım işte!)

Sayfa 40; KENDİ İŞİMİZDE KALMAK

" Ben evrende üç çeşit iş bulabiliyorum; benimki, sizinki ve Tanrı'nınki. (Benim için, Tanrı sözcüğü "gerçeklik" anlamına geliyor. Gerçeklik Tanrı'dır, çünkü egemen olan odur. Benim, sizin ve diğer herkesin kontrolü dışında olan her şey - ben buna Tanrı'nın işi diyorum.)

Stresimizin çoğu zihinsel olarak kendi işimize bakmamaktan kaynaklanıyor. "Senin bir işe girmen gerekiyor, ben senin mutlu olmanı istiyorum, sen dakik olmalısın, kendine daha iyi bakmalısın," diye düşündüğümde sizin işinize karışmış oluyorum. Deprem, sel, savaş gibi konularda ve ne zaman öleceğim konusunda endişe duyunca, Tanrı'nın işine burnumu sokmuş oluyorum. Zihinsel olarak sizin veya Tanrı'nın işine karışınca, bunun etkisi kopuk oluyor. Ben bunun farkına 1986'nın başlarında vardım. Örneğin "Annem beni anlamalı," şeklinde bir düşünceyle zihinsel olarak annemin işine karıştığımda, anında yalnızlık hissine kapılıyordum. Böylelikle anladım ki yaşamımda kendimi ne zaman incinmiş ya da yalnız hissetsem, başkalarının işine burnumu sokmuştum."



Sayfa 68; Herkes, sizin kendinizin-kendi düşüncelerinizin, size geri dönen ayna yansımasıdır.


Çok sarsıcı ve kabullenmesi çok güç geldi bana. Nasıl yani, ben birini çok öfkeli buluyor ve onun öfkesini sonlandırmasını istiyorsam; "aslında kendi öfkemi mi bitirmek istiyorum?" dedirtmeliymiş bu durum bana.

Evet, Byron Katie tam olarak bunun olmasını istiyor. Komşunu Yargıla diyor bu konuya, sonra da tersine çevir... Ben benim için ne doğru veya değil bunu kabullenmek için uğraş vermeliymişim. Bundan ötesine karıştıkça hayatımı hikayelere ve düşüncelere teslim ederek karmaşık hale sokuyormuşum! 


Düşününce hiç de mantıksız gelmiyor. Peki neden, diye sorarsanız; size bir örnek vereceğim hayatımdan...


Sene 2022. 10 senedir es geçmeden her hafta, her ay ve her yıl düşündüğüm bir mevzu var. Ben hayatım boyunca birine, sadece birine çoook kırıldım. Yaptığını bugün olmuş sorguluyorum, çünkü yaptığım her şeyi çok haklı sebeplere dayandırarak pişman olduğumu hissediyorum.. Kitabı okuyana kadar hala "o beni kırdı." diye bakıyordum olaya. 

- Çünkü; "O beni kırdı" ve "O bana yalan söyledi." 

- Çünkü, "O bana güven verdi." 

- Ben onun tüm bunları kabul etmesini istiyorum.

- Ben onun bir daha kimseyi ben kadar hayal kırıklığına uğratmamasını istiyorum. 


Ama şimdi bu yazı içerisinde bu verilerin tersine çevirmelerini yaparak Çalışmayı uygulamaya çalışacağım...


O Beni Kırdı, O Bana Yalan Söyledi...

= İlk Soru şuydu: Bu Doğru Mu? = 

"Ben kendimi kırdım.", "Ben kendime yalan söyledim!" Bu doğru mu? Bilemiyorum. Belki ben ona izin verdim ve o da kendine biçilen rolü oynadı, olay bitti gitti. Şimdi doğruya doğru, onun bu durumlardan haberi olmadığını tahmin edebiliyorum. Onun yalan söylemesi kimin sorunuydu? Benim olmadığı kesin değil mi? O zaman ben önce bunu kabullenmeliyim. Suç değildi, herkes yapabilirdi ama ben bu rolü ona biçtim. Aslında yaşanan olay bundan tam 11-12 sene önceydi ama ben hala yaşatmaya devam ediyorum bu durumu, döndürüp duruyorum zihnimde...


"O Bana Güven Verdi."

= İkinci Soru şuydu: Bunun Doğru Olduğunu Bilebilir Misin? =

"O bana güven verdi." Tersine çevirelim, "Ben ona güven verdim." Bunu yorumlaması çok zor, bunun doğru olduğunu bilebilir miyim? = Hayır. Peki neden bende suç duygusu yaratıyor bu durum? Kitapta "Acı duymak iyidir. Acı aklının karıştığının, bir yalanı yaşadığının işareti.." diyordu... Olanı Sevmek kitabındaki kişiler açısından bakınca çok saçmaydı, bu durum da. Ama şimdi anlayabiliyorum. Ben ona o kadar güven verdim ki, bunu yapsa da sorun olmayacağını mı düşündü acaba? Yani yalan söylesem de, o bana inanır mı dedi. Yargılamadan sonra kendimize odaklanıyorduk değil mi? Ben ona güven verdim, güvenmeliydim ya da güven vermemeliydim değil mesele. Bunun gerçeği, yaşandı bitti.


Üçüncü Soru şuydu; "Bunu düşündüğünde sen nasıl tepki veriyorsun?" 

-- Öfkeleniyorum, kendime küsüyorum ve tavırlarımı çok ama çok saçma buluyorum! Ben bu değilim ve bu olmak istemiyorum diyorum. Kendimle savaşıyor gibi hissediyorum...

"Ben onun tüm bunları kabul etmesini istiyorum." cümlesine gelince. "Ben tüm bunları kabul etmek istiyorum." 

Bu söylem yanlış değil, içten içe kabullenmek istiyorum. Tevekkül diyorlar hani, bu da öyle bir mevzu... Ben kabul edip bu durumları bitirmek istiyorum. Kabul edene kadar döne döne yazabilirim aslında. Cidden, neden kabul edemiyorum bilmiyorum. Ama şimdi bizzat hiçbir yerde değil, çalışmayı kendi üzerimden bloğumda yapıyorum; bu da gayet istekli olduğumun göstergesi değil mi... 

Dördüncü soru şuydu; "Bu düşünce olmasa sen kim olurdun?" 

-- Bence bu düşünce olmasa ben daha az alıngan ve güven problemi olmayan biri olurdum. Kafamda birilerini tartmak zorunda kalmadan düşüncelerime saplanıp üzgün hissetmezdim... Kendime bu kadar kızmazdım, kendimi yer yer bu kadar üzmezdim de!


"Ben onun bir daha kimseyi ben kadar hayal kırıklığına uğratmamasını istiyorum." tersine çevirirsek, "Bir daha kimseyi hayal kırıklığına uğratmayı istemiyorum." Sanırım doğru, artık o bir şey yapamaz ama ben bir şeyler yapıp bu korkuyu büyütmekten vazgeçebilirim...


Bu doğru mu? -Doğru. Bunun Doğru olduğunu bilebilir miyim? - Hayır. Bunu düşündüğümde nasıl tepki veriyorum? -Kaygılı oluyorum. Bu düşünce ve düşünceler olmasa ben kim olurdun? -Ben ben olurdum. Aslında tüm bunlar evet onun sorumluluğunda idi ama ben odaklanıyor gibiyim hala...


Sayfa 155; Beni kimse incitemez – bu benim kendi işim.

Sayfa 172; Gerçekle kavga edersen kaybedersin.


Yani Çalışma diyor ki, sorun gördüğün her şeyi tersine çevir ve sorularını sor. Soruları her yargılamana sormayı ihmal etme diyor aslında. Ben bloğumda düzgün şekilde yer vermek istediğim için uzatmamak adına birer birer sordum ama kendi adıma daha derin çalışmasını yapacağım bu yargılamalarımın... 

Çalışma ile Byron Katie şöyle diyor, kendi anlatımım ve anladığımla anlatıyorum; Sen kendinden sorumlusun bu hayatta, başkalarının işine karışma. Başarı yolunda da, ailen ve arkadaşların ile ilişkilerinde de, üzüldüğün dert ettiğin düşüncelerin ve hikayelerinde de tek sorumlu ve sorunlu sensin. Kendindeki sorunları düşünmeli ve ötesine karışmamalısın. Misal "Ortada bir hikâye yoksa nerede olursak olalım başarılı oluruz." diyor kitapta. Başarıyı da başarısızlığı da biz oluşturuyoruz diyor... Neye odaklanırsak onu büyütüyoruz aslında. Kendimize odaklanır sorunlarımızı çözer isek de, mutluluğumuzu büyütebiliriz mesela...

Benim kitaptan anladıklarım işte bunlar... Aslında dünya üzerindeki şiddet, savaş, taciz ve tecavüz konularına da değiniyor. Kendi içinde çözümleri belki bir nebze doğrudur. Şiddet ve taciz konusundaki çözümleme mevzularına doğru açıdan bakamadım ben mesela. Çünkü kişilere "düşün bakalım, sen taciz edilmedin taciz ettin" denilmesi ne kadar doğru? Şiddet ve taciz meselesini elbette içimde büyütmeden bitireyim, ama karşıdaki mağduriyeti oluşturan kötü kişiliği anlamaya çalışmak travmayı yaşayan biri için daha zor değil mi? Tamam anlıyorum: Çalışma aslında diyor ki, bak burada da anlaman gereken bu. O bir kötülük yaptı sen de onun gibi olma, kendin için bitir bundan sonrasını aklında ve de kalbinde. Hikayelerine bir son ver, diyor. Ama bence çok acılı. Acı yaşanıyorsa iyi ve de etkili dese bile, o bölümleri okurken çok zorlandım ben açıkçası!! :( 

Taciz şiddet ve tecavüz olaylarında ve de savaş tarzındaki sıkıntıları çözmekte Neuroformat'ın çözümleme terapilerini daha doğru buluyorum doğrusu. O acı yaşanmalı, o acıyla yüzleşilmeli, yapılan durumun yaşandığı, acı çekildiği ve bünyemize zarar verdiği kabullenilmeli. Ama artık onun geçip gittiğini anlamalı zihin ve beden... Çalışma bunu bana kalırsa çok acılı yönden yapıyor. Her ne kadar bu acı çekmenin çözümlenme olduğunu söylese de kendince... 

Neuroformat ile ilgili yazdığım buradaki yazımı da okumanızı çok isterim, ben kendimi çok ciddi anlamda çözümlediğim bir dönem yaşamıştım pandemide. Barış Muslu'nun instagram canlı yayın ve youtube videolarından sebeple... :) Hala instagram canlı yayınlarına aktif şekilde devam ediyor Barış Muslu... İnstagram sayfasına buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.



Ben düşünüyorum ki, benim bu şekil içimde biriktirdiğim düşüncelerimi silmek için çok büyük yardımcım olabilir. Ben kabul ediyorum, şu üstte yaptığım çalışma bile üstte cevapladığım kadarını bana kavrattı. 

 
Son olarak şu iki alıntıyı paylaşacağım, bu kitabı okumak ve de çalışmayı denemek isterseniz (hayatınızdaki her türlü sorun, problem ve sıkıntı için) bu cümleler de Çalışmanın mantığını anlatacaktır sizlere..

1.) "Adalet ile huzur aynı şey değil. Ben adalete aldırmıyorum. Ben senin özgürlüğün ile ilgileniyorum, seni serbest kılacak olan içindeki gerçekle. Esas adalet odur." (Sayfa 173)


2.) "Huzurun aktif bir hal olmadığı fikrini her kim yaydıysa o kişi huzurlu olmayı benim anladığım anlamıyla yaşamamıştır. Ben hiç öfke duymadan harekete geçebiliyorum. Gerçek bizi özgür kılar, özgürlük ise harekete geçirir.

Bir hikaye, bir düşman olmayınca eylem kendiliğinden oluşur, üstelik açıkseçik ve sonsuz merhametli olur." (Sayfa 190)


Kişisel Gelişim alanında okuduğum iyileştirici kitaplar listeme aldığım bir kitap artık Olanı Sevmek... Çok sevdiğim radyo programcısı Onur Yar abim Youtube kanalında bir akşam programında bahsetmişti bu kitaptan ve yaklaşık 5 yıldır okuma listemde idi... Okundu ve başucu kitaplar listeme alındı kendisi. Listemde bulunan diğer kitaplara gelince; Barış Muslu'nun Beynine Format At, Can Aydoğmuş'un Düşle İnan Yaşa kitapları var. =)


Şimdilik benden bu yazıda bu kadar. Çalışmayı ben sevdim, isterim ki siz de açın okuyun ve kendinize dönün. Zira "beni kimse incitemez - bu benim kendi işim." (;


Okuduğunuz için teşekkürlerimle, yorumlarda görüşebilmeyi çok isterim... :) 

Sevgilerimle...


18 Şubat 2022 Cuma

Kesin Dönüş - 18.02.2022

 

Gitmedim, kaybolmadım. Belki biraz duraksadım ama sadece bloğuma yazmak konusunda durgundum.. :) Yine ben döndüm...


Yıllardır hayalini kurduğum iş ortamının o kadar içerisindeyim ki. Dilimde "daha ne kadar iyi olabilir, hayatın bana sunabileceği sonsuz güzellikler nelerdir?" soruları var fırsat buldukça. İşimde gücümdeyim, işten arta kalan zamanda da ya İstanbullu Gelin izliyorum ya da kitap okuyorum. 


İşte artık bu kadar ara vermek yeter diyerekten de, son kararım olarak; artık bloğuma da yeniden dönüyorum. Yazmak daha da besliyor beni, beslemenin ötesinde "yokluğunda duygusal açlık hissediyorum." Ama mükemmelliyet mi, tam olsun isteği mi bilemiyorum; burada tam olayım istediğim için bu sık sık ara vermelerim gerçekleşti. 2021 şöyle geçti zira; Bir hafta yazma, haftada bir yaz. Üç hafta yazma, bir sonraki hafta üç yazı yaz... Bir geldim bir gittim daha da zor olunca tabii, 2022'ye bu kadar durgun girdim. Tam olarak döneyim istedim... =)


İlk bahsetmek istediğim mevzu, uyku düzensizliğim...


Ciddi anlamda konu her ne olursa olsun, yemek içmek düzeni kadar uyku düzeniniz varsa hayat çok daha rahat devam ediyor. Şimdi düşünüyorum, annemin dedesi 90 yaşına kadar yaşadı, daha doğrusu 90'dan da öteydi bizce yaşı. 1938 doğumlu olduğunu söyleyen annemin babası olan dedem 80 yaşında vefat etti. Annemin dedesi dediğim dedemiz ise, ondan bir sene sonra... Yani bu demek oluyor ki, yaşı daha da fazla idi benim dedemden. Ne alaka peki biliyor musunuz? Uyku düzeni o kadar düzenli idiyki, son birkaç senesinde artı hava kararır kararmaz uyur olmuştu. Gece uykularında uyanıyor muydu, elbette uyanıyordu. Ama en geç saat 6-7 dediğinde uyur olmuştu son senelerinde. 

Böyle bir aile büyüğümün olduğu bir ailede, bu kadar bozuk uyku düzenine sahip olduğuma bazen üzülüyorum. Kıyaslama yapmamalıyım biliyorum, ama bu düzensizlik beni zaman zaman üzer oluyor.

Dün saat 03.30 idi uyudum mesela, yatağa ise 00.30'dan sonra girmiştim. 3 saat uyanık kalmanın sebebi neydi derseniz, 25 dakikalık zaman çizelgeleri açıp ağaç büyütebildiğimiz bir uygulama keşfettiğim üzere gece gece keşfimi denedim! Kitap sarmış olacak ki, 3 kez ağaç diktim ve ağaç dikmelerimden iki seferin arasında yarımşar saat telefona baktığım da oldu. Velhasıl, saat 03.30'du ve yeter diyebildim kendime! 

Karar şu aslında; yatağa girince telefon internetimi kapatacağım ve uyumayacaksam da sadece kitap okuyacağım. Ama uygulayabilme kapasitesinde zayıfım bu aralar. Gördüğünüz gibi uyku uyumuyorum ama ya kitap okuyorum ya da dizi izliyorum o vakitlerde. Uyku sanırım bu sıra benim için kayıp zaman görünüyor. Dönüp bunu da yazamamaya içimdekilerle boğuşuyor olmama bağlayabilirim. Bu konudan kaçalım, bunun için bir şeyler yaparsam eğer yazmaya da dönebileceğim daha sıklıkla bence! =)


(Yazıya başlarken tek eksiğim bloğa yazamamaktı gibi bir cümle kurmuştum değil mi? Ona da bir ekleme yapalım; yazı yazmamak ve düzensiz uyku uyumak, bu sıra en büyük iki sorunum!) 


Çok Film Veya Dizi İzlemek İstemek, Ama İzleyememek...


Sanıyorum Ekim ayının sonlarıydı, ben İstanbullu Gelin'i izlemeye yeniden başladım. Adem karakterinin annesi rolünü oynayan Semra Dinçer, bu başlangıcımın bir iki hafta sonrasında 1 Kasım 2021 günü vefat etmişti. Allah rahmet eylesin tekrar. Ablamla üzülmüştük, net hatırlıyorum. Epey kadına laf etmiştik, nasıl rol oynuyor; çirkin değil ama tavırları kadını çirkin görmemizi sağlıyor demiştik...

Öyle böyle derken, Ocak başlangıcıyla daha da hızla izlemeye devam eder oldum. Şu sıralar 2. sezonu bitirmeme 3 bölümüm kaldı. 50. bölümdeyim. Fırsat buldukça, örgü örerken veya uyumadan önce izliyorum. Akşam vakitleri televizyonda bana göre şu sıra hiç heyecanla izlemelik dizi olmadığı için de sıklıkla izlediğim tek dizi kendisi... :) 

Bundan ötürü olduğunu sanmıyorum ama İstanbullu Gelin izlediğim için elim sürekli onu izlemeye gidiyor olabileceği tahmin edilebilir. Zamanı değildir, belki bu sıra tek ihtiyacım o dizidir diyerek aldırış etmiyorum. Ben bu sıra geçmiş zamanlardaki dizi ve filmleri yine çok özler oldum... Bunu bitirdikten sonra başka eski bir diziye başlayabileceğimi de tahmin edebiliyorum. Bu diziye olduğu kadar odaklı devam eder miyim bilmiyorum, ama bu sıra hayat İstanbullu Gelin'den yana akıyor.

Neyi farkettim biliyor musunuz; aşklarını çok kusursuz ve birbirine başından beri hatasız görüyordum. Zamanında izlerken hiç şimdiki açım gibi objektif bakamamışım meğer. Oysa tek hatayı yapan, çok fazla engel olan tek kişi Esma hanım değilmiş. İki taraf da öylesine hatalar yapmışlar ki, en başta da Süreyya yapmış o hataları üstelik...

Şimdi farkediyorum ki, zamanında aşkın taraflarına baktığım birçok seferde; çok romantik yanım sebepli olduğunu düşünüyorum, hatalı kısımları affedilebilir görmüşüm. Evet, affetme olgusu çok başka bir psikoloji. Aşk her şeyi affeder mi, sorusunun cevabı konulara ve de kişilere göre çok göreceli... Nedense bunları yeniden düşünüyor ve sorguluyorum. Hoşuma gidiyor böyle gerçek hayattan konularla işlenen dizilere kapılmak... (:


Örgülerimle Kendi Kendime Boy Gösteriyorum... 


Bu ara büyük örgüler ve örgülerimle kendimi aşmalar üzerine de odaklandım ilerliyorum. Her sene kendimi ileriye taşıdığımı düşünüyorum bu alanda. Üstelik zevkle... :)) En son olarak, yarım bıraktığım üstte görünen kazağıma kol örmeye başladım bugün. İpim yetmediği için ona uygun renkte ip arıyordum. Kol lastiğini kazağımın gövdesindeki ipiyle yapacağım, üstünü de resimde görünen kahverengi iple yapacağım...

Aslında başladım ve biraz da ilerledim ama henüz fotoğrafla anlaşılacak kadar büyümedi. :) Kollar da bitince fotoğraflar ve de dikimin sonrasında da giyer çeker paylaşırım zaten! Kendi kazağımı örmeyi de bu şekilde başlarsam daha da ileri gidip başka kazaklara da başlayacağım inşallah! (Burada gözlüklü emoji surat varmış gibi hayal edin lütfen) =))

Bu konuda da not etmek istediğim bir gelişme var, ben bu sıra çok takıntılı oldum. Uykusuzluğa bağlı olabilir, yaptığım birçok örgümü dalgınlıkla yanlış veya eksik yapabiliyorum; ya da beğenemiyorum. Öyle olunca da idare edilebilir olsa bile, "aman böyle olsun bu da!" deyip devam etmiyorum. Çok örüp çok hata yapıp çok söktüğüm oldu bu sıra. Bu kazağıma bugün kol örmeye başladım. Düne kadar da küçük yeğenim için dikişsiz bir panço yapıyordum ama ona da bir türlü ip yetiremedim ve de en son küçük oldu... 

Yarım kalan projelerim oldu böylece; bir atkı ve bir dikişsiz panço... Yarım kalanları zorlamayıp tamamlanabilir bir başka şey yapmaya çalışacağım. Atkı belki ipi bulunup tamamlanabilir ama panço örgümün ipi bulunamaz cinsten maalesef! 


Velhasıl;

İşlerimiz güzel gidiyor. Kendi alanımda ilerlemeye devam ettiğimi görmek beni mutlu ediyor. Her ay bir diğeri gibi geçmiyor elbette ama her ay öğrendiğimi uygulayarak ekip arkadaşlarımızı çoğaltmaya çalışıyoruz. Bu durumu seviyorum, artık mesleğimi daha çok seviyorum...

Örmeye, okumaya ve de izleyebildiğim kadar dizi izleyip, hayatımda yer vermeye çalıştığım mevzular hakkında okuma ve izlemeler yapmaya devam ediyorum. 

Geçen hafta 2021 senesinde ek fizik tedavim için aldığım ilk 30'luk fizik tedavimi tamamladım. İkinci 30'luk tedavim için rapor yazdırmaya ise henüz doktora gidemedim. Bu hafta bol dinlenmeli bir hafta oldu bu sebepten de benim için...

Bir sonraki yazımda okuduğum kitaplardan birinin "okudum" yazısını yazacağım. Son iki haftada o kitap sayesinde kavrayıp keşfettiğim bir Çalışma'dan bahsedeceğim. Haberiniz olsun çok net döndüğümü düşünüyorum bu sefer. Diğer yazılarımda görüşmek üzere diyerek noktalıyorum şimdilik bu yazımı... 

Orada olduğunuzu düşünerekten, yorumlarda görüşebileceğimizi umuyorum. Neler okuyorsunuz, neler izliyorsunuz ve neler dinliyorsunuz bana yazar mısınız? 


Bir zamanlar sıklıkla müzik önerdiğim üzere, bu hafta çok dinlediğim bir şarkıyı paylaşmak istiyorum; Seni Dert Etmeler - Madrigal (Ayça Özefe Cover)...



Madrigal adlı grubun Seni Dert Etmeler şarkısını dinlemişsinizdir veya duymuşsunuzdur bence. Cover'ını dinledim, Ayça Özefe diye bir ses sanatçısından. İnstagram sayesinde tanıştım bu cover versiyonuyla ama son bir haftadır 3 saat boyunca dinlemiş kadar dinlemişimdir herhalde... :) Tavsiyem olsun, umarım beğenirseniz sizlere de iyi gelsin... <3 

Sevgilerimle... :)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...