28 Şubat 2017 Salı

Avm'de Çocukça Eğlenmek... - 23.02.2017- Perşembe


Avm'de yeğenimle çocukça eğlendiğimiz bir gün oldu, 23.02.2017- Perşembe günü. O akşam eve geldikten sonra İnstagram hesabıma attığım teyze-yeğen fotoğrafımız, uzun zamandan sonra beraber çekindiğimiz bir fotoğraf olmasının yanında, beraber çekindiğimiz boydan ilk fotoğraflarımız da oldu en azından. O fotoğraf, alttaki fotoğrafın ta kendisi... Öyle bir durum oldu ki, İnstagram sayfamda en çok beğenilen fotoğraflarımdan biri şimdi o fotoğraf. İnstagram hesabımda ise, burada... :)


İkimizin beraber ayna karşısında fotoğraf çekinmeleri, cansız mankenlerle fotoğraf çekimlerimizden sonraydı. O gün bu fotoğrafları çekmeye başlamam da, Kağan'ın annem ve benim etrafa bakarken sıkılmasını veya haylazlığa vurmasını engelleme uğraşım hakimdi. Oyun bulma konusunda benden iyi artık, bazen öyle oyunlar üretiyor ki beni şaşkın bırakıyor ardında... O gün oyun bulma, onu eğlendirme görevi bende idi. Artık yaşına göre, Avm'de bizimle de dolaşabiliyor mu onu ölçmek istemiştim. 

Tabii öncesinden bahsetmek de gerekir ki, biz onun istediği Avm'nin önünden geçip de Nilüfer Aöf Bürosu'na giderken çok kızdı bize. "Onun istediği olmuyormuş, hep bizim istediğimiz oluyormuş, sakın onun istediğini bizim işimiz bittikten sonra da yapmayalımmış..." Nasıl tripler attı bize, görse idiniz o hallerini hem güler hem şaşırır kalırdınız. :) 

O gün ilk işimiz Naide anneannemizi Bursa'da bir hastaneye bırakmaktı, oradan da Nilüfer'deki Açıköğretim Bürosuna gidecektik. Tüm bunları halledip, benim dönem ders kayıtlarımı onaylatma işimizi de hallettikten sonra, yakındaki bir Avm'ye gittik. Kağan'ın istediği Avm'ye gitmeyi düşünsek de bir an, planlarımıza uymadı. Oradan dönüp bir de ablamı almak vardı, ablamın iş çıkışına yetişmemiz daha zor olacaktı... Öyle böyle derken, Kağancım Avm'ye girene dek bize trip attı durdu. Hayır teyzesine çekti desem, ben öyle tripli biri de değilim ki...

Neyse, Nilüfer'deki bir Avm'nin otoparkına geldik. Babam benim akülü sandalyemi kurdu, Kağan-annem-ben girdik Avm'ye. O an yeğenimin ağzından çıkan cümle şuydu; "Aaa burası çok güzel. Bana burada gezmek çok güzel gelir. Yaşasın!" Onun o suratındaki gülümseme ile söylediği bu neşeli cümle, arabadaki tüm triplerini ve huysuzluklarını unutturdu annemle bana... :)

Girdiğimiz ilk mağaza Koton'un mağazası idi. Gel görün ki; Kağanımla uzun zamandır beraber bir avm'de bulunmadığımız için, ne yapacağından yana merakla gözlerim üzerinde idi hep. Gördüğüm üzere, cansız mankenlere karşı hala bir korkusu bulunmakta idi; çünkü cansız mankenlere mesafeli duruyor ve beden dilinden bunu sezdiriyordu o tarafa bakmamaya çalışarak... Kağan'ın küçüklüğünden beridir de cansız duran heykel ve benzeri şeylere bir korkusu vardı, bu dediklerim büyüklüğüne göre değişen bir korku idi. Aynı benim küçüklüğümdeki gibi. 

Ben de küçükken aynı Kağanım gibi korkardım, büyük heykellerden ve canlı-cansız bilmediğim birçok şeyden. Antalya'daki bir tatilimizde, dedem beni hemen hemen yaşıtım olan erkek kuzenimle bir defasında gezdirmek için dışarı çıkartmıştı. Bizi bir heykel'in yanına oturtup fotoğraf çekmek istemişti. Nasıl korktuğumu, nasıl ağladığımı hala hatırlıyorum. Bu anımızın bir fotoğrafı bile var üstelik, eski fotoğrafların olduğu albümlerimizde... :)



Kağan'ımın korkusunu ona belli etmeden yıkmak istediğim için, cansız mankenlerin yanında durmasını sağladım o gün öncelikle. Fotoğraf çekme eğlencelerimiz böyle başladı işte... 

Cansız mankenlerin eski hallerini bilmem ama yeni cansız mankenler daha da korkunç. Eskiden yüzleri vardı, neden şimdi yüzsüz bu mankenler? Ben bile bakmak istemiyorum diyeceğim ama şimdi zaten yüzleri değil üstündekiler önemli derseniz de cevabım yok doğrusu. Zira ben sadece üstlerine bir şey giydirmelik olarak görmedim küçüklüğümden beri vitrin mankenlerini... 


Neyse; ilk oyunumuz yeğenim ile fotoğraf çekinmece oldu işte böylece...

Bir ben eğlenirim sanıyordum, Kağanım da eğlenmeye başladı. Mankenlerin yanında, kendisi nasıl olacağını bilmeden dururken ilk olarak "Kağancım dirseklerini mankenin dizine koy, fotoğraf çekeyim olur mu?" dediğimde, bana delirdin mi sen teyze neler söylüyorsun dercesine baktığına eminim. :) Mankenin dirseklerine elini koydu ama anlatmaya uğraştı isem de anlamak istemedi Kağanım. "Madem öyle elini tut bakalım?" dedim. Çekinerek yüzüme baktı, ellerini uzatırken. "Cansız Manken o Kağancım, bir şey yapmaz ki?" dedim. Bana güveniyor olacak ki, bu cümlemden sonra ikiletmeden tek elini uzattı ve ucundan tuttu. (Ki üstten soldaki ilk fotoğrafta göründüğü gibi, siması da elinin tutuşu da endişesini gözler önüne seriyor zaten) 

Fotoğrafını çektiğim gibi yanıma koştu, "Nasıl oldu teyze?" diye. Fotoğrafa bakarken ben güldüm o da güldü. Eğlencemiz böyle başladı işte. Üstteki fotoğrafların alt sırasında mankenin elini tuttuğu fotoğraf birkaç saniye içerisinde çıktı. Elini tutup yüzüne bakmasını söylediğimde, hemen ayak uydurdu ve elini tuttuğu gibi fotoğrafımız çıktı ortaya... 



Avm'de bir şeyler isteme meselesi de etkindi yine o gün üstelik... 

Koton mağazasında, 20 dakika kadar kaldık. Annem gezinirken; ben mağazanın arka tarafında küçük bir kaldırım gibisinden çocuk reyonu ayrılmış bölümde Kağanı zıplattım. Uzun zıplamaya hevesi boldu yine, taktiklerime uydu ve beraber eğlendik. Derken anneannesini kaybemiş gibi davranıp bulduk kendimizce, annem de bizden kaçtı saklandı... Renkleri seçtirdim ona, kombinler yapabildik. Güzel vakitler orada başladı... 

Avm'nin market bölümüne girdiğimizde, Kağan'ın aklı oturup bir şeyler yemekte idi. Bir de fazlasıyla yorulduğunu daha o kadar zamanlık sürede dile getiriyordu, mağazadan çıkıp marketin içine girene dek kucağıma oturdu ve bir de onu taşıdım yani akülü sandalyemde ilerlerken... :) Ancak, "hadi tamam yemek yiyeceğiz, sende anneannene ayran almaya yardım et." dediğimde indirebildim kucağımdan... Marketin cafeterya tarzı bölümünde camlı yemek sergileme alanlarından bir şeyler alıp oturduk ufak ufak atıştırdık ve gezmeye yeniden devam ettik... 


O gün sevdiğim en güzel şeylerden biri de, bir şeyler isteme mevzuusunda; "Paramız o kadar yok." dediğim dergi fiyatlarına beraber bakmalarımızdı...

Çocuk dergileri, ipince diyeceğimiz dergiler 10,50 Tl'den başlıyor fiyatları. O gün cidden ona ayıracak bütçemiz yoktu. Bunu o gün dergilerin reyonuna yöneldiğimizde Kağanıma uzun uzun anlatacağım sanırken, Kağan sadece dergileri eline alıp fiyatlarına baktı; yaşının gerektirdiği durum sebebiyle sayılara düşkünüz ve merakımız bol bu ara. Gerek kendi, gerekse de bana okuttu durdu sayıları. 

"Bu 10,50 Tl, alamayız. Bu 15 Tl, alamayız. Bu 8 Tl alabilir miyiz? Bu 7 Tl alabilir miyiz?" gibisinden sorular sordu. Tabii istediği her dergi ince ve 13-15 tl gibi miktarlar olunca alamadık. Ama en sonunda bulduğumız ince bir boyama kitabı oldu, "Tamam anneannene soralım." dedim ve sorduğu üzere; "İstiyor musun?Fiyatı ne kadarmış?" dedikten sonra da kabul etti anneannesi. İşte o kadarcık şeyle mutlu oldu, "Artık sorunsuz avm'de de gezebiliyoruz." dedirtti o an bana...

Ta ki ilerleyen saatlerde, asansör sevdası ile üst kata alt kata indir çıkar yaptıktan sonra kendime "Erken konuşmuşsun yine Didem" diyene dek... "Pahalı oyuncaklar da istedi", Reddedilince "kendime bir oyuncak bulabilirim ben o zaman" da dedi. Oralardan çıkarıp dikkatini dağıtmak bir nebze zor oldu ama başardık... Avm'den çıkarken istediği haşlanmış mısır bardağı ise, o günkü zorlandığımız konulardan bir diğeri oldu... :)

Yine de, mümkün olduğunca çocukla gitmemek gerek Avm'lere evet!; Eğlenebildiğiniz nebzede nefis bir şey, dikkat süresi dağıldığında ve yorulmaya başladığında acilen uzaklaştırmak gerek. Bizim ablamın çıkışına doğru son 1-2 saatimiz zorlu geçti. Uyku sıkıştırmıştı, kendini oyalamamı istemesi beni yorar oldu ve sonuç eve dönerken onun sızıp kalması, benimse baş dönmemin eve kadar sürmesi oldu. 

Baş dönmemin nedenini hemen söyleyeyim; Avm'nin içinde kat boyunca onu birkaç kez Akülü sandalyemin arkasına tutunurken hızlı şekilde akülü sandalyemi sürmemi istemesinden ötürüydü... :)


Bıcır bıcır bir oğlunuz veya yeğeniniz mi var? Avm içerisinde benim size önerebileceğim oyunlar ve aktiviteler böyle işte... 

Öğrendim ki o gün; yeri ve zamanı mı diye sorgulamadan, her koşulda çocukça eğlenebilmeyi ve yaşamayı unutmamak gerekiyormuş. Onlarla anı biriktirmek, dünyanın en saf ve en kalp kırılma riskinizin bulunmadığı plan vallahi... :) 


Sevgilerimle... 

21 Şubat 2017 Salı

Balkonumda Kuşlarım Var - 20.02.2017



Bazen hayat sizi garip şekillerde selamlayabiliyor. Mesela dün odamda, balkon kapısının yanında duran masamda oturuyordum. Perdem sağ resimdeki gibi kapalı ve ben bu perdeye sırtım dönük haldeydim... Yer yer müziğimi dinler, yer yer de dersime çalışmaya devam eder halde düşünceli bir hal sergiliyordum. Müziğin durduğu bir anda bir ses duydum. Gırtlaktan gelen bir kuş sesi idi bu. Birini çağırıyordu belki de, arkamı dönmeden oturmaya devam ettim ve sadece bu sessizliğime gelen sesi dinledim...

Bu iki güzel kuşun farkına gözlerimle de, ancak arkadaki kabaran kumru'mun sesini birkaç kez daha aralıklarla duyduktan sonra varabildim. Kapalı olan perdeme doğru döndüğümde, perdeyi açmaya cesaret edemedim. Telefonum ile, perdenin delikli yerlerinden fotoğraflarını çekmek istedim. Olmayınca da telefonumu perdenin altından sezdirmeden camın önüne kaldırdım, beni görmesinler ve ben onları daha net izleyebileyim istedim.

Başarılı oldum ama onlar da bir süre sonra telefonumu izlemeye başladılar. Muhtemelen o an'ı ölümsüzleştirmek istemese idim belki de daha fazla kalacaklardı. Ben kameramı açtıktan sonra 1,5-2 dakika kadar anca kaldılar. Öncesinde ise 3 dakikadan fazla bulundukları yerdeydiler...

O gırtlaktan gelen sesi anlatamamak güzel bir duygu değil ama şu an yazıyorken bile hatırlamak güzel. Ben bilmiyormuşum meğer, dün annemler evde yokken çektiğim bu fotoğrafları geldiklerinde anneme gösterdiğimde; "Evet, iki kuş geliyor balkonumuza ara sıra. Bunlar onlar." dedi. Biri toparlak, biri zarif; biri erkek, biri dişi olabilir. Enişteme bu sabah gösterdiğimde, "Bu tür kuşlarda, gagası uzun olan erkek oluyor genelde." dedi. Yani anlayacağınız görünüşlerinden tahmin ettiğim üzere, arkada kabaran erkek camıma daha yakın olan ise dişi olsa gerek... :)



Neden bilmiyorum; ben onları perdemi açmadan kamerama düşen net görüntüleriyle izlemeyi sürdürürken, onlar da benim ne yaptığımı anlamaya çalışırcasına kafalarını telefonumun arkasını incelemek için eğip düzeltip incelerlerken, hayatın beni selamladığını düşündüm. Kuşlarımın sesini duymadan önce, içimde garip bir sıkıntının başlıyor olduğu hissi vardı. Kumrularımın sesini duyup, kendilerini de görünce bir garip oldum. "Buradasın ve buradayız işte." diyorlardı sanki, beni sıkıntılı düşüncelerimden kurtaranlar bu güzel kuşlardı... 

Biliyorum, bazen bende kendime hayret ediyorum! Nelere ne anlamlar yüklüyor içim, benliğimle beraber bütün olarak hissediyorum?! diye sorguluyorum. Ama bir o kadar da güzel geliyor. Hayat selamlıyor, bir şekilde bir şeyler söylüyor. Anlamamı istiyor, bir şeyleri daha derinden algılamamı bekliyor sanki. Dün yine aynı böyle sezdim... 

Anın güzelliğini yaşamayı sürdürürken; en uçtaki kuş uçtu gitti önce, birkaç kez ard arda ötüp birden kanatlanarak. Kalan zarif kuşum; yan yan sıraladı demirde, onun uçtuğu tarafa-sola doğru... Ben kameramın videosunu açmıştım o sırada, o uçana dek takip edeyim demiştim. Bir gözü kameramda, kontrol edercesine sıralamaya devam etti. Sanki o bana ben ona baktım, dolaylı da olsa... Sonra ha uçtu ha uçacak derken, birden bire uçtu gitti kuşum... 


Velhasıl; Balkonuma uğrayan kuşlarım var artık işte. Artık diyorum, çünkü bugün yine geldi arkadaki. Eşi olduğunu tahmin ettiğim arkadaşını çağırdı belki de. Birkaç kez öttü, biraz perdeye yanaştım, gördü beni belki de; yan yan sıraladı demirde perdeme bakarak ve uçtu gitti. Sevdiğinin gelmediğine mi uçtu, yoksa benden mi rahatsız oldu bilemedim. 

Balkonumda Kuşlarım Var; dün sıkma içini dercesine geldiler, içimdeki sıkıntıyı alırcasına birer birer uçtu gittiler. Sıkma derlerken, düşün ve sürdür kontrollerini der gibiydi sonuncusu. Hayattan bana selam vardı, mesajlarla dolu. Teşekkür ederim, aldım ve algıladım... :) 

Sizce de bir kuşu uçarkan izlemek; içinizdeki sıkıntıları alıp götürsün isterken tam da bu isteğinizi yerine getiriyormuş gibi hissettirmiyor mu? :)


20 Şubat 2017 Pazartesi

Bir Uzay Cuma'sıydı - 17.02.2017-Cuma


Bir Uzay Cumasıydı yine, 2016 senesinin senelik ek tedavimizden bitirdiğimiz ilk 30 seansın 30.'sunu aldığımızda... Şimdi ilk fırsatta, yine ikinci 30'luk seansı almak için hastaneye gidilecek bu hafta...

Devletin bize verdiği ek 60 seans ile alabiliyorum Uzay Terapilerimi, 2014'den beri Yalova Aktif Fizik Hastanesi'nden... İlk senelik ek tedavimi alabildiğim zaman 2014 Kasım'da başlamıştı seanslarım. 2016 Ekim'den sonra da bu senenin ek tedavilerini alabilme zamanım geldi... 



Annemle beraber, dimdiktik bu Cuma. :) Dilerim bu sağlam duruşumu koruyabiliriz ve daha fazlasını da yapabiliriz diyorum yine şimdi...

Daha öncelerde de çok bahsettiğim gibi 2016 Ekim'de başladığım senelik ek tedavilerim için bu sene Pazartesi ve Cuma günleri Uzay Terapi'ye gidiyordum. Yalova Aktif Fizik Hastanesinden gelip, götürüyorlardı yine. Ve şimdi bir kez daha ikinci 30'luk ek tedavimi verecekler mi telaşı sardı beni. Zira yine bir "Bu sene ikinci 30'luğu vermiyorlar herkese." durumu hakim ki, geçen seneden daha da zor ve neredeyse imkansız olarak söyleniyor. Sebebine gelince, artık 18 yaşını geçmiş kişilere ek ikinci 30'luk yokmuş bu sene. Nedenine gelince ise, nedeni yok. 

Geçen sene de ikinci 30'luk seansımızı alırken böyle bir durum çıkmış, "herkese vermiyorlar ikinci 30'luğu, sadece gelişme gösteren hastalık durumları olanlara veriyorlar." gibi bir durum söz konusuydu. Bu sene anlamadığım bu durumu çok düşünür oldum; Bedensel engellilik hallerini içeren hastalıkların çoğunda 18 yaşını geçenlerde tedavi şansı yok mu oluyor? - Hayır böyle bir durum da yok ki... Anlamak anlamlandırmak istiyorum ama çokça da boşveriyorum. Düşünürsem kafamı çok meşgul ediyor ve de yoruyor doğrusu...

Nedeni de basit bu bize verilen bir hak ise, ben bunu istemekte özgürüm. Senelik 90 adet ek tedavi diye yola çıkılan bu imkan ile ben Uzay Terapi alabilmeye başladım çünkü. Özel Rehabilitasyon Merkezlerinin sunduğu bu tedavi imkanlarının seansları çok uçuk fiyatlarla sunuluyor biz hastalara... Haklarımızı alabiliriz diye umuyorum şimdilerde. Bir Uzay Cuma'sıydı, bu sene için son olmamasını da diliyorum bu sebeplerle...


Tedavilerin nasıl gittiği konusunda, içtenlikle iyi gidiyor diyebilirim bu sene adına da. En azından hastalığımın ilerleyişini durdurabiliyoruz bu sayede. Zira bir bedensel engellinin ve özellikle de bir Kas Erimesi hastasının Fizik Tedavi ve benzeri tedavilerinin varlığı çok önemli... Hastalığın ilerlemesini durdurabilmek ve tedavide güzel yerlere adım atabilmek adına. Son "Yıllar Geçerken; Kas Erimesi Nedir?" isimli yazımda da bunu belirtmiştim. 

Haftada iki kez Yalova'dan Uzay Terapi derslerimi, iki ders olmak üzere de kendi ilçemdeki rehabilitasyonumdan Fizik Tedavi derslerimi alıyorum; haftada 4 ders alıyor olmam, benim için büyük avantaj. Bazen hakkımız olduğunu ama bazı anlamsız kurallara takılıyor olmamızı garipsediğimi söylediğimde, karşıma çıkan kişilerin; "devlet veriyor değil mi bu ek tedaviyi de? Bak veriyor ama!" gibisinden laflarını duyuyorum fazlasıyla. Devlet büyüklerimizin işi, biz vatandaşlarına bu hakkı vermek zaten. Bu haklarımızı alabilmek için; kul köle olma, yalvarma yakarma ihtiyacı duymamalıyız bence... 



2016-2017 Senelik Ek Tedavi İlk 30'larda;

En son Cuma günü (17.02.2017), tilt'te en dik pozisyona kadar çıkabildiğime bir kez daha şahit oldum. Bu demek oluyor ki; dizlerdeki dümdüz kilitler pozisyondaki açıklığa getirememe durumundaki kısıtlılığı (ekstansör diyorlar yanlış hatırlamıyorsam, tam tersi durumuna da fleksör), büyük ölçüde gidermiş ve gelişme gösterebilir olmuşuz demektir. Ayakta durabilme durumlarım, bu kısıtlılığı giderebilir olduktan sonra daha da iyi hale gelir oldu zaten...

Bu sene yine Ali abi ile çalıştık, geçen seneden tek farkla ilk 5 dersim Orhan abi ile idi... En garibi ise; son dersim de Cuma günü (17.02.2017), var olan hastaların yoğunluğundan ötürü Mümin abi ile ilk 30'luk seansları bitirme dersimi yapmış olmamızdı... :)

Gelgelelim bu sene ilk 30'larda, ağırlık çalışmalarının yanı sıra yer egzersizlerimi de ekledik. Bel-sırt bölgelerini çalıştırma çabalarımız, yarı yarıya sonuç verdi. Yapamadığımız en zor hareket ise, mekik çekebilme hareketi idi. Ama bu sene çekme hareketini yapamıyor oluşumda bile bir gelişme gösterip, milimsel de olsa ilerleme katedebildik... Göbek bölgem, hem Uzay hem de Fizik Tedavimin yeterliliği sebebiyle de inceldi epey. Öyle ki, bel ağrım olmasına rağmen vücudum bana dahi hafif geliyor artık...


Ve umudum var, bu hafta adına da...

Tilt'te Cuma günü fotoğraflarımı çektirmemin sebebi, uzun zamandır dizlerimi bu kadar kilitli şekilde tutamıyor oluşumun tam tersini belgeleyebiliyor olmaktı daha da iyi şekilde... Şimdi içimde ister istemez, bu diz açıklığını sağlamaya bu kadar yakınlaşmışken tedavimin bir kısmını bırakacak ve bir dahaki senenin ek tedavi seanslarını (Kasım 2017'e dek) bekleyecek olma ihtimalimin varlığının rahatsızlığı var.

Ama umarım bu hafta hastaneden randevu alınıp gideceğiz ve kontrol olacağım doktora katettiğimiz gelişmeleri anlatabildiğimde diğer 30'luğu alabileceğiz yeniden. Kısıtlı sayıda kişilere veriyor olduklarını söyleseler de ikinci 30 seans hakkını, benim umudum var bu hafta adına da...

Umut dolu, mutlu haberlerle geçecek bir hafta olsun inşallah. 
Sevgiler... :)

15 Şubat 2017 Çarşamba

Yıllar Geçerken; Kas Erimesi Nedir?


Öncelikle başlangıca "Yıllar Geçerken" belirtmesini yapma sebebime değinmek istiyorum; bu bilimsel bir yazı falan değil, bir Kas Erimesi hastasının deneyimlerinden ve bilgilerinden oluşan bir yazı. Devamında gerçekleşen bilgi ve durumların gerçekliği, deneyimlerimizle ve hayatımla sınırlıdır. :) Okuyor olduğunuz için şimdiden çok teşekkür ederim...


Bu yazı çok uzun zamandır sırasını bekleyen yazı idi ve diğer yazılar kadar kolay yazılabilen bir yazı olmamasının sebebi olan soru; "gerçekten yazmalı mıyım?" olmuştu bu zamana dek. O soruma cevabım artık, "Gerçekten yazmalıyım." şeklinde net bir hal aldığı için yazabiliyorum şu an...

Ömrüm boyunca sorulacak sorular dizisinin başlangıcı ile ilk karşılaşmam daha ben bu hastalığın tam ismini bile bilemezken olmuştu. "Kas Erimesi de neydi?" Biliyorum aklınıza, kasların eriyip insanı çökertmesi gibi bir şey gelebiliyor çoğunuzun. Başlangıçta biz de ailemle beraber öyle sanmıştık. 1997 senesinde, annemin ansiklopedilerden edinebildiği bilgiler çerçevesinde böyle bir şey olmadığını öğrenmek çok da uzun sürmedi. Ama annemin o zamanındaki ilk araştırmaları çokça garip bir depresyon sürecine ve bilgi zehirlenmesine de sokmuştu diyebilirim; ki bu konulara, hastalığımızı ilk öğrendiğimiz süreçten bahsettiğim Hayat Hikayem; #1 Kendimi Daha İyi Tanıtmalıyım, Dedim. adlı yazımda değinmiştim...

Şükür o günleri de ve nicesini de atlattık, şimdi 24 yaşımdayım ve bu hastalıkla 18 yıldır tanışık haldeyim...



Benim Kas Erimesi hastalığımın teşhisi 5-6 yaşlarımda konuluverdi. Kiminde doğuştan, kiminde de çok sonradan anlaşılabilen bir hastalık olduğunu da o zaman öğrendik. Sanırım şanslı kesimde idim, gözleri üzerimde olan annem büyük şansımdı. Başlangıçta "Kızınıza hastalık mı arıyorsunuz?" diye sorabilen doktorlara rağmen ihmal etmemiştik ailecek sonuç alabilmeyi... 
 Biz erken yaşta fizik tedaviye başlama şansını kazandık böylece.
Sonuç "Kas Erimesi" çıktığında mutlu bir sonuç değilse de, derdimizin çare aranılabilecek bir ismi var diye avunabilir olmuştuk...

Kas Erimesi; tüm vücut kaslarını etkileyebilen kas güçsüzlüklerini kapsıyor. Hastalığımızın tıp dilinde Latince adı Müskuler Distrofi. Tabi bu bahsettiğim hastalığın, bulunan, bilinen ve bilinmeyen birçok çeşidi olduğu söyleniyor. İnsanların genlerinin mutasyona uğraması gibi, hastalıklar da mutasyona uğrayabiliyormuş çünkü; her yeni genle dünyaya gelen bir çocukla beraber...

Sıklıkla anıldığı "Duchenne" ve "Becker" gruplarıdır. Bu iki grup en sıklıkla görülen ve en ağır tipleri olarak söylenir, Kas Erimesi hastalığının. Genelde erkek çocuklarda görüldüğü bilinse de, zamanla kız çocuklarında da görülmeye başlayan tiplerdir.

Benim hastalığımın tipi ise "Limb Girdle" dedikleri, aslında kızlarda görüldüğü bilinen ama yıllarca mutasyona uğraması sonucu artık erkeklerde de görülebilen bir tip. Diğer tiplerine göre ilerlemesi biraz daha hafif olsa da (ki çok hafif değil, diğerlerine nazaran diyorlar sadece), diğer tipler gibi henüz tedavisinin bulunmadığı bir hastalığımız olduğu için her tipinde olduğu gibi ağır süreçleri içinde barındıran bir süreç benimkisi de. Ama yaşıyoruz işte, bu hayatı severek çok şükür... :)

Kas Erimesi ciddi midir dersek, evet ciddidir. Fizik tedavisi ve kontrolleri ihmal edilirse, ilerleme daha da hızlanabilir.

"Hastalıklar süründürür." görür herkes. Bir engelli gördüyse yolda, güldüğünü garipser mesela. Benim hastalığım hem en kötü hem de en iyi durumda da olsa, "iyiyim" diyebiliyorum ben. Ben sürünmüyorum, yaşamıyor da değilim. Düşünebiliyorum, sizler gibi konuşabiliyor ve fazlasıyla da sizlerin engellileri garip karşılamasını anlayabiliyorum. Bu sebeple sizlere kendimi anlatmayı istiyorum, sizin de anlamanızı ve anlamlandırmanızı istiyorum...


Kas Erimesinin belirtilerine gelince; kas güçsüzlüklerinin görülmesinin devam ettiği haller diyebilirim, genel tabiriyle...

Benim hastalığımı ortaya çıkartan belirtilerim; bir türlü bitmek bilmeyen çabuk yorgunluklarımın başlaması, kas ve eklem ağrılarım, sık düşmelerim, merdiven çıkmakta katlanarak artan zorlanma hallerimin devamlılık halleri olmuştu...

Belirtilerimin her biri sürdü, anlık duraksamalar olsa da bir türlü bitmedi. Sonuç ancak doktor kapılarını aşındırmalarımızla alınabilmişti... 1995-96 senelerinden bahsediyorum, annem ve anasınıfı öğretmenimin gözlemlerinde bir sorun olduğu anlaşılabilmiş. Anasınıfı öğretmenimden önce bile, annem mücadeleye başlamış; doktor doktor azarlansa da beni hastanelerde gezdirmeyi sürdürmüştü yılmadan...

Genelde Kas Erimesi hastalığının teşhisleri belirli dönemlerde yapılmıyor. Yani sadece şu yaş aralığında kendini en net belirtiyor denilemiyor. Kimisinin hastalığı benim gibi 5-6 yaşında ortaya çıkıyor, kimisinin de 12-15 yaş aralığında. Kas Erimesi olduğu anlaşıldığı takdirde, hastalık tipi kas biyopsisi yapılarak tam tanıya varılıyor...


Kas Erimesi hastalığımızın tedavisine gelince; Ömür boyu fizik tedavi, şimdilik tek tedavimiz bu...




Benim hastalığımın ayrıntılı teşhisinin yapıldığı zamandan beri (1997); ilk 6-7 yılda - yılda iki, daha sonraki yıllarda yılda bir olmak üzere Ankara Hacettepe Üniversitesi'nin 4 ayrı bölüm gözetiminde (Nöroloji, Ortopedi, Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları) ve bir de "Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon ünitesinde kontrol ediliyordum. Hacettepe Üniversite Hastanesi (İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi)'nin bu bölümlerinde kontrollerim 18. Yaşıma gelene dek sürdü.

Üstteki resim, Ankara Hacettepe Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon bölümünün önünde otururken; Eylül 2009'dan... Şimdiyle o zamanı kıyaslayamıyorum bile, daha zayıf daha zinde ve daha aktiftim. Oturuşumdan bile anlayabiliyorum. Tüm o zamandan bu zamana kaslarımın durumunun değişimine sebep, 1,5 sene sonrasında gerçekleşen ataklarım oldu... Hayat Hikayem serisine veya bir başlık altında bunları da anlatabileceğim zamanlar gelecek inşallah... :)

2006 senesi ise fizik tedavi düzenimin değiştiği sene oldu benim için. Ankara Hacettepe Üniversitesi'nde senelik kontrol edilen kas kabiliyetim dışında, annemle beraber yaptığımız günlük egzersizlerimizi haftada iki kez almaya başladığım fizyoterapi derslerimle Seher ablaya emanet etmeye başladık. Seher abla benim düzenli çalışmaya başladığım ilk fizyoterapistim oldu.

Seher abla ile tanıştıktan sonra 2005 senesinde geçirdiğim ameliyat sonrasındaki kaybettiğim kas kabiliyetlerimi toparlayabilmiştik; tamı tamına 3 senede... Ve daha sonrasında da üniversite okurken geçirdiğim bir atağın feci sonuçlarını önce Özkan abi ile üniversite okuduğum şehir Balıkesir-Sındırgı'da ve Sındırgı'dan dönünce de Tamara abla ile toparlamaya başladık.

Özkan abi ve Niyazi abi beni ataklarım sonucunda başlayan kasılmalarımdan kurtarma sürecini başlatan fizyoterapistlerim, Tamara abla ise beni ataklarımla oluşan kasılmalarımdan kurtaran fizyoterapistim oldu...



( Bu resimler ise Yalova'da bir hastaneden 2 seneden beri yılda 60 seans olarak almaya devam ettiğim Uzay Terapi seanslarımdan... Bloğumda Uzay Terapi yazılarımda daha da fazlası bulunmakta. )

Yapabildiğin süre içinde, kasları yormadan hareket yapabilmek çok önemli bu hastalıkta. (Yorgunluk asla yok! Kaslar yorgunluğu sevmiyor, yorgunluklar zarar doğurabiliyor.)

Derseniz ki; hareketlerini yapmayan var mıdır? Var elbette. Herkesin bildiği kesin yargıya göre, "engelliler hayata küser ve içlerine kapanırlar." Evet, hayatın içinde de hayata küsenleri çok duydum gördüm. Bir o kadar hayata benim gibi tutunanları da gördüm. Herkesin iki kesimi de görmesini dilerim, ama ne yazık ki televizyonlarda tek kısım çoğunlukla gözler önüne seriliyor. Televizyonlara göre çoğunlukla engellilerin tek tip yaşamı var; hayata küsmek, yaşamamak ve ölümü beklemek... 


Diyeceğim o ki; Kriz şeklinde geçirdiğim kasılmalardan da, kas uzatma ameliyatımdan sonrasındaki kas güçsüzlüklerimin toparlanmasında da Fizik Tedaviler sayesinde toparlandım yeniden... 

Yani Kas Erimesi'nin tedavisinde; Fizik Tedavi her şey, yokluğu ise boş şey! :)


Kas Erimesi Ve İlaç Tedavileri;

Kas Erimesi'nde kullanılan ilaçlar, genellikle hastalık tiplerinin ilaçlarla ilerlemesini durdurabilmek için. Birkaç hastalık tipinin ilerlemesinin bazı ilaçlarla biraz yavaşlatılabildiklerini söylese de, benim doktorlarım benim hastalık tipim için bir ilacın bulunmadığını ve ilacın bana yaramadığını zorunlu kalmadıkça (şiddetli ağrı, kasılma ve benzeri durumlar olmadıkça) kullanmamamı söylüyorlar.

Zorunda kaldığım sürelerin en fazla uzaması gereken durumları da, ayda 3 ağrı kesici olarak sınırladılar. Ağrısal sebepler dışında, başka hastalık tedavileri haricinde durumlar böyle... İlaç kullanımım da kaslarımın keyfine göre olmalı...




İnsan yaşamaya alışıyor, her şeyle ve her yeni düzenle. Kas Erimesi; hayatımın bir parçası haline gelmiş bile olsa, bazen ben de kendimi bu hastalığı yaşamıyormuş gibi hissediyorum. Sanki bu hastalık bana bir günlüğüne verilmiş gibi, geçip gitmesi kısa zaman alacakmış gibi... Bence bunun sebebi; ayakta olmayı da, 4 senedir oturuyor olmayı da deneyimlemiş olmamdan kaynaklanıyor...

Şimdilerde desteksiz ayakta yürüyebilmelerim yok, 2010'da geçirdiğim ilk atağımdan sonra kendimi toparlayabilmem kolay olmadı. 2013'den beri ise desteksiz yürümelerimi şimdilik kaybettim. Ama sağlık olsun diyebiliyorum yürekten, zira ne 2013 ne 2014 ne de 2015'deki gibiyim şimdi. Son iki senemde toparlanabilmeye daha yakın hissediyorum kendimi, elbet hala zamanı olduğunu düşünsem de... Yaşamak gerekiyormuş deyip, yoluma devam edebildiğime şükrediyorum. :)

Rahat konuşuyor olabilirim, ben bu durumu da hastalığımla tanışalı ve bu süreçlerin her birine vakıf olmaya alışalı 18 senenin geçmiş olmasına bağlıyorum. Ama tabi ki 18 senedir kendime hastayım diyemiyorum. Hatırlıyorum, Liseye kadar hastalık diyemedim ben bu duruma, "rahatsızım" diyordum sorana. Görenlere göre başlangıçta hiç hasta gibi görünmüyordum eskiden. Doğal olarak aksaklıklarımı görenler hasta olduğumu öğrendiklerinde de "Kaza mı geçirdin?" Sorusunu soruyordu ilk soru olarak. "Hayır, rahatsızım veya hastayım." cevabını alınca da "Doğuştan mı peki?" diye soruyorlardı.

Gariptir ki benim hastalığım ne doğuştan beri var, ne de bir kaza ile ortaya çıktı, yukarıda da bahsettiğim gibi. Maalesef ülkemizde genelleşmiş bir yargı bu; engelliler ya doğuştan ya da kaza ile hasta olurlar. Oysa bir dünya sebep olabilirmiş, hastanelerde dolaşa dolaşa ve yeni insanlarla tanışa tanışa öğreniyormuş insan...



Bu yazı için ekleyeceğim birkaç son not daha var aslında, bir Kas Erimesi hastası olarak; 

Kaslarım, vücudumda bana inat veya destek şekilde yaşamaya çalışan değişik bir sistem gibiler. Yani düşünün; vücudunuz sizin de olsa, kaslarınız kendisine söz geçirebildiğiniz kadarını size kendince sunuyor. (Bu noktada; fiziksel ve ruhsal durumlar, aldığınız gıdasal takviyeler ve daha fazlası etkili olabiliyor.)

Elbet engelli kavramının oluşturduğu sonuçları anlamak istemeyenler veya sabit fikirli kişilere göre, Engelli bir bireye dair, iyileşemediği her an için "çabalamalısın" oluyor ilk sözleri. "Daha çok çabala", "Yeterince çabalamıyorsunuz.", "Hep yap, hareket et bir an durma." sözlerinin söylenmesi bizlere iyi gelmiyor. Size tavsiyem, bir kez söylediğiniz bu tarz kelimelerin ardını zorlamayın. Bahsettiğim gibi, hastalığım gereği yavaş gitmesi gereken bir tedavi sürecine sahibiz. Bedensel rahatsızlıkların çoğu da aynı böyle, hasarın dozunu ve bünyede bünyeye değişen hallerle...

Hiçbir kimsenin sağlığını bile isteye kaybetmeyeceğini düşünün lütfen. Motive edecekseniz eğer, önce bir sorun "Hareketlerini yapıyor musun?", "Tedavi nasıl gidiyor?" "Çabalıyorsundur muhakkak, pes etme sen başarırsın." deyin. Zira sizlerde biliyorsunuz ki pek çoğumuz her hastalığın tedavi sürecini bilmiyoruz. Sandığımız gibi kolay da olmuyor her tedavi sürecinde sonuç alabilmek, bizlerin hayatı televizyonlarda gördüğümüz filmlerdeki gibi ileri sarılı ve tek tip sonuç alabilmekten ibaret değil...

Tembellik gibi algılanabildi birçok kez yapabildiklerimin ötesini yapamamam. Kötü niyet barındırmadığına emin olduğum; "Ben senin yerinde olsam..."lı sözlere çok maruz kaldım. Kimse kimsenin yerine geçemediği gibi, birilerinin anlatmak istediğiniz yerden fazla anlamadığını görene dek kendimi anlatmaya da çalıştım. Bazen oldu, bazen olmadı. Benim gibi durumlara düşenlere ise diyebileceğim şey; bu mücadele sizin ve mücadelenize destek olan yakınlarınızın, bunun dışında kalan herkes sizi anlamak zorunda değil. Sağlığınıza önem vermeye devam edin...

Yani ben; Soru sorulmasından değil de, anlaşılmak istenmemekten ve yanlış anlaşılmaktan üstte bahsettiğim örneklerden sebep sıkıldım her defasında...


Son olarak devamı gelecek bu yazının son noktası şu olsun istiyordum; fazla heyecanlanmayı ve fazla mutluluğun bile, mutsuzlukla çöküntüye uğratabileceğine inandıkları hastalığımızın varlığı adına, birçok yerde şu yazar; Kas Erimesi hastaları aşık olmamalı! Kalbe söz geçiren kim varmış ki, bana göstersin o yazanlar... Bu noktaya da sonradan değinmeyi tercih ediyorum şimdilik, sanırım çok uzun oldu bu yazı. :)

Hayata, hayatımdaki sevdiklerime, yazmaya, okumaya, var olmaya veya yok olmaya duyulan AŞKLA ve SEVGİYLE... :) Okuduğunuz için çok teşekkür ederim... Ben --> Didem KÖSE... :)


12 Şubat 2017 Pazar

Şiirlerle Hayat #17 - Kar Kesti Yolu...


Ne zamandır Şiirlerle Hayat yazı dizime yazmamamın eksikliğini hissediyor ama bir süredir içinde bulunduğum durumlarımı anlayabilecek bir şiire rastlayamıyordum. Dün şiir arşivimi gezinirken, bir şiire denk gelip durakladım. "Meğer ne zamandır Nazım Hikmet Ran şiirlerimin dosyasını açmıyormuşum..." dedim. Bir yokluğu şiirle, azıcık sözle anlatabilen bir şair Nazım Hikmet Ran. Sayılı eski zaman şairlerimizden sevdiklerim arasında, Nazım Hikmet Ran...


O zaman bir kez daha Nazım Hikmet paylaşmalıyım dedim dün rastladığım gibi. Dünden bugüne, gönüllerde saygınlığını dillerde şiirleri unutulmamış bir şair o. İnsan zaten en son ne zaman anılırsa, o zaman ölürmüş... Hala ölmeyenlerden Nazım Hikmet Ran; Cemal Süreya, Barış Manço, Cem Karaca, ve şimdi aklıma gelmeyen birçok sanat büyüğümüz gibi... Şiirlerle Hayat'ta bu yazıda; Nazım Hikmet'in Kar Kesti Yolu şiiri var...

Kar Kesti Yolu

Kar kesti yolu
Maxicep.com - Nazım Hikmet - Kar Kesti Yolu Sen yoktun
Oturdum karşına dizüstü
Seyrettim yüzünü
Gözlerim kapalı...
...
Gemiler geçmiyor
Uçaklar uçmuyor
Sen yoktun
Karşında duvara dayanmıştım
Konuştum, konuştum, konuştum

Ağzımı açmadım
Sen yoktun
Ellerimle dokundum sana
Ellerim yüzümdeydi...


Nazım Hikmet RAN


Bir insanın sevince, nasıl sevdiği kişi olduğunu ve esasında sevdiği kişinin varlığına ihtiyaç da duymayacağını anlatan bir şiir bu bence. Ben her okuduğumda bunu anlıyorum, bunu hissediyorum başlangıçta. Özdemir Asaf'ın da bir şiirinde belirttiği gibi, insan sevdiği oluyor aslında;


Kim o deme boşuna, benim ben.Öyle bir ben ki kapına gelen,Baştan başa sen... 


Kar Kesti Yolu şiirini zamanında anlamamışım meğer, sadece almış saklamışım belki de diyorum bir de şimdi. Çünkü bir zamanlar beklediğim kişinin geleceğine olan umudumu da hatırlatıyor şimdi. Kiminin varlığı çok az sebebe bağlı da olsa, yokluğunu kaldırmıyor galiba bazen insan. Yokluğunda da hem var, hem yok hissediyor kişiyi. Varoluyor yine, hayallerde de olsa... Aynı Nazım Hikmet'in şiirindeki gibi hissediyor ama anlamlandıramıyormuşum bu olguyu meğer. Yoksun olgusunu nasıl anlatabilirdim ki bu şiir kadar iyi diyorum ama şimdi...

İçimde bir sevgilinin değilse de, şu sıralar yine herhangi bir yokluğun hissini yaşadığımdan yana da anlayabildiğim bir şiir bu. Olmayan birinin ve şimdi yaşamadığım bir hissin varlığını içimde hissediyorum, bu yokluğu da anlatabiliyor şiir. Ağzımı açmıyorum, dokunmuyorum, ama hayallerime dokunabilseniz eğer biri var konuştuğum ve anlaştığım... Bazen eskilerden biri bu, bazen geleceğim dediğim kişi. Ama birileri var, bir hisler var; varlıkları bir hayal bir gerçek olup anımsatıp duruyor kendini bazen... Nazım Hikmet'in dediği gibi, "Konuştum, konuştum, konuştum. Ağzımı açmadım, Sen yoktun..."

Yokluk mu? Yok mu gerçekte biri? Kime göre ve niye göre? Kişiler demiştim, hatırlanana dek yaşarlar aslında. Anılar ve hayaller de hatırlandıkça ve gerçeğe dönüşmesini bekledikçe yaşar aslında... Şiirlerde esasında yansıttığından fazlasını da anlayabilirmişim, bunu zamanla öğrenmiştim ben. Bu şiir de bu durumumu bana çok iyi anımsatıyor işte...

Size ne anımsatıyor bilmem, bana bunları anımsatıyor "Kar Kesti Yolu" şiiri. Hayatın içinden bir şiiri daha sizlere sundum. Nazım Hikmet Ran yine tercüme oluyor içimdeki garip hallerin anlatımına işte. Geçmişten bugüne uzanabilen nadir üstadlardan biri... Size ne anımsatıyor bu şiir merak ediyorum, yorumlarınızı bekliyorum. Bir de büyük laf edeyim de, orada olduğunuzu belirtirsiniz belki; iddia ediyorum, yine yorum gelmeyecek bu yazıya da! :))


İşte böyle, bir Şiirlerle Hayat yazısının daha sonuna geldik. Bir zamanlar bu şiiri okuduğumda aklıma şu dizeler de geliyordu, hala da aklıma geliyor diye eklemek istiyorum;

Yıkıldı Yolunu bekleyen şehir,
Artık gelsen de bir gelmesen de bir...  (Özdemir Asaf)

Sevgilerimle... :)

Not; Nazım Hikmet Ran bana Özdemir Asaf'ı anımsattı durdu bu yazımda yine. İkisinin yeri çok ayrı elbet, bir tutamam-tutulamaz. Ama uzun zamandır Şiirlerle Hayat yazısı yazmıyormuşum, paslanmış hissederken birden ard arda düştü dizeler aklımdan klavyeye. Sizin de geldi ise benimle paylaşın lütfen. Umudum var yine, yorum gelecek bu sefer. Sessiz takipçilerime de sevgilerimi sunuyorum... :)

8 Şubat 2017 Çarşamba

Bloğumun Taslaklar Kısmından, Kısa Kısa

Ne zamandır Blogger Taslaklarımda yarım kalan yazılar kafama takılıyordu. Bazen sonraya ertelediğim notlarım olur benim, kimi uzun kimi kısa; bir biriktirir, bir azaltır dururum. Derken şu an 73'ü bulmuş Taslaklarımda yarım kalan yazılarım... Bunlara bir el atma yazısı yazmak istedim. 3 sayfalık taslaklar kısmının en eski taslaklardan başlayıp göz atmaya başladım. En eski taslak halindeki notlarım 2012-2013 senelerinden başlıyor, bu bloğu yazmaya başladığım zamanlardan yani...




Dün bu bahsettiğim Taslaklar bölümündeki notlarımın en eskilerinden 6 yazısını incelerken gördüğüm şey; her birinin sebebini ve yazdığım anlarımı hala hatırladığımdı. Bazısı hala süren ve bazısı bitmiş olan olaylara dair yazmak ve es geçmemek istediğimi fark ettim... Kırgınlık Eseri Bu Yazı, Anlamsız Düşünceler ve Taslak diye başlıklar atmış olduğum yazı taslaklarıma yer vermek ve geçmişte bırakıp çürütmeden şimdiyle kıyaslamak istedim; gelişmelerimi görebilmek için...

Geçmiş, bazen geleceğe de yani şimdinize de ışık tutabiliyor. Ben o yüzden pek bir şey silemiyorum çoğunlukla, sakladığım çok not var böyle... 



Bazen- 10.08.2013;



İçten gelen bir yazı --> Söyleyemediklerim...

Bazen; kırılırsınız, hemde çok kırılırsınız. Önlemler alırsınız bir süre sonra, sırf bir daha kırılmamak için. Hayat öyle yol gösterir çünkü. Kırılan hep benim dediğiniz an, koruma içgüdüsü devreye girer.

Sonra gün gelir, koruma duvarınız yıkılır... Arada aylar da geçmiş olsa, yine başaramadım sanıp korkarsınız önce. Sonra üstüne gidersiniz hayatın, denemek için kırgınlığınızı...

Niye mi anlatıyorum bunları? Kırgınlığımı hapsettiğim duvarı yıktılar bu sıra. Korktum ortaya çıkarmaktan kendimi başta.

"Şimdi kırgınlığımı gözlerimin önüne alıp, kendim için demeye başlayabildim." diyerek devam ettirmek isterdim bu yazımı ama o zamanlar bunu diyebilmem mümkün değildi. Kırgınlığım büyüktü ve etkisi şimdi o zamanki gibi sürmese de hala hatırlıyor ve hatrımda tutuyorum o günleri. 

Kendimiz için değil, bizi kıranlar için yaşıyoruz bazen. Artık bunu iyice itiraf edebiliyorum kendime. Çabalamayı inatla sürdürüyoruz bizi kıranlar için; kırılmaya devam etsek bile, değişen tek bir şey olmasa bile... Çabalamaktan vazgeçme derler ya, olmuyorsa zorlama da derler ama bunu da unutuyoruz. Sabır bir yere kadar dayanıyor, bazıları için ise de kimine sabrımız ölüme dek sürdürülebilinecek cinsten oluyor; eğer sevgimiz ve emeğimiz karşılıklıysa. Ama karşılıksız ve umursanmaz halde iseniz, kendinize dönün ve kendiniz için yaşamaktan vazgeçmeyin! Kendiniz için...

Kırgınlık konusunda diyebileceğim şimdilerde şudur; kendiniz için yaşamayı unutmayın şu hayatta, kırdıkça kırılmanızın sürdürülmesine aylar ve yıllarca izin vermeyin... Her şeyi denediğinize inanıp, kendinize haksızlık ettiğinizi düşündüğünüz yanınıza kulak vermeyi ihmal etmeyin... Yıllar Geçerken öğrendiklerimden biri budur mesela...


Taslak- 10.05.2013


-Kilo Verme Maratonum diye başladığım bir yazı dizim var. 4 yazı çıkartabildim. Devamını getiremedim birkaç haftadır. Nedeni şu ki, kilo verdiğimin pek farkına varamamak. Aldığım Kararlar bozulmadı, ancak yine de bir nebze yol alabildim. Ama kilo vermek konusunda değildi aldığım yol... 

-Bir süredir, birileri üzülmesin diye kendimizi üzmeye karşıyım artık. Kimse üzülmesin, bende üzülmeyim. Bu görüşten yanayım biraz da. Çünkü çok açık ortada ki; üzülen taraf oldukça üzüldüğünle kalmıyor üstüne birçok zararını da görüyorsun. Yakınların üzülüyor, sağlığın bozuluyor. Ki bu sağlığının bozulması, biraz da hastalığımdan ötürü bende mevcut... 

-Hala birileri üzüleceğine ben üzüleyim razıyım diyorum bir yandan. Ancak bir nebzeye kadar artık. Çünkü bazıları bu ihtimamı boşa savuruyor. İnsanlar buldukları en zayıf noktanızdan durmadan vuruyorlar, acımadan... Kararım kesindir ki, bir noktaya kadar üzülmeye devam edecek artık olmuyorsa zorlamayacağım. Ne karşımdakini üzecek ne de ben üzüleceğim.

Öncelikle bu Taslak için diyebileceğim ilk şey, Kilo Verme Maratonum ile ilgili geçen bu dört senede güzel yollar alabildiğim. Geçen 4 senede esas kilo verememe sebebimi çözmüş durumdayım şimdilerde.  Anladım ki; kendim için yaptığım hataların başında, Sabah-Akşam olarak günde iki öğün yemem geliyormuş.  Az yesem de çok yesem de bu sebeple yarıyormuş meğer. Bu durumu sabah-öğlen-akşam diye düzeltip, su içme ve hareket etme durumlarıma da daha çok dikkat ederek kontrol altına alabildiğimde kilo verme amacıma ulaşabildim. Kilo verdiğimi ben bile hissediyorum şimdilerde, görenlerin söylediğinin haricinde...

Birileri üzülmesin diye kendimizi üzmek konusuna gelince, hala aynı fikirdeyim galiba. İlla birileri üzülmesin derken, haksızlık yapmak kendimize de büyük ayıp hala bence. Bazen birileri üzülmesin diye, kendilerimizi kör kuyulara atıyor ve attırıyoruz. Hala birileri üzülmesin ve bizler de üzülmesin kafasındayım. Ama katlanılan şey veya ulaşılacak sonuç iki seçenek için de aynı gözüküyorsa, birilerini üzmek ve bizim de öyle üzülmeyi göze almamız gerekiyor. Birileri üzülmesin derken, bir yalana, bir hataya ve sonu bilinmez bir duruma katlanıyoruz bazen. 

2013 yılı, benim için büyük kararlar alma yılıydı. Ve bu büyük kararlar arasında, kendim adına biriktirdiğim ve sonu hiçbir noktaya gitmeyen bir durum hakimdi hatırlıyorum. Bunu sonlandırdığım seneydi 2013... Üzmedim ve de üzülmedim bu konuda. İkimizden birinin artık yapmasının vaktinin geldiğini hissettiğimi yaptım, sessizce çekildim birinin hayatından... Şimdi olsa yine yapardım diyebiliyorum. Bazı şeyleri göze almaktan korkmamak gerekmiş, hayrını o zaman görebiliyormuş yaşadığı bu hayatın insan...



Anlamsız Düşünceler- 22.01.2013



Şu an odamda yalnız yazarken bu yazıyı, anlamsız düşünceler altında yorgunmuş gibi hissediyorum kendimi. Küçükken çektiğimiz sıkıntıların hepsinin boş olduğunun farkına varınca daha çok üzüldüğümü anlıyorum. Farkına varmamak bazı şeyler için daha doğrudur belki...

Her şeyin daha da farkındaymış gibi hissediyorum bu aralar. Sevildiğimin sevilmediğimin, yapmam gerekenin yapmaman gerekenin ve olduğum kişiden asla ödün vermeden tüm üzüntülere göğüs germekten vazgeçmemem gerektiğinin... Hepsinin farkına varıyorum olanlar çerçevesinde.

Yoruluyorum bu sıra. Düşünceler yoruyor, yapmak istediklerim ama yapmaya uğraşıp yapamadıklarım ve olmasını istediğim ama olduramadığım... Yine en sonuncusu üzüyor hep. Olmasını istediğim ve olduramadığım... Düşünceler basıyor böylece. Dört bir yandan sarıyorlar etrafımı. Aslında uğraştığım çaba sarfettiğim birçok şey olmasına rağmen, sonunda üzülen tek kişi olmaktan alıkoyamıyorum kendimi...

Ataklarımın en yoğun olduğu 2012-2013 senesindeki kendi çıkmazlarımın içinde kafamda oluşan Anlamlı-Anlamsız Düşünceleri yazmıştım ve düne kadar unutmuş olduğum bir yazı idi bu... Çok sıkıntıdaydm, kötü bir durumda idim o zamanlar ve hayatım boyunca olmadığı kadar boşluğa ve çaresizliğe düşmüş hissediyordum kendimi... Olsun istediğim hiçbir şeyi oldurmaya güç bulamıyordum, üstelik çabalamama rağmen. Enerjim düşüktü, kendimi tetikleyecek bu tür yazıları çok yazdığımı hatırlıyorum o zamanlara dair de... 

Çok yoruluyordum o senelerde aslında. Ama bu yorgunluklardan, sevdiklerim ve beni sevdiklerine inandıklarım için pes etmeden çabalarımı sürdürmeye devam ederek kurtulabileceğime inanıyor ve unuttukça da bunu tekrarlıyordum kendime. Şimdilerde bazı zamanlar o zamanlardaki kadar olmasa da, hala yorgun hissedebiliyorum kendimi. Ve üzüntülere kendimden ödün vermeden göğüs gerdiğim zaman toparlanabileceğimin daha da farkındayım şimdilerde. 

O zamanlardan bu zamanlara bana yılmadan destek olanlara da, içimdeki büyütmem gerektiğini düşündüğüm ve büyütmeyi sürdürebildiğim enerji ve yaşama tutkuma da şükrediyorum. Geçmişten bugüne, Yıllar Geçerken, güzel şeyler biriktirdim ve biriktirmeye devam ediyorum. Bu yazı da onlardan biri oldu, iyi ki... 




Taslaklarımda daha nice böyle kısalı uzunlu yazılarım var. Ertelenmiş de olsalar bu üç konu gibi, onların da vakti gelir belki de. 6 yazı inceledim demiştim başta, 3'ü silindi 3'ü de burada işte... Yazmayı istediğim sadece başlığı yazan, içeriği hatrımda ve not ettiğim noktada kalan yazılarım da var daha. 

Yoğun geçen haftanın ardından, Taslaklarımdan notlarımdan söz etmek ve incelemek istedim kendimi. İçimden ne geldiyse, geçmişle şimdinin durumunu inceledim. Gelişme gösterebilmiş olduğumu görebilmek, mutluluk verici benim için. Siz inceler misiniz kendinizi hiç böyle? Ben zaman zaman, çoğunlukla da sıklıkla böyle şeyler yapıyorum kendimce işte. Hepimize de yararı olmuştur umarım diyorum...

Sevgilerimle... :)

6 Şubat 2017 Pazartesi

Pazar Yazısı #31 - Düşünceli Bir Pazar



Bir an geliyor, halin durumun değişiyormuş. Tüm haftayı kalabalıklar arasında, kendimizi bulmaya veya kaybetmeye odaklarken; birden kendinize getiriyormuş ve sudan çıkmış balığa çevirebiliyormuş zaman bizi; ölüm ve yaşam arasındaki boşluktan çıkar çıkmaz, alışmışlıklarımıza dönüşlerimizle...

Ne diyorum değil mi? Öyle bir hafta geçti ki, dolu dolu ve epey sıradışı; bugün garip bir boşluğa düşmüş hissettim kendimi, evimizde 1 haftayı geçirdiğimiz dayımları yolculadıktan sonra. Olduğum yerde oturdum kaldım bir süre falan. Bu sefer ki durum apayrı idi, sanki hepimiz için halamız bugün yeniden ölmüş gibi...

 Ama öğrendim çokça bu hafta boyunca aynı zamanda ve bunları düşündüm tüm gün boyunca da... 

İnsan hüzün içerisinde hayatın gerçekleriyle karşılaşırken,  kavuşmalar içerisinde nasıl olduğuna şaşırdığı mutlulukları da yaşarmış. Bunların içinde bocaladım durdum düşüncelerimle; belki de bu sebeple tüm haftanın ve anların her birinin tadına doya doya daha da çok vardım...

1 hafta boyunca,  eve gelen gidenin arasında Antalya'dan gelen dayımlarla ve dostum Meromla beraber dolu anlar geçirdim. Çok şükür... Hepsi heybeme dolduruldu yine tarafımdan. Bugün sabah erkenden kalkıp onları yolculadıktan sonra; Evin boşluğu odamın boşluğu kadar sarsmadı belki de. Ama varlıklarının somut ve soyut her yere sinmiş olduğunu görünce yeniden kendime geldim odamda. Nasıl bir hismiş, böyle anların sonrasında farkına vararmış insan. Bir an herşey rüya gibi geldi bir süre sonra yine gerçekliğin kavuştu. Bir küçük paket bile; uzak-yakın, buradaydı-gitti olgusunu kavratıyor ve kalan ayrılık kabullenmeme olgusunu bitiriyormuş...

 Merom, İncim, Kağanım, Gizemim ile odama hayatımıza olduğu kadar anı bırakmışız yine. Gitmeleri gelmeleri değildi önemli olan, gidip gelinse de gelinmese de irtibatı kesmemekti. Somut anlar soyut anları besliyordu, uzak kaldığımız sonralarda avunmalarımızda... Can bedenden çıkmadıkça anılar biriktirmeye devam edilecek, hayatlarımızda ellerimizin somut ve soyut varlığı sürecek, sevgimiz yer almaya devam edecek böyle inşallah. Talihsiz bir olayın sonucu idi bizleri kavuşturan bu sefer ama olması gerekeni kabullenmeli ve yaşamalıymış yine de insan...


 Bunlar tüm hafta boyunca, dünyanın gerçeği olan ölüm olgusunun varlığının daha belirgin olduğu anların hüzünü içinde daha da iyi öğrendiğim ve deneyimledigim tüm şeyler idi işte... Merom, Gizemim, dayımlar ve tüm aile üyelerimiz dostlarımız, iyi ki vardılar. Varlıkları öyle iyi geldi ki... Gerçeklii olgusu, gerçek dostluk ve gerçek yaşam, böyle anlarda daha iyi kavranıyor ister istemez...

Mutlu bir yeni haftaya olsun, kalabalıkların kısa da olsa alışmışlık  kazandırdığı varlığından sonra; size, bize, cümlemize. Sevgilerimle...

2 Şubat 2017 Perşembe

2017 Ocak Nasıl Geçti?


Harbiden nasıl bitiyor bu aylar? Daha dün Reina'daki saldırının ardından; saldıranlara olduğu kadar, ırkçılık yapanlara, din tercihlerini sorgulayanlara ve kutlamalar üzerinden ölü ayrımını yapanlara da öfke dolmuyor muyduk? Sizi bilmem ama ben eskisinden de kızgınım, tercihlere ve yaşamlara saygısızlık gösterisinde bulunanlara ve de insanların ölümlerine sevinebilenlere. Ki bunu Ocak ayında nihayet daha da iyi şekilde dile getirebildiğim bir yazı ile anlatabildim, Didem'in Gözünden adlı bloğumda; burada... Bu kızgınlıktan da öte aslında bir şeyleri düzeltebilme çabası ama. Ben bir şeyler düzelebilsin, insan yanlarımız ne olur ölmesin diye de bu konuyu dualarıma eklemeye devam edeceğim...

2017 Ocak ayının sonu, ailemiz için kalıcı bir tarih kaydına sebep oldu; 29 Ocak 2017 Pazar, Annemin teyzesi Mercan teyzemizin vefat tarihi artık. Ne devirler gelip geçiyor, annemin ikinci annem dediği bir eski toprak daha toprak oldu gitti şimdi... Ne kadar ağır süreçler geçirmiş de olsa son zamanlarında, hala üzülmedik diyemeyiz. Hayat işte; Ölüm gerçek, bu dünyanın tüm yalan oluşlarına inat. Bir de özlem var, bu dünyanın en acı ve en gerçek duygularından biri olarak... Uğurlar Olsun yazısını yazmıştım halam için. Bu dünyada çok acı çekti son demlerinde, toprağı nurlarla dolu ve mekanı da cennet olur inşallah... :/


Halamızın vefat haberini almadan öncesinde yazmak üzere planlarıma koymuştum bu yazıyı, Ocak 2017'nin son gününe... Planlarımda yer alan diğer yazılarımı şimdilik ileri tarihlere ertelemiş de olsam, bunu yazmak istedim. Ölümün gerçekliği her ne kadar hızla akan zamanın içerisinde kendini hissettirmeye devam ediyorsa da, devam ediyor hayatımız hala işte. Bu sebepten; iyi-kötü kendimi gelip-giden şu hüzünlü hallerime çok kaptırmamak için yazmalıyım dedim...


Peki Ocak Ayında Bunlar Haricinde Neler Oldu? ;

6 Film İzledim;




2017'de İlk Hedeflerim Ve Planlarım'da, daha çok film izlemek vardı. Ayda en az 8 film diye hedef de koymuştum kendime. İlk ay için hiç de fena olmayacak bir performans gösterip, yukarıdaki resimde afişlerini sıraladığım 6 filmi izledim. Benim için içerisinden iki tanesi en iyileriydi; Dedemin İnsanları ve Avcı: Kış Savaşı... Diğerleri de sıkıcı değildi ama bu ikisi kadar da iyi değildi... :)


Hiç Kitap Bitiremedim;



2017'ye henüz okumakta olduğum iki adet yarım kitapla girmiştim; Bir Psikiyatristin Gizli Defteri (Gary Small - Gigi Vorgan) ve Ay Işığında Pati İzleri (Denis O'Connor). Ocak ayının son haftasında ise; O iki yarım kitabın üzerine Edgar Allan Poe'nun Gizimli Öyküler'ini ve Büşra Küçük'ün Kötü Çocuk kitabını ekleyerek 4 yarım kitapla Ocak ayını bitirdim... 

Okuyup bitirmemi bekleyen 4 kitabım var şimdi. Derseniz ki okuyamıyor musun? Bazen okunmuyor ya, öyle bir durumda hissediyorum kendimi bu ara. Dersler bitti, okuyacağım derken yorgunluğuma daldım gittim. Ya elime aldığımda 5 sayfa öteye gidemiyorum, ya da elime aldığımda bir çırpıda okuyorum ama bir kez daha uzanamıyorum. Geçen hafta Edgar Allan Poe'nun kitabını aldığımda 40 sayfa okudum bir günde, o da yarımlar arasına öyle ayrıldı işte... Elime samimiyetle yeniden kitaplarımı alabildiğim zamanları bekliyorum, kafamın çok fazla bir yerlere dalmadan odaklanabildiğim zamanlarını... Bu yazıdan sonra yüzleştiğim şu durumla mümkün olur inşallah. :)


Biraz Pop Biraz Sezen albümünü dinledim ve beğendim;

Sezen Aksu ne zamandır bir albüm yapmıyordu yine. Bu kadar beklediğimi bende bilmiyordum ama öyle bir dinledim ve hala dinliyorum ki, "Sezen Aksu İşte Ya!" diyorum her seferinde. Her defasında kendisini hem yenileyen hem de bir o kadar kendisinden ödün vermeyen bir sanatçı benim için Sezen Aksu... Albümün tüm müziklerini sizde benim gibi buradan dinleyebilirsiniz.

Albümden en beğendiğim şarkılara gelince; en başta Canımsın Sen, sonra da Manifesto adlı şarkılar albümden favori şarkılarım oldu. Koca Kıçlı, İhanetten Geri Kalan ve Köz şarkıları da, favorilerimi takip eden sevdiğim şarkılar oldu. Ama derseniz ki hangisi kötü? "Tüm albüm güzel" derim... :)


Duolingo'nun Dil Öğretme Programına Çalışmaya Başladım;




Duolingo, mobilden veya bilgisayarlar üzerinden ders ders kısımlara ayrılmış olan bir dil öğretim programı. Üyeliğim sanırım 1 seneye yakın zamandır bulunmaktaydı Duolingo'da ama ben nedense bir türlü düzenli ilgilenemedim internet sitesinden. Uygulama tarzının çeşitliliği sebebiyle, epey de faydalı aslında ama ben bilgisayar başına geçtiğim birçok seferde aklıma geldikçe "ilk fırsatta" diye geçiştirip duruyordum... 

Telefonum birkaç aydır bozuk olması sebebiyle yoktu, ondan öncesinde de telefonumda hafıza yoktu. Derken bu sorunları, geçen haftasonuna doğru ablamın telefon değişimi ile giderdik. Ben onun telefonunu yaptırıp kullanmaya başladım ve Duolingo ile yeniden derslere başladım... 

Geç olsun da güç olmasın demişler; İngilizce'den 3. dersleri daha bugün açabildim, Almanca kursunun derslerinden ise ikinci günlük uygulamayı daha bugün bitirdim. Ama dediğim gibi derslerin anlatım biçimlerinin bolluğu sebebiyle, yeni seviyelere doğru ilerleyebilirim; henüz bildiğim grammerler'de devam ediyor öğrenimim. Pek hızlı gitmesem de, başlamak gerekiyordu belki de, diyorum şimdi de. 

Ama yavaş ama hızlı, İngilizce ve Almanca'ya devam etmeyi düşünüyorum. Sanırım grammarleri, biraz da bu yöntemle uygulayarak kendimi geliştirebilirim. Kaldı ki bu zamana dek okullarda aynı şeyleri sadece grammer üzerinden öğrettiler de ne oldu, biliyoruz ama konuşamıyoruz diye kaldık. Dilerim kendi başıma, esaslı şekilde yeniden başaracağım... :)


Evrencan Gündüz ve Melisa Karakurt'u Dinledim. İkisini de ayrı ayrı çok sevdim;

Evrencan Gündüz'ü Jason Marz'ın I'm Yours şarkısını seslendirmesi ile dinledim, sizde dinlemek isterseniz burada...

Melisa Karakurt'u ise, Evrencan Gündüz'ün profilini karıştırırken keşfettim. İlk olarak Jehan Barbur'un Gidersen şarkısının Cover'ı ile dinledim. O da Burada... :)

İki güzel ses ve yetenek sahibi için diyebileceğim; öncelikle bu kadar aşkla müzik yapıyor olanları daha çok görmek istediğim, bir diğeri ise değerlerini bilip çok çabuk tüketmememiz... Benim Ocak ayından kalanlar ve takip etmeye devam edeceğimi düşündüklerim arasına giren iki güzel ses; Evrencan Gündüz ve Melisa Karakurt oldu. Başarıları devam eder ve hep dinleriz inşallah... :)


Şubat'a gelince; tüm hızıyla ve ayağının tozuyla geldi bile. Ocak'tan daha güzel geçsin; hayırlısıyla günleri geceleri umut ve mutluluk kokutsun inşallah...

Mutlu, sağlıklı ve umut dolu günler hepimizin olsun sevdiklerimizle, değer verip - değer gördüklerimizle; sevgilerimle... :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...