Merhabalar, bu sefer nicedir tamamlayamadığım bir "Filmi Olan Kitaplar" yazımı "Filmi" kısmını izledim de buradayım yine... :) İyi okumalar dilerim...
Koronavirüs sürecinde, akşamlarımızı ailecek daha çoğunlukla film izleyerek geçirdik. Gerilimi, romantiği, komedisi ve korkusu… Korku filmleri, senede bir veya iki defa izlediğim film kategorilerinden. Birileriyle yapıldığı ölçüde bile beni epey zorlayan bir mevzu benim için korku filmi izlemek, çok çabuk etkileniyorum çünkü. Orada kovalayan her kimse, beni geceler boyu korkutabiliyor bile üstelik. Neyse ki ablamlarda kaldığımız süre boyunca izlediğimiz korku ve gerilim filmlerinde, geceler boyu korkmadım öyle. Herhalde buna da yavaş yavaş alışıyorum… =)
Ablamlarda kaldığımız süre içerisinde, benim kitabını okuduğum ve ablam ile eniştemin filmlerini izlediği “Kafes” kitabının filmini de onlarla izleyebildim. Geçen sene okuyup bitirdiğim kitabın filmini, 7 Mayıs günü izledik ailecek. İyi ki de izledik. Şayet o gün izlemesem daha bir süre izlemezdim yoksa, kendimi biliyorum… (:
Bu yazım 2019’da okuduğum “Kafes” kitabı ve kitaptan uyarlanarak yapılan “Bird Box” filmini içerecek. İyi okumalar dilerim… =)
2019 Bursa kitap fuarına gittiğimizde, o sene çok konuşulan kitaplar arasında olduğundan sebep İthaki Yayınlarından almıştım Kafes kitabını. Stand önünde de, “acaba Cesur Yeni Dünya’yı şimdi alsam da, sonra mı Kafes’i internetten sipariş etsem?” diye kararsızlık yaşamıştım başta. Sonuç olarak daha sonra diğer kitabı internetten sipariş ettim. Kafes kitabını ise fuardan aldığımız kitaplarımdan en son okuduklarımın arasına koydum. O fuar yazımı burada bulabilirsiniz yeniden...
Gerilim içerikli bir kitap olması Kafes'i en son okumama sebep olmuştu tabii ki. Ama okurken gerilmekten çok sıkılmayı yaşadım ben kitapta. Hikayede, "gözle görüldüğü zaman" en korktuğunuz şeylerin etkisi altına girmenizi gerektiren bir dış gücün tüm dünyayı dolaşıyor olması konu alınıyor. Kitap bu durumun getirdiği intiharların bölge bölge dünyaya yayılıyor olduğunun radyo ve televizyon haberlerinde verilmesiyle başlıyor. Arkadaşıyla aynı evde yaşayan ve bunun dışında evlilik dışı hamile kalmış kızımız Malorie’nin hayatta kalma savaşı anlatılıyor. İlk önce bir evde arkadaşının bir gün çıkıp bir daha dönememesiyle, sonra birçok tanıdığına ulaşamamasıyla devam ediyor. Öyle bir güç ki bu, gözlerinizi bantlamak ve teknolojinin imkan verdiği doğrultuda dışarıda var olmak durumundasınız. Görmek, yasak…
*Bundan sonrası kitabı okumak isteyenler için hikayeyi detaylarıyla anlatabilecek şekilde olabilir…
Ben kitabı Nisan 2019’da okuyup bitirmişim, ama hala hatırlıyorum; bitirdiğimde hikayeye dair hissettiğim şey, çokça mantık hatası bulunduğunu düşündüğümdü.
Esas kızımız Maloire’un bebeğinin babasından bahsedilmiyor fazla, onu sevip sevmediğinden bile emin değiliz. Bu içinde bulunduğu durum neticesinde, karnındaki bebeği sevip ona tutunma hevesi de görülmüyor. Maloire’nin duygusuzlaşması böyle başlıyor işte, dünyayı saran bir virüs gibi herkesi öldürmesiyle. Kitap boyu buna anlam veremedim, çok fazla ölen birilerini bile görmedi çünkü; sığındığı evdeki kişilerin ölmelerine şahit olması haricinde. Baştan beri hayatta kalma sebepleri yok denecek kadar az görünen bir kızın, gelecek için hayatta kalma çabası çok gereksiz gelmişti bu yüzden bana.
Duygusuz muyum sizce? Yani dünya üzerinde geleceği paylaşmak isteyeceğim kimsem kalmıyor, karnımdaki çocuğu bile sevip sevmemekten yana net değilim, ama hayatta kalmaya da hevesim bol. Bilmiyorum, bu bana biraz tutarsızlık gibi geldi…
Öte yandan, bu ne olduğunu bilmediğimiz ama görmememiz gerektiğini bildiğimiz güçten yalnız kalmamak ve yaşamak üzere sığınacak bir ev aramak için yollara düşüyor en başında kızımız. Bir ev bulup zar zor kendini kabul ettiriyor o eve. Hamile olması sorun oluyor, stoklarımız yok diyerekten. O evde kaldığı sürece, gözleri kapalı şekilde marketleri yağmalamak durumunda kalıyorlar ve alt mahzene stok yapıyorlar… Maloire’dan sonra bir hamile daha sığınıyor eve ve süreç böyle başlıyor devam ediyor işte…
Evin içinde bir adam da var ki, Maloire’a en güzel o destek oluyor. Adı Tom… Sanırım kitapta da filmde de en sevdiğim kişi o oldu. Maloire’un gayreti çok takdire şayan, fakat baştaki tutarsızlığı onu sevmeme engel oldu belki de. Filmi izleyince ise, bu fikrim tamamiyle değişti işte…
Kitabın “Bird Box” isimli uyarlanma filmine gelirsek; hikayedeki tüm tutarsızlığa ve de eksik kalmış yanlara rağmen, film daha açıklayıcı olmuş durumda idi bana kalırsa…
Öncelikle kitabın içinde çok detaylı olarak bahsedilmemiş bir mevzunu, filmin ismine konu olmasını garipsedim aslında. Kitapta da filmde de kuşların kabiliyetlerini keşfediyorlar bir arada yaşarken. Kuşlar, görmeseler de varlıklarını hissedebiliyor o güçlerin. O yüzden kuş besliyorlar ve o kuşları gölün aşağısındaki sığınılan yere, Maloire çocuklarla beraber, insanların yanına gidene kadar hayatta tutuyorlar. Bu bile bana o gücün insanları gördükleri anda etkileyebiliyorken, dış ortamda duyulabiliyorken ama kimse onu görmezken hiçbir şey yapamıyor olduğuna inandıramadı…
Kitapta bahsedilen Tom’u, tamamiyle bulmak isteyeceğim görünüşte biri oynuyor; Trevante Rhodes adlı bir oyuncu. Bu zamana dek hiçbir filmini izlememişim meğer, ama Tom karakterini ondan başkası oynayamazmış resmen. Maloire rolüne de gelince, çok sevdiğimiz bir oyuncu Sandra Bullock oynuyor ki; karakter olarak çok güzel oturmuş bir yüze sahip kendisi. Başrolleri tutturabilmek mühim iş bence, özellikle de bu gibi kitabı olan filmlerin oyuncu seçiminde…
Kitapta hikayeyi anlatırken bahsettiğim güç vardı ya, hiçbir şekilde bir insanın o dış gücü görünce nasıl olup da kişileri delirttiğine dair bir bilgi yoktu o güce dair işte. Okurken, kitabın sonuna dek bu gücün açıklandığı ve belki de insanlığı o güçten kurtarabildiklerine şahit olmayı bekledim. Ama sonucu bırakın, ilk beklentim bile gerçekleşmedi, biri görür iken o güce arkanı dönerek görene bakmak gibi dahil… Filmde ise, bu gücün ciddiyetine varan bir Maloire var; nasıl hissedildiğini çok net görüyor, öyle ki ablasının gözlerinin önünde yanan arabalarına binmesine şahit oluyor. Kitaptaki sorulara yanıt vermeyen yana filmde bakış açısı olarak sunulduğu için, bu kadarını göstermesi bile daha inandırıcı olmuş dedirtiyor…
Kitapta hikayeyi anlatırken bahsettiğim güç vardı ya, hiçbir şekilde bir insanın o dış gücü görünce nasıl olup da kişileri delirttiğine dair bir bilgi yoktu o güce dair işte. Okurken, kitabın sonuna dek bu gücün açıklandığı ve belki de insanlığı o güçten kurtarabildiklerine şahit olmayı bekledim. Ama sonucu bırakın, ilk beklentim bile gerçekleşmedi, biri görür iken o güce arkanı dönerek görene bakmak gibi dahil… Filmde ise, bu gücün ciddiyetine varan bir Maloire var; nasıl hissedildiğini çok net görüyor, öyle ki ablasının gözlerinin önünde yanan arabalarına binmesine şahit oluyor. Kitaptaki sorulara yanıt vermeyen yana filmde bakış açısı olarak sunulduğu için, bu kadarını göstermesi bile daha inandırıcı olmuş dedirtiyor…
Filmde Maloire daha neşeli ve hayata dair daha istekli. İki ayrı karakter olarak görünmesi, beni biraz üzdü kitapla karşılaştırınca yani. Başlangıçta ablası ile gidiyor ilk ve son doktor randevusuna, dönüşte filmin konusunun daha inandırıcı noktasına şahit oluyoruz biz de böylece. O gün sabahtan intihar haberlerini duyuyor ve yeterince ciddiye almıyorlar ama dönüş yolunda esaslı bir saldırıya da şehrin karmaşasıyla maruz kalıyorlar. Gökyüzünde bulunan o siyah güç, gözlerinin önünde herkesi etkisi altına alıyor zira. Maloire ve ablası herkes gibi kaza yapıp en başta kurtulsa da, ablasının da gözünün gördüğü bu güç karşısında nasıl kendisini kahredip de intihar etmek üzere yanan arabalarına bindiğine şahit oluyor. O gücün ciddiyetine böyle inanıyor, ablasıyla başlayan üzüntülü suratları görmeye başladığı için o gücü asla görmek istemiyor... Bu kesinlikle daha inandırıcı bir mantık içeriyor bana kalırsa...
Filmde, bu işin ciddiyetine varmış en yakındaki eve sığınıyorlar. Ama bu evin sahibinin hanımı o esnada o gücün etkisi altına giriyor sonra… Derken sokakta tek bir canlı kalmadıktan sonra, olayların şokunu atlatıp o eve sığınanlar ilk önce camları ve televizyonu karartıyor, kapılarını dış dünyaya olabildiğince kapatıyorlar… Maloire zamanla çocuğunu da doğuruyor, kendi gibi hamile olan arkadaşıyla beraber aynı günde hem de. Ama içeriye sızan aklını gördüğü güçle oynatmış ve herkesin kendini öldürmesini mantıklı bulan bir kişi yüzünden, o gün ölüyor herkes; bebekler, Tom ve Maloire haricinde. Çocukları ve Maloire'u Tom kurtarıyor tabii ki de... Sonrasında Tom ölene dek, başka bir evde çocuklarla hayat mücadelesi başlıyor. Hayatta kalmış birilerine ulaşma süreci başlıyor; Tom hayatta iken telsizler sayesinde, gölün 5 km altında bir sığınakta hayatta kalmış insanların birleştiği ve oraya varış yolunu anlatan biriyle konuşuyorlar. Tom öldükten sonra, çocuklar 5 yaşında iken, gölde yolculuk başlıyor işte. Sonucunda oraya varmak da mümkün oluyor işte…
Kitaptaki ruhsuzluğa rağmen, film daha netti birçok konuda; ben filmin tarafını tutuyorum kendimce, kitabı tekrar okuyacağıma filmi bir daha izlerim daha sonra… Ama gerilim severlere özgü durum mutlak farklı olacaktır. Kitabın anlatımı yine de kötü değildi tamamıyla, işleyişi ve hissettirdikleri heyecan verici değildi sadece bana göre. Kitapta da filmde de anlatım farklılıkları vardı sonrasında;
Kitapta da okuduğumda aynıydı, Maloire bu bilinmezlikte öyle bir ruh halindeymiş ki çocuklara bağlanmamak için cinsiyetlerini isim olarak kullanmış; kız ve erkek. Bu fazlasıyla inandırıcı idi ama filmde hissettirilişi daha sağlamdı. Kitapta bu durumdan etkilenmemiştim çünkü, garip gelmişti sadece. Ama kitapta okuduğumuz noktayı, filmde de göremiyoruz aslında. Nihayetinde hikayede söylenen, çocukların iyi geliştirilmiş bireyler olması sebebiyle (Maloire ve Tom'un ortak becerisi ile) duyularını iyi kullanabiliyor olmaları; hayatta kalabilmek ve hayatta tutabilmek için. Onların görmek dışındaki 4 duyusuna değer veriyor Maloire, hiçbir şekilde sorun olmaması adına da, sevgisini en az seviyede gösteriyor. Benim filmde etkilendiğim nokta da burası idi işte...
Hikayenin can alıcı noktalarından biri idi benim için; Göl kenarında iken bir ara, sandalda kalın dediği çocuklardan kız olanı "beklemek yerine anneme yardıma gidelim" dediği esnada, iki çocuk da kayboluyor. Kızı kolay buluyor da, oğlanı bulması zor oluyor. Bu durumun sonrasında gelişen korkunun yerini rahatlamaya bırakması halinde, hikayenin o noktasında, çocuklara sarıldığı an’a çok inandım ben… Kız dediği çocuğuna öyle bir sarılıyor ki, o kızın beklentileri yanıt buluyor. Güzel sahnelendirilmiş bir nokta idi..
Son olarak bu kadar eleştirmiş ve yazmış iken puan verecek olursam eğer, 10 üzerinden Kitaba 6 puan, Filme ise 8 puan veriyorum. Ne çok iyi ne de çok kötü diyebiliriz, yine de keşkelerle dolu deneyim idi benim için her ikisi de…
Bu yazıyı bitirmeden önce, bu fantastik hikayenin bende hala çok düşündürücü kalan yanını da eklemek istiyorum… Diyelim ki, böyle bir güç var; öyle ki çeşit çeşit dünyaya yayılmış insanlığı en korkunç yerlerinden vurdu da, korkularımızla yüzleştiğimizde hepimiz kendimizi öldürecek duruma geldik. Aramızda hiç mi gördüğü şeylere rağmen, psikolojisini sağlam tutabilecek ona istediğini vermemeyi akıl edecek insanlar yoktur? Bu güç sadece, akli melekeleri yerinde olmayan insanları, suçluları öldüremiyor; onları da tam tersine daha fazla cani ve insanların ölmesine inandıracak bir psikolojiye sokuyor öyle mi? Sadece bu mu yani? Bana burası hiç mantıklı gelmedi.
Kurtulmak için tek bir yol var, o da görmemek ve o güç sadece camlar ve kapılar açıksa girebiliyor… İnsanoğlu güçlü diyoruz, o güç ilahi bir güç olabilmeli ki ancak o zaman çok çaresiz kalabilelim de etkilesin bizleri. Bence! İnsanoğlu düşünen en akıllı varlıkken, bu kadar hata içerikli hikaye bana mantıklı gelmedi işte… =)
Baya uzun yazdım bu sefer de, okuduğunuz için teşekkürlerimle. Bir dahaki “Filmi Olan Kitaplar” yazımda görüşene dek, kendinize iyi bakın ve sağlıcakla kalın… Sevgilerimle. (:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bloğuma hoşgeldiniz. Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.
İnşallah beni yorumlarınızdan mahrum bırakmazsınız... :)