31 Mart 2018 Cumartesi

Hayat Hikayem #5 - Kas Uzatma Ameliyatım


Hayat hikayem adlı yazı dizimde ilerlemek düşündüğümden de zor oluyor gerçekten. Ne zaman anlatmaya kalksam, çoğu cümlemden hemen sonra “anlatmak istediğim bu muydu ki?” diye düşünüyorum birkaç kez...

Geldik, bir kez daha çok düşünerek yazmaya uğraştığım ve nihayet bir çırpıda yazmaya karar verdiğim üzere “Kas Uzatma Ameliyatım” ile ilgili bölüme… :) Sizinle 2003’e gidiyorum tekrar, şaka gibi gelebilir ama hala düşündükçe; harbiden biz yaşadık bunu ve bu da geçti, dediğim birçok anı biriktirdiğime mutlu da olduğumu görüyorum. O zaman iyi okumalar olsun, çok uzun bir yazı oldu ama nihayet içime sindi... Sevgilerimle... (:


Ankara’yı sevmememe sebep olan operasyonlarımdan ilki 1997'de olduğum biyopsi operasyonum idi; ikincisi ise 2003’teki Kas Uzatma Ameliyatım oldu… Benim Ankara’yı başta sevmemem hep Hacettepe Üniversite Hastanesi’nden sebep oldu yani. Sonra, daha önceden de bahsettiğim gibi; ailemin bana öğrettiği üzere sevecek birçok parça aradım ve buldum, şükür ki Hacettepe Üniversite Hastanesi’ni de sevdim zamanla işte… :)

2003 senesinin Nisan ayında ameliyat olmam üzere karar verildiğinde, çok çalkantılı bir süreç başlamıştı bizim için. Bu çalkantının korkulu kısmının en çok bende olduğunu sanıyordum ama ailem benden daha endişeli idi, onu da bilebiliyordum. İnsan küçükken tam anlayamıyor tabii, büyüdükçe daha iyi anladım ve de anlıyorum…

Doktorlarım Kas Uzatma Ameliyatını olmam gerektiğini söylediğinde, “Ameliyat olmaz isen yatağa bağlı kalabilirsin.” Demişlerdi. Bu bilgiyi annemlerle paylaştıktan sonra bizzat benimle de paylaşmıştı doktorlar. En başından beri ailemin ve de benim istediğim üzere, bu riski ve de her bilmem gereken bilgiyi de bilmeye devam ettim hastalığımla ilgili… Bilerek ve bilincinde olarak bu yolda var olduğuma da mutluyum, Zamanla, “Belki de bu ciddiyetin ve şakanın bilincinde olarak emin adımlarla yürüyebiliyorum.” Diye hisseder oldum…

Bu ameliyat ile ilgili çok korktum başta. Korkum, ameliyattan sonra da bir daha yürüyememek üzerineydi. Doğruya doğruydu ki, çok iyiydim; parmak ucuma basarak yürüyor da olsam, “ya bundan daha kötü olursam” diye düşünmeden edemiyordum. Ama olması gerekiyordu, ameliyat olmazsam yürüyemeyeceğim kesindi…

Doktor odalarında, doktorların karşısında ağlayacak ve onlarla bu durumların pazarlığını yapacak kadar ağladım; “Tamam, ameliyat olmazsam yürüyemeyebilirim bir daha. Ama ameliyat olursam da, yürüyememe gibi bir durumum var değil mi?” diye sordum hem doktorlara hem de annemlere. Bu ihtimalin çok düşük ihtimal olduğunu söylediler. Ameliyat olmazsam bu ihtimal kesindi çünkü. Nasıl bir içgüdü ve de güçtür, şimdi anlayabiliyorum ve gurur duyuyorum annemle; o zaman o kadar sıkmıştım ki annemi, en sonunda “Bunun olmayacağına ve de başaracağımıza inanıyorum. Yapacağız, söz veriyorum.” Diyerek ağlamıştı annem karşımda. Unutmadım, unutamıyorum. Ölmekten değil, ameliyat sonrası bir daha yürüyemeyecek olmaktan korka korka; ameliyat için güçlü olmaya ve de inanacağıma söz vererek o süreci başlattık işte. Bunlar yaşanırken, sadece 12 yaşındaydım…


Fotoğraftaki kadın ve adam, Anneannem ve Dedem... Anneannemi maalesef, bir hastalık sonucunda, 2002'de kaybettik...

Bu sürecin 4-5 ay öncesinde anneannemi kaybettik biz, öyle çabuk bir ölüm oldu ki; anlayamadık bile diyebilirim. Bana başta söylenmedi, vefat haberini anneannem hasta diye almaya devam ettim ben. Anneannem iyileşiyor ama doktorlar konuşturmuyordu telefonla, bana öyle söylüyorlardı ve inandırıyorlardı... Kabullendim; ta ki annem Antalya’dan eve döndüğü gün bana anlatana dek, ölmediğine delicesine inandım. Allah rahmet eylesin, yerinde rahat uyusun anneannem inşallah; çok sevgi dolu, herkesin 17 yıl geçmiş olmasına rağmen iyi hatırlamayı sürdürürken duygulandığı kadar iyi bir kadındı anneannem… Antalya’ya geldikçe, bu evin eksikliğini hala hissediyorum. Bir tek evin içi çocuk sesleriyle dolunca o eksikliği hissetmeyi ara ara bırakabiliyorum diyebilirim; Kağanım bu evdeyken mesela ve de anneannemin ismini taşıyan İncim bu evdeyken, sanki anneannem daha da çok bizimle gibi hissedebiliyorum...

Anneannem, çocuk sevgisi ve de güler yüzüyle kalmış demek ki aklımda. O hayattayken geldiğimiz yaz tatillerini ve şubat tatillerimizi hala bugün olmuş unutamam… Ama esas unutamadığım bir an daha var ki; anneannem vefat ettikten sonra, ameliyat olmaya Ankara’ya gitmeden önce, Anneannemin mezarını ziyaret etmeye ve de onun yatağında son kez yatmaya geldiğimiz o ziyaret amaçlı gelişimiz… Anneannemin yatağında annem ile uyuyup da, dualar ile ve de başarabileceğime inanç ile duamda “Anneannecim, ben sana geldim annemle. Sen de yardımcı meleğim ol ameliyatımda.” Demiştim.



Ameliyatımın 1,5 sene öncesinde şimdi oturduğumuz eve taşındık ve ben ilk sağlam diyebileceğim arkadaşımı edindim burada. Çok didiştiğimiz, çok vakit geçirdiğimiz, çocuksu tafralarımıza da birbirimizi anlayışlarımızı da paylaşacağımız bir arkadaş... Adı Damla bu arkadaşımın...

2001-2002 seneleri arasında tanıştık Damlam ile; 1,5 sene kadar, dilediğimizce düştük kalktık, koştuk, bisiklete bindik ve benim için büyük olan neler neler... Beni o zamanlardan tanıyanlar, küçüklüğümüzü her andığımızda; "Damla ile ne çok bisiklete binerdiniz, aşağıda oynar dururdunuz." der hala. Sitemizde geçirdiğim o zamanlar, en güzel anılarımdır hala..

Ama o ameliyattan sonra başlamadı yürüyememe durumlarım. Ben ameliyata gitmeden önce, Damlam yukarıdaki kitabı hediye etmişti. Benim hediye olarak aldığım ilk kitaplarımdandır kendisi... :) Korktuğumu biliyordu Damlam ve küçük aklıyla bana kendi kitaplarından birini hediye ederek destek olmuştu. Yıllardır çok çıkartamam kitaplığımdan, gördükçe bir duygu seli... "Sevgili arkadaşım Didem, Geçmiş olsun dileklerimle. Damla. 13 Nisan 2003" yazıyor üst kolajda sağdaki resimde... Kas Uzatma Ameliyatımı Nisan 2003'te oldum; tarihini falan hatırlamıyorum tam olarak, ne oldu ne bitti onu anımsıyorum ve bir de bu anımızı hiç ama hiç unutamıyorum. Sımsıkı sarılmıştım Damlama mesela. Tanışalı çok da uzun süre geçmemiş olan o an gibi, arkadaşlığımızı sağlamlaştıran anılarımıza da şükrederim hala...


Velhasıl; annem ile Antalya ziyaretimiz öncesinde, ailemin duası ve hem oyun arkadaşım hem de çocukluk arkadaşım kardeşim Damlamın desteği ile çıktık yola, Antalya’dan sonra da vardık nihayet Ankara’ya…

2003 senesinin Nisan ayında olduğum o kas uzatma ameliyatı, benim için ilkler silsilesinin yegane kahramanı oldu sonra. İlk büyük ameliyatım oldu mesela. İlk defa o ameliyat sayesinde henüz sevemediğim bir şehirde koca hastanede tek bir tanıdığım olmadan yalnız başıma kaldım bir hastane odasında. Tamam odayı paylaştığım bir arkadaşım oldu sonra ama nihayetinde başta tanıdığım biri değildi o da. Sonradan tanıştık ve alıştık birbirimize...

Ama unutamıyorum hala, ilk bir kız ile sonra da bir erkek ile paylaştığım o iki hastane odasını ve ziyaret saatleri dışında yalnız kaldığım geceleri... Tren raylarına bakıyordu odalarımız ve ilk bu görüntü samimiyetle karşılamıştı beni yalnız kaldığım zaman diliminde. İlk odam sadece tren raylarını görüyordu, ikinci odam ise Anıtkabir’in de dahil olduğu bir görüntüyü… Çok ama çok güzeldi, oda manzaralarımız; yemeklerimize değinemiyorum, onları tam anımsayamıyorum çünkü, ama annemler hala çok güzel olduğunu söyleyip duruyorlar. Bense azıcık anımsıyorum güzelliğini o kadar… :)

Refakatçi kalmasına izin vermedikleri için, ilk gece annemlerin beni bırakıp gitmek zorunda kaldığı zaman dilimi gelip çattığında, nasıl korktuğumu hala hatırlıyorum. İlk 5 gün hastanede kontrol altında kaldığımı ve 3 gün sonra ancak alışabildiğimi de…

İlk iki gün, ameliyat korkum oluşmaya başladı. Artık sadece yürüyememekten değil, ameliyatın kendisinden de korkar olmuştum. Acı ama gerçek, hastanede daha iyi farkına varabilmiştim bu ameliyat olgusunun… Hemşirelerimiz var, kontrole geliyorlar ve sürekli bir öğrenci grubu öğretmenleri ile geziyor; her gün. İstersen ezberleme, her gelen öğrenciye dosya okutuluyor ve öğreniyorsun “Kas Erimesi hastası, ilk teşhis 97’de konulmuş ve birkaç gün sonra kas uzatma ameliyatı yapılacak.” Ayağa kaldırılıp yürütülüyorsun; kontrollerin için de en ayrıntısına kadar bakılmalı ve atlanılmamalı, o yüzden razı geliyorsun. Eğlence gibi oluyor, eğer eğlenceli olmasını tercih edersen. Ben tercih ettim ki, bu süreçlerin her biri eğlenceli olsun ve çabuk gelip geçsin diye işte…


3. günümdü hastanede galiba, odamı değiştireceklerini söylediler. Sebebini şimdi hiç hatırlamıyorum, beni bir koridor ötesinde bir odaya götürüp yerleştirdiler. Hemşirelere ve de arkadaşım Gonca’ya anlatamıyordum, "yarın sabah annemler geldiğinde beni bu odada bulamayacaklar. Yalnız kalacağım iyice…!" Şimdi bile saçma gelmiyor tam, duygusal ama mantıklı geliyor o anki duygusallığım. :D Ama gülüyorum artık tabii ki.

Beni Gonca’nın odasından alıp, Ali’nin oda arkadaşı yaptılar. Ali de benimle aynı gün ameliyat olacaktı ve onun annesi henüz gitmemişti ben onun odasına geçirildiğim gün o saatte. Eşyalarımı bırakıp, tanımadığım kişilerin yanında ağlamamak için, yeni odamdaki tuvalete girip ayna karşısında sessiz sessiz ağlamıştım. Bana sadece bu yalnız anlarım dert olmuş sanırım, hala unutamıyorum o ağlamamı; sanki daha en fazla birkaç ay önce, o hastane odasında ağlamışım gibi hissediyorum şu an! Çok saçma. :D

Neyse; Ali’nin annesi gitmeden önce tuvaletten çıktığımda, saklayamamışım ağlamamı “Ağladın mı kızım sen?” demişti Ali’nin annesi. “Hayır, evet.” Deyip ağlamaya başlamıştım yine. Tutamıyordum kendimi. Sebebini anlattığımda, kahkaha atmıştı Ali’nin annesi bana ama Ali sadece gülümsemişti. Ali’nin annesi, “Merak etme, annen seni yarın gelir gelmez hemşirelere sorar ve bulur. Endişelenme.” Demişti. Denemiştim, Ali’nin annesi için de ziyaretçi saati bittiğinde Ali’nin annesi de gitmiş ve bizim Ali ile arkadaş olmaya başlama saatlerimiz gelmişti. Velhasıl çocuklar birbirini anlıyordu, Ali benden birkaç yaş küçüktü ve o akşam annesi gittikten sonra; “ilk zamanlar bende korkmuş ağlamıştım, ama alıştım. Anneni merak etme, o seni bulur.” Demişti bana. Ali ile Gonca ile anlaştığımızdan daha çok anlaşmıştık ondan sonra da…

İkimize de gündüzleri, hastanenin çocuklar derslerinden geri kalmasın diye açılan okuluna götürmek için öğretmenler geliyordu ama biz odamızda kalmak istediğimizi söylediğimiz için; Aliye de bana da, öğretmen sürekli boyamak için resimler veyahut ev ödevleri tarzında kağıtlar getiriyordu. Ali ile ameliyata kadar 3 gün geçirdik, hemşireler bizi yatırdıktan sonra uyanık kalmak ve gizli gizli televizyon yayınlarına bakmak en büyük eğlencemiz oldu.. Hemşireler geldiğinde uyuyor numarası yapmak, gecenin bir yarısı odadan sıkılıp hemşireleri uyumadığımıza şaşırtmak ve de odalarımıza kovulmak en büyük eğlencemiz olmuştu. Koca çocuk bölümünde, bir yatmayan ve hemşirelere musallat olup onlarla sohbete koşan bizdik Ali ile… :)

Neyse, sanırım anlatmak eğlenceli geldi, o anları hatırlamak hala çok eğlenceli. :) Velhasıl bu anılarla beraber Ameliyat günümüz geldi çattı. Ameliyat ertesi gün öğlen 12’den sonra olacağı için, bize 12’den sonra hiçbir şey yememiz gerektiği söylendi. Kontrollerimiz beraber yapıldı, bazen ben bazen de Ali “Önce onun kontrolü yapılsın.” Dedik. Sonra saat 12’ye yarım saat kala, ziyaretçilerimizin getirdiği sütleri ve meyveleri tükettik Ali ile. Aç kalacağımızdan o kadar çok korkmuştuk ki, dolapta tek bir meyve ve de süt bırakmamıştık. Tabi o gece de bu durumlara göre uyku uyuması zor oldu bizim için… :) (Şimdi bu yazıyı yazarken düşündüm, Ali beni hatırlıyor mudur acaba? İrtibatımız, birkaç seferden sonra maalesef kesildi hastaneden ayrıldıktan sonra. O ne yapıyor şimdi acaba, umarım iyi ve de mutludur.)




Ameliyat günü; sabahtan annem, halam ve de Yeter teyzem ile Aziz amcam geldi, Ali’nin de ailesi geldi ve odamız bir curcuna ile doldu. (Babam çalışıyor, ablam da okula gidiyordu, o sebepten yine Ankara'ya gelememişlerdi. Bir günlük değil, 10-15 günlük bir süreçti sonuçta.) Saat başı kontrollerimiz devam ediyor ve ameliyat yaklaştıkça da; kateter takılması, kan testleri yapılması sürüyor da sürüyordu. Ameliyata ard arda çıkartıldık Ali ile; Önce Ali’yi aldılar, çok sürmeden de beni…

Ameliyata giderken, ben kendimi tutamadım ağlamaya başladım annem de kendini tutamadı ve ağlamaya başladı. Aziz kivramız sağolsun (anneannem ve dedemin hem köylüsü hem de aile dostlarıdır), “Ameliyattan çıktığında ne yemek istersin kuzum?” dedi bana, “McDonalds patatesi” dedim o anki açlığımla. Ameliyattan çıktığımda, McDonalds patatesim hazırdı odamda. :)


Ameliyat odasına yalnız başıma giriyor olmak; hastane odamda birileriyle kalıyor olmaktan daha zordu. Ağlamamı durdurabilmem için, benimle ilgili hemşireler konuştu ve sakinleştirdi. “Sen zaten hiçbir şey hissetmeyeceksin ve uyuyacaksın. Ayrıca biz buradayız, yalnız değilsin tamam mı? Uyandığında da burada olacağız.” dediler. Böyle insanlar iyi ki var, 12 yaşındaki Didem’in orada sakinleşmesi o hemşirelerin ilgileri ve samimiyetleri sayesindeydi. Onlar da kendileri gibi ilgili ve sevgi dolu insanlar ile karşılaşır hep umarım…

İlk ameliyatım olacağı için, narkozu verdiklerinde hep söylenen şu “10’a kadar sayma muhabbetini” denedim. Bana say dememişti doktorlarım ama ben saydım, 4’e kadar hatırlıyorum; sonrasında hatırladığım, uyandım ve ameliyathanede benim gibi uyanması beklenen hastaları gördüm her iki yanımda da…

Yorgun ve de uykulu hissediyordum kendimi ama dışarı çıktığımda annemlerin söylediğine göre ameliyat çok başarılı geçmişti. Odama alındığımda doğrulmadım gün boyunca. Ayağımı uyuşuk hissediyordum, “Hiç hissetmeyecek miyim? diye düşünüp sorduğumu hatırlıyorum doktor ve hemşirelerime.” Annem de, doktorlar da, bir iki güne geçeceğini söylediler bu durumun. Ayaklarım bir alçının içinde, 1,5 ay boyunca kalacaktı. Yürümem zor olacaktı ama bu süreçte de eskisi gibi devam etmem gerekecekti hayatıma…

Odama geldiğimde, annemler bana patates kızartması yedirdiler. Sağolsun Aziz kivram, ben çıkana dek gitmiş almış McDonalds patateslerimi. :) Hastane ile evlerinin arası da öylesine uzak ki; Hastane Sıhhiye’de, onların evleri de Balgat’ta idi. Yakınlarındaki McDonalds’a beni birkaç kez götürmüşlerdi de, çok sevdiğim ve de evlerinin yakınında var diye bildiğim üzere istemiştim patates kızartmasını. Ameliyat günü sadece patates kızartması yedim ve de süt falan içtim. İşte o kadar… :)

Komiktir ama annem ile Yeter kivram ise o günün akşam yemeğini hala hatırlıyorlar; o gün hastane yemeği akşam menüsünde büyük balık vermişler ve ben yememişim, ameliyat sonrasının heyecanı ve stresi ile onlar da yememiş. Bana kızmışlar ve de hala söylüyorlar, “Hadi sen yemedin, acaba biz niye yemedik o balığı?” diye. :) Öyle güzel hatırlıyoruz şükür ki, Kas uzatma ameliyatımı ve de sonrasını…



Peki, Kas Uzatma Ameliyatı Neydi? Dersek;

İki ayak bileğimin de arkasından kas uzatması yapıldığı üzere; parmak ucuma bastığımdan sebep, gerilme ve kasılmalarımın fizik tedavi ile düzeltilemiyor olması sonucu olduğum ciddi bir operasyondu bizler için.

Ameliyat sonrası 1,5 ay alçı ile yaşadık. Haftaiçi ablam kendi okuluna, ben de kendi okuluma gitmem gerektiğinden sebep; annem benimle okuluma geliyor ve tenefüslerde muhakkak koridorlar boyunca yürütüyordu. Ayaklarım sürekli bir pozisyonda kalmaktan ağrır duruma geliyor ve kan kesilmesi olmasın diye, sıra altından ayaklarımı uzatıyorduk ve tuvaletlere gidip gelmem de zorlaştığından; tüm okulda olduğum süreçlerde sağolsun annem benimle oluyordu. :)

Okuduğum okul, daha önceden amcam ile ortak olarak bizimdi. Satıldıktan sonra da, orada okudum ve okul yönetimi bana her konuda yardımcı oldu sağolsun. Okula bir klozetli tuvalet yaptırdık ve okuldan mezun olana dek sadece benim kullanımıma ait oldu orası, zira kontrol altında tutulmam gereken bir hastalığa sahiptim. Hijyen de hep önemli oldu, hastalığımın her dönemi için…



Velhasıl; okulda annemle zaman geçirdiğimiz, evde olduğumuz zamanlarda da ablamla ve babamla sitede dolaşmaya ve arkadaşlarımla oynamaya indirildiğim bir süreç başladı. Öncesinde nasılsa, sonrasının da öyle olmasına ve kasların tembelliğe alışıp her şeye sonradan başlamaması adına; en büyük ilacımın hareket etmek olduğu söylenmişti bana. İhmal etmedim, ailemin ve de arkadaşlarımın desteğiyle şükür…

Alçıda iken ayaklarım, en zoru uyku uyumaktı. Bir de alçıya alıştıktan sonra tenimin deli gibi kaşınması. Öyle zordu ki alçıda olan iki ayağımı da kaşıyamıyor olmak. Minik minik de olsa ameliyatlı olan bölge değil, ama üst bölgeleri şişler ile minik minik dürttüğümüzü hatırlıyorum. Düşünün banyo yapıyorsunuz ama alçıdaki ayaklarınızın yıkanmaya ihtiyacı varken onları yıkayamıyorsunuz. Sanırım bir uyku, bir de bu benim için en zoruydu… :)


Ailem hep en büyük destekçimdi, gerek öncesinde gerek de sonrasında. Biz bu yolda hp beraber devam ediyoruz yola ve en büyük sınavlarımızın başlangıcı bu olaydı velhasıl... Allah bin kez razı olsun canlarımdan. Yanımda olmalarıyla anlatması en zor olan bu süreçleri de anlattım gitti işte… :) Babamın beni alçılarla tarttığını hatırlıyorum mesela, alçılarla çok ağırsın hafifle de gel diye, alçıları çıkarttırmak ve kontrollerimi yaptırmak için Ankara’ya yolculadığı zamanı ve de sonrasında yaşadığımız 3 senelik fizik tedavi aşamasıyla esas zorlukları da atlatabildiğimizi…

Ameliyat sonrası, ilk 3 sene boyunca kendi başımıza fizik tedavi egzersizleri uyguladık ve sonra haftada iki gün fizik tedaviye başladım. İlk atağımdan önceki 3 sene boyunca gördüğüm fizik tedavi derslerim, eskisinden de daha iyi olmamı sağladı. Ama her şerde bir hayır vardır işte; 3+3 şeklinde 2 dönem beni toparlamak için dolu dolu yetti, ama 2010’un sonundaki 3 aylık bir fizyoterapist değişikliğim sonrasında bir atak geçirmem gerçekleşti. Ondan sonraki 3 sene o kadar kolay olmadı bizler için. Ama şimdiye dek son 3 senemde, önceki 3 seneye nazaran çok iyi durumdayım.


Velhasıl; 2011’den 2014’e dek çalkantılı geçen bir süreç, birçok şeyin kıymetini bilmemi sağladı:

“İyi fizyoterapist her şey demek.” 

“Kendi başına yapılan ve pekiştirilmeye uğraşılan egzersizlerin kıymeti hiçbir egzersizle bağdaştırılamaz.” 

"Aile canınıza can katan, o canı kendi canı gibi kabul ederse yoldaş demek."

Ve bir de: “Daha kötüsü olamaz deme, her zaman daha kötüsü seni bulabilir. Var olanı korumayı, hiçbir zaman ihmal etme (gerek ruhsal, gerekse de fiziksel olarak)!" =)


Vay be, yapamam sanıyordum ama bunu da anlattım. :) 4.yazı dizimden sonra, bunu yazmak daha zor oldu. Umarım bir sonraki yazım bu kadar uzun sürmez. Buraya kadar okuduğunuz ve çok sık yazmasam da bu yazı dizimi takip ettiğiniz için de teşekkürlerim ve sevgilerimle… =) İyi ki oradasınız.

Ve bir de bu yazım aracılığıyla, görsem de tanımayacak olsam bile kalben; Ali’ye, Gonca’ya ve Hacettepedeki hemşirelerimize de teşekkürlerim ulaşır umarım… =)


29 Mart 2018 Perşembe

Hazımsızlık Adına - Bu Üç #SonuçBaşarılı


Hazımsızlık adına başlattığım süreçte bugün 4. Haftamı bitirdim ve bugün üçüncü yazımı yazıyorum. Geçen hafta da bildiremediğim üzere, son 2-3 haftalık gidişatımı bildiriyor olacağım bu yazımda; duyurulur... :)


7 Mart 2018 Çarşamba günü başladığım Hazımsızlığım Adına uygulama kararı aldığım 4 maddem vardı;
1.) Akşam yemeklerinde bana dokunmayan besinlerden seçip, sadece bir çeşit yemek yiyeceğim.
2.) Çay yanı dahil yemek sonrasında hiçbir şey yemeyeceğim. 
3.) Öğle yemeği mevzuusunu, yarım bıraktığım gibi geri başlayacak ve her gün ihmal etmeden yiyeceğim.
4.) Tatlılardan ve paketli ürünlerden bir süre uzak duracağım... 


Tüm bu maddeleri, geçen hafta Çarşamba günü 21 Mart 2018'e kadar sürdürdüm. Ancak, Bu İki adlı bu süreçteki ikinci Hazımsızlık Adına adlı yazımda (14 Mart 2018 tarihli o yazım da, burada), annemle denemek üzerine karar verdiğimiz sirke kullanımıma başladım ve bir haftadır yasaklı listemdekileri de azar azar yediğim olabiliyor. 




15 Mart 2018 Perşembe'den beri; -iki gün önceki gün (26.03.2018) harici- sabahları kalktığımda içtiğim suya sirke katıp içiyorum. Bugün itibariyle 14 gün oldu ve sonucu bildirmeye geldim; SONUÇ BAŞARILI! =) 

14 gündür tek bir kez bile hazımsızlık yaşamadım ve üstelik tatlı yemelerime de, yediğimde rahatsızlık veren mayalı ve de dokunuyor dediğim ürünleri yemeye de başladığım halde. "Sirke beni kurtardı a dostlar!" diye bağırasım ve sizlerle de bu rahatlığımı ve mutluluğumu paylaşasım vardı ne zamandır. İyice emin oldum ve yazıyorum, beni tüm şikayetlerimden Elma Sirkesi kurtarıyor galiba; çok şükür ki... :)

İlk bir haftalık süreçte, tatlı yememeye de bana dokunan yiyecekleri yememeye de yine devam ettim. Şunun şurasında; son bir haftalık süreçte, birer birer önce mayalı ürünleri denedim ve akşam yemeklerinde yediğim ve dokunuyor dediğim besinleri biraz biraz yemeye uğraştım. Hiçbirinin dokunmadığını gördüm. Son olarak da, dün içinde nişasta ve de soya sosu bulunan annemin soslu tavuğunu denedim; son birkaç aydır o da dokunur olmuştu ve uzun zamandır onu da yememem gerekenler listesine almıştım. Sonuç, sirke kullanımdan sonra artık o da dokunmuyor olmuş! (:


O zaman kullanma biçimime geçeyim;

Kullandığım sirke Elma Sirkesi. Sabah elimi yüzümü yıkadıktan ve dişlerimi fırçaladıktan sonra, aç karnına içtiğim bir bardak suyuma annem bir tatlı kaşığı kadar ancak koyuyor ve bunu içiyorum. Bu kadar... Aslında ev yapımı olması daha makul sirke kullanımında diyorlarmış ama annem, ben en doğal olduğuna inandığımı kullanıyorum zaten. Diyor.

1 haftadır; "bu kadar çabuk olacağını ve de kolay olacağını bilseydim, daha önceden başlardım." diyorum, gerek kendi kendime gerekse de annem ile konuşurken... :) Eğer benim gibi, şişkinlik ve de ağız yoluyla gaz çıkartma gereği sıkıntısı içine düştü iseniz ve de Elma Sirkesini kullanma konusunda bir sıkıntınız olmuyor ise bir deneyin derim. Benim sirkeyi içmek konusunda sevmiyor olmam haricinde, bir sıkıntım yoktu daha öncesinde. Midemde de asit sıkıntısı olmadığı için, buna güvenerek denemek istedim zaten. Kullandığım miktar o kadar az ki zaten, ara ara acaba "psikolojik olarak mı geçti?" diyorum ama daha önce de psikolojik ve fiziki birçok şey denedim olmadı.

Velhasıl diyebilirim ki; sirke kurtarıcım olacakmış meğer, ben bilmiyormuşum. Sirkeden önce, o kadar kötü durumda idim ki, deneyelim ne olacak, dedim. En kötü ihtimalle sirke de geçirmez ise, tekrar doktora gidecek, yine endoskopi ve de ağır ilaç tedavisine başlatılacaktım. Ama şükür ki gerek kalmadı...

Hazımsızlık Adına bir kez daha yazar mıyım, gelişmelerim olur mu bilmiyorum. Ama kendimce keşfettiğim ne olursa, not ediyor olmaya devam edeceğim ve "bunu yazmayalım!" dediğim bir şey olursa yine buraya yazacağım... 

İşte böyle; yıllar önce şekeri bırakma sürecim, zayıflamak için kendimce beslenme düzenleri oluşturma çabalarım oldu burada. Ve en son burada kararlar alıp denediğim üzere, bu hazımsızlık sorunumu da bloğumdaki denemelerim ve de testlerim sonucunda çözüme kavuşturdum. Çok şükür! :) 

Bu Hazımsızlık Adına üçüncü yazımdı, dilerim bir sıkıntı daha yaşamam ve son olur... :)

Sevgilerimle...

23 Mart 2018 Cuma

2018 Ocak - Şubat Nasıl Geçti?; Eksikler Çok, Planlar Taze


Ocak düşüncelerle, Şubatta bekleyişlerle geçti... Hiç ummadığımız şeyler gelince başa, hayatın nereden bakıp şaka yapacağının belli olmayacağını anladık aslında bu iki ayda yine. Dedemin sağlığı için, evlatları olarak düzenleri ayarladık ve seferber olduk her birimiz Antalya'da. 8'inde olacak derken, 13'ünde ameliyat olabildi. 2 hafta sonra taburcu oldu, 1 haftada taburcu ederiz, derlerken. Biz hastanede kalmasını tercih ediyorduk da zaten... Velhasıl, hastaneden çıkalı 3 hafta oldu şimdi. Git gide toparlıyor ama gel gitlerle...

Her şey olması gerektiği gibi oldu hayata göre. Hayat neleri getirdi ise, yaşadık işte. Mart'ı kucakladık, sıra Nisan'a bile geliyor. Yaşarken kolay geçmeyen her bir an için, kolay gibi geçti gitti diyemiyorum şimdi bile. Bu sıralar çok sık yazamadığım günlüğüme, eskisi kadar her zaman yazamadığıma da üzülmüyorum; aksine şükrediyorum. Duygu geçişlerim çok hızlı oldu çünkü şu 2-3 aylık süreçte... "Özledim, bekledim, umut ettim, dua ettim, Korktum ama iyi olacak da dedim. İyi oldu bir şeyler mutlu oldum, kötü gibi göründü endişe duydum. Belirsizlikler arasında konuşuldu, çok ama çok heyecanlandım ve boşluğa düştüm. Toparlanıp yanımdaki dostuma sığındım, onunla vakit geçirdiğine mutlu oldum, kuzenimle oyunlar oynayabilme fırsatıma ve dayımla yengemle vakit geçirebildiğimize mutlu oldum; bir şeyler hep bir şeylere vesile dedim... Durumun seyri değişir gibi oldu endişe ettim, iyi oldu yanımdakilere sarıldım. Derken basit olan ve basit görünen her anda bir karmaşada hissettim aslında kendimi." Bana ben bile anlam veremedim...


Yengemlerde akşam oturmalarımızı çok sevdim, 7 Şubat'ta geldiğimizden beri; toplu halde dizi izlemenin, ne kadar güzel olduğunu yeniden hatırladım ve de aynı evde günü geceyi planlamanın güzelliğini... Korkularımızın arasında dostumla birçok ilkimizi gerçekleştirmeyi çok sevdim ve bu gelişimizde ayrıca kuzenimle de ilk defa oyunlar oynamak, sohbetler edip konuşmalar yapmak ve beraber gezmelere çıkmak gibi ilklerimizi gerçekleştirip anılarımızı yaşamaya giriştik... Tüm bunlar adına öyle mutlu oldum ki, 2018 Ocak ve Şubat ayları bana; "şer sandığımız şeyler hayırlara da vesile oluyormuş" dedirtti çok şükür ki...

Çok özledim-özledik, özlemeye de devam ediyoruz; yeğenimi, babamı, ablamı, eniştemi... Ama bu özlem de yeğenimle bağımızı, ailemizin diğer üyeleriyle birbirimizi nasıl tamamladığımızı bir kez daha anımsattı. "Ocak ayına dek ara sıra şunu düşünüyordum; Annemle uzaklara gitsek, tıpkı Sındırgı'da olduğu gibi, ikimiz başarabilir miyiz ben bu halde iken acaba? Hayat bana başarabileceğimizi gösterdi, hayat cidden "sen bakarken soyunamıyorum," diyen bir utangaçmış meğer; ben bakmaz iken sürprizini yaptı bile... :)"


Velhasıl; 2018'in ilk iki ayı geride kaldı, üçüncü ayının bitmesine de ne kaldı ki...


Bu sene için bu tarz yazıları yazmam diye düşünüyordum, malum artık film izleme ve de yazı yazma konusunda bir rutine ulaştım 2017'de; e kitap da okuyorum yeniden eskisi gibi olmasa da rutinim oldu artık yeniden. "2017'de işe yaradı bu yazılar ve 2017 ne de olsa bitti!" Diyordum... Ah büyük konuşmayacakmışız a dostlar! Ne film düzenim aynı kalabildi ne de kitap okuma düzenim. Yazma konusuna gelince, şükür ki o bir rutine bindi. İstediğim gibi her yeri yazma mecrası olarak kullanıyorum da, bu durum bloğuma ve de günlük tarzı defterlerime daha az yansıyor. Neyse bu sene her ay için kararlar almaya ve bunları uygulamaya karar verdim yeniden. Yazdıkça ne demek istediğim anlaşılır zaten...


2018'in ilk iki ayı şöyle geçti... 

Okuyup bitirdiğim kitap sayısı maalesef 1'de kaldı. Marttan sonra çoğalacak umarım, geçen gün onu iki yaptım daha mesela...

İzlediğim film sayısı; 2018'de hedefim her ay en az 8 filmdi, bu sene ay başına düşen 8 film miktarını dolduramadım...

İstiyorum ki, her ay çok yazabileyim; bir bloğa değil, istediğim çoğu mecraya. İçimde çok ses var ama ben bunu susturmak isteyen yana "tamam" diyorum. Üzüntüm buna...

Müzik dinlemeye baba yiğitim hala; keşfettiğim ve yeniden karşılaşıp da mutlu olduğum müzik sayıları çoğaldı, ah dilerim hiç eksilmez... Ama geçen seneye kadar yazılarımda yazardım keşfettiklerimden, o da yok bu sene...

Gel gelelim, dizi izledim bu iki ay; tümü Türk dizisi de olsa, izledim ya sonuçta... Çi'de eksik kaldığım bölümleri tamamladım, finali de gecikmeli de olsa izledim ve onu bitirdim. Umarım yakın zamanda yazacağım bunlar hakkında da...



Gel gelelim 2018 için tazelediğim hedeflerime;


Aylık her iki Bloğuma da 10'un üzerinde yazı yazmak istiyorum, tıpkı eskiden de olabildiği gibi...

Çok kitap okumak, film izlemek istiyorum; eksik olmasın her ikisi de hayatımdan...

Şu yazmayı ertelediğim hayat hikayeme yazmaya geri dönmek, eksik kalan yerleri şimdilik es geçip sadece yazmaya odaklanmak.

Günde en az 3 makale okumak, 3 kez de -yatmadan öncesi hariç- tüm dış uyaranlardan ayrı kalıp düşünmek... Günde 3'ten fazla makale okuyarak, bir bu maddeyi gerçekleştiriyorum diyebilirim. :)

Velhasıl; Ocak ve şubat 2018 adına eski hedeflerden zaiyat çok, kendimi gerçekleştirebilmem adına hedeflerim ve planlarım da tazelendi. Evet Ocak ve Şubat bu hedefler doğrultusunda çok iyi geçmedi belki, ancak mart nisana dair bu hedeflerimle yine umutlarım var... :)


Sevgilerimle... :)

17 Mart 2018 Cumartesi

Not Aldım Veya Not Ettim #38 - Şubat 2018'den Notlarım


Uzun zamandır yazmadığım ve yazmayı özlediğim yazı dizime tarihlerle giriş yapayım dedim bu sefer... :) Not aldıklarım hep Şubattanmış meğer, tarihlerine baktım da; madem öyle ismi "Şubat 2018'den Notlarım" olsun dedim, gördüğüm ve de öğrendiğim noktalarla... Ben yazdım, size de iyi okumalar olsun... :)

İkigai - 09.02.2018




İnstagram'da takip ettiği üzere kendisini keşfettiğim ve takip etmeye başladığım Ebru Petekbudur'un hesabında gördüğüm üzere İkigai nedir öğrendim; Japonların yaşam enerjisini veren ideal anlamını verdiği bir kelime imiş bu. Ben google'a İkigai ne demek diye yazılınca da çevirildiği üzere, yaşam sebebi anlamından ayrı olarak, Japonların kabul ettiği anlamı çok sevdim;

"Sabahları uyandığınızda sizi yataktan çıkaran şey" 

Bunu ilk okuduğumda, düşündüm düşündüm, beni yataktan çıkaran şey ne? Aklıma yazmak geldi. "Eskiden olsa dans etmek derdim, yazmaktan da önce." dedim sonra kendime. Ama beni şu yaşımda, uzun zamandan beri süregelen yataktan çıkaran etken "yazmak". İyi ki de yazmak, kendimi tamamlamama sebep olan şeyi bulabildiğime mutluyum da...

Ebru Petekbudur şu postunda daha derin şekilde bahsetmiş ve çok güzel anlatmış, okuyun isterim... Çok geçmedi, iki hafta sonra kitapçıda çok satanlarda, postunda bahsettiği kitap ile de karşılaştım. Not ettim kendime onu da, okuyacağım kitaplarım bitsin de İkigai sırada... :)



Friyay - 25.02.2018- Pazar



Dedem hastanede iken, taburcu edilmeden bir gün önce onu ziyarete gidebildim ben. O gün dedemi iyi gördükten sonra rahatlayıp biraz Avm'ye gezmeye gitmiştik; annem, ben, Meryem, Hatice Yengem ve İncim ile... Merom ile orada gezerken, Friyay yazan bir tişört karşımıza çıktı. İkimizde bilmiyorduk anlamını ama benim karşıma çıkıp duruyordu instagramda ve hep "herhalde Friday'ı yanlış yazıyorlar." diyordum. O gün not ettim kendime, eve gidince öğrenmek üzerine...

Sonra bir baktım ki; İngilizce konuşulan ülkelerde kullanılan bir kelime imiş ve aslında yine "Cuma" anlamına geliyormuş. Sadece bu ingilizce konuşulan ülkelerde, heyecanla söylemek için kullanılan kelimelerden biriymiş. Yani diyebiliriz ki, içine bir his katılarak kullanılan bir kelime "Friyay". Tıpkı bizde Cuma gününün geldiğine ve haftasonuna kavuşulduğuna sevindiğimiz gibi. Onlar da tek bir kelimeye toplamışlar. Diğer günlere de uygulanabiliyormuş; mesela Tuesyay, Wednesyay gibi... Öğrendiğim halde ilginç geliyor bana şu an... :)


Abd-Monowi 


Dünyanın en küçük nüfusuna sahip olan bir kasaba varmış, Abd'nin Monowi kasabası. Burayı öğrendiğimden beri, "Dünyanın en küçük kasabası kaç kişilik nüfusa sahipmiş? Tahmin eder misin?" diye sorduğum her kişi tahmini elli, yüz gibi ifadelerle cevap veriyor. Ama sonra benim de ilk gördüğümde şaşırdığım üzere, 1 kişilik nüfusa sahip olduğunu öğrendiklerinde elbet şaşırıyorlar... :)

Bu kasaba, 2016 yılından beri 1 kişilik nüfusa sahipmiş. 2016'dan önce de, 2 kişilik nüfusa. Esasında 1930'lu yıllarda 120 kişilik nüfusa sahip bu kasabanın, zamanla azala azala bir çift insanı kalmış. İnsan düşünüyor, hiç mi göç almamış ve de hiç mi ürenmemiş ve hep göç mü vermiş diye... İlk bunları düşündüm ve de çok garip geldi. Zira bizim çoğu şehrimiz çok göç alıyor ve ben en çok göç alan şehirlerden birinde Bursa'da yaşıyorum. Kimin başına ne geleceği bilinmez ama enteresan bir bilgi benim için de, ülkemiz için de diye görüyorum...


Velhasıl, önce düşündüğüm nasıl ve niçinden sonra, şöyle düşündüm; birkaç kişi toplanıp buraya göç edip iş kursak ve oranın sakinliği ve de eskilerin aradığımız birlikteliği kursak. Kalabalığa, lükse ve hazır olan her şeye alışmış durumdayız yeni dünya düzeninde. Bunların çoğunun da varlığına minnettarım, söyleyecek lafım da yok. Ama bir diğer taraftan da, "neden karşılaştığımız insanlarla bile konuşamaz, eski güvenlerimizi sağlayamaz olduk" diye düşünüyorum. Komşulukların, üretmenin, sanatın, bilimin ve de anlayışın değerini yeniden bilmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum...

Kaybettiğimiz o kadar çok değerimiz olduğunu düşünüyorum ki, bunları hatırlamak için bu dünya düzeni yeniden kurulsa mı, yoksa insanlar bilinçlense mi kararsız kalıyorum. Kimsenin canı yanmadan olsun bu, birileri bilinçlensin en güzeli. Ama her birimiz de bunun için çabalayalım istiyorum... Lükse, en mükemmel olma uğraşına, "o yapmıyor, ben niye yapayım"a, "Aman ben mi kurtaracağım dünyayı ve insanları" anlayışına veda ettiğimiz an, eski düzene gerek kalmadan daha da iyisini başarabileceğimize inanıyorum. Umarım bu inancıma katılan birçok insan daha olur da, dünya daha güzel bir yer olur. Ben bana düştüğünü düşündüğüm görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum... (Ve evet, bu düşünceler 1 kişilik nüfusa sahip kasaba olan Monowi'den ötürü çıktı ortaya. Ama ondan sebep de değil, içimdeki düşünceleri dökmeme sebep oldu sadece.) :)

Bu kasaba ile ilgili daha çok bilgi okumak isterseniz buraya da bakabilirsiniz... :)


Bir Opera Müziği - Habanera

Andre Rieu'nun Youtube sayfasını takip edeli 1 seneyi çoktan geçti, sayesinde yeniden keşfettiğim küçüklüğümdeki tiyatro müziklerimize dair öyle müzikler oldu ki... En son Habanera'yı yeniden keşfettim, iki hafta önce... :) Youtube kanalını takip ediyorum, kim yönetiyor bilmiyorum ama o kadar çok severek dinlediğim ve rahatlama ihtiyacı duyduğum dinlenme seanslarımda destekçi müziklerimden oldu ki Andre Rieu eserlerii ve Andre Rieu yorumlu klasik müzik eserleri..

Carmen Monarcha ile Andre Rieu'nun Habanera düetini paylaşmak istedim bugün sizinle, videosu burada... Ve bu müzik, küçüklüğümden bildiğim ve iki hafta önce bizim ortaokulda drama öğretmenimizin bize tiyatro çalışmalarımızda ve de drama dersleri sırasında dinlettiği müziklerden biri. Tabii bu kişilerin yorumları ile değil, enstrümental yorumuyla... Küçüktüm, isminin Habanera olduğunu ezberleyemediğim zamanlardı; hem o kadar korkar, hem de o kadar severdim ki bu müziği. Esasında şimdiki hali daha korkunç diyebiliriz küçüklüğümde olsa.. Esasında küçükken Carmen yorumuyla dinlediğimi de anımsıyorum ama emin de değilim...

Velhasıl; yeniden keşfettiğimiz her eski anının varlığını taşımaya sebep olan, somutlaştıran varlıklar güzel. Bu şarkı gibi; bir görsel öğe ve dahi bir söz bile olabiliyor... Şükür ki, dünyamızda anılarımızda canlandırmayı somutlaştırmak istediğimizde, gerçekleştirebilen birçok etkene sahibiz. Anı yaşamayı da, anıları canlandırmayı da isteyelim yeter ki... :)

Okuduğunuz için teşekkürlerim ve sevgilerimle... :)

14 Mart 2018 Çarşamba

Hazımsızlık Adına - Bu İki


Geçen hafta bugün yazdığım Hazımsızlık Adına - Bu Bir adlı yazımdan sonra, ilk haftayı oldukça iyi geçirdim. Kararları uyguladım, uyguladığım ölçüde gözlemledim de. Hiç rahatsızlığım olmaz demiyordum ama o kararlarıma rağmen de rahatsızlanacağımı bilmiyordum. 3 gün kadar hayal kırıklığına uğradım, ama onun haricinde tamamiyle rahatsız olmadan geçirdim.


Velhasıl şükür; "İlk haftayı hem beklenenden garip sonuçlarla, hem de beklenenden iyi geçirdim."


Bu hafta bu halimde birkaç durumun varlığına iyice emin oldum; 



Lahana dolması ciddi ciddi dokunuyormuş, balık kızartması dahil kızartmalar hepten dokunuyormuş... 

Tüm hafta boyunca dün ve de pazar günü harici, öğle yemeğimi ihmal etmedim ve de bunun sayesinde de daha az rahatsızlanmadığıma ve üstesinden çabuk gelebildiğime emin oldum!


Üstesinden gelmeye çalışırken bulduğum yeni yöntemler de oldu...

Bu ilk hafta dediğim sürecin başındaki haftada, ilk iki gün sorunsuz geçti. İlk gün öğle öğünümde pul biberli ve ekmekli yoğurt yedim. Akşam yemeğimde sıkıntı yaşamadan ilk günümü oldukça hafif atlattım.

İkinci gün ise, öğle yemeğimde az bir yufka ekmeği ile bir tabak tarhana çorbası içtim. Akşamına yediğim yemekte de sıkıntı çekmeyeceğim sanıyordum ama yedikten hemen sonra şişlik değil biraz baskı hissettim rahatsızlanacağıma dair, bu yüzden üstüne bir avuç boş ekmek yedim. Sonra sebebini anladım ki; kızarmış balık da dokunuyor, bana kızartma olgusu dokunuyor...

Daha sonraki günlerde de öğlen öğününü ihmal etmediğim sebebiyle, akşamlarımı kolay geçirdim. Geçen haftalardaki kadar büyük bir rahatsızlanma geçirmedim...

Ertesi gün veya sonraki gün, dolma vardı yemekte; 2 adet lahana dolması, 1 adet de patlıcan dolması yedim. Sonrasında sıkıntı çektim, patlıcandan sebep olmadığını anlıyordum; çünkü lahana tadı safram ile geliyordu ağzıma...

Derken; ekmek çiğnedim bolca o gün de, saframı bastırabilmemin yeni bir çaresi olarak bunu buldum artık ilk haftamda... 

Lahana dolmasının, kızartmanın ve de nişasta içeren ürünlerin bana dokunduğuna emin olduğum bir haftalık bu süreçten sonra; Pazar günü gezmek için avm'de dolaştığımızdan sonra, yemek yemek için Meromla Tavuk Dünyası'na oturduğumuzda, paket içerisindeki sosların üzerine baktım; sosların da içinde nişasta varmış meğer. Uzak durmam gerekenlere eklediğim üzere, o gün soslardan da salatadan da uzak durdum ve eve geldiğimde hiçbir şişkinlik ve de rahatsızlık geçirmedim şükür...




Benim Hazımsızlık Adına girdiğim süreçte, ilk haftam böyle geçti. Ve Çarşamba günü başladığım üzere, yine çarşamba günü yazıyorum. Bu haftanın da yeni bir kararı var, hafta başında annemle Meromun annesi İsmet teyzemin önerdiği üzere; yarın sabah, sirkeli su içmeye başlayacağım...

Sirke pek sevdiğim bir meyve suyu değildir aslında (ne denir ki sirkeye diye baktığımda, google'da ekşi bir meyve suyu denildiğini öğrendim). Ama annemle beraber gördüğümüz mikrop tedavisinden sonra, sirkeli su içen annemin mide rahatsızlığı tekrarlamadı ama benim mide rahatsızlığım tekrarladı. Sen de dene, dediler bana. "Zaten içeceğin ne ki, gıdım gıdım başlayacak ve de zamanla bir tatlı kaşığı boyutuna ulaşacaksın sen de" dediler. "Elma sirkesi zaten hafif ki," dediler.

Sadece sabah aç karnına içtiğim bir bardak suyuma sirke koyacaklarmış. Yarından itibaren göreceğiz, bakarsınız benim de midemdeki rahatsızlığı temizler. Ben biraz da safra kesemdeki rahatsızlığa bağlıyordum ama ne alaka diyorlar ona da. Zira sonuçlarım tertemiz çıkıyor safra kesemde...

Resmen şeffaf şeffaf yazdım yine, ama umarım oralarda beni anlayabilenler vardır. Ve umarım benim gibi birilerine de destek olabilir bu yazılarım... Çünkü durum öyle bir hal aldı ki bende, daha bundan önceki yazımda çiğ sarımsak dokunuyor sadece demiştim ya; dün içtiğim çorbadaki pişmiş sarımsak da dokundu... Sınırını aşıyor yani git gide. Ama beslenme düzenimle ve de eklediklerimle bu süreci başarılı kılıp, kendimi toparlayacağıma inanıyorum. Biz inanırsak, neler neler yaparız! :)

Deneyimlerinizi, önerilerini ve de sizin de yaşadıklarınızı yorumlara yazmanızı bekliyorum, sevgilerimle... :)


11 Mart 2018 Pazar

Pazar Yazısı #46 - İlklerle Dolu Pazar


Bugün ilklerin yaşandığı bir pazar idi, dostumla benim için. :) AVM içerisinde, ilklerimizden oluşan bir pazar günü geçirdik beraber;



Dolu dolu alışveriş merkezi gezdik, yalnız ikimiz; bu sırada Merom ile birarada iken, yükseklerde gezen gülme ve de güldürme
potansiyelimiz ile çok güldük ve eğlendik. Tekerlekli sandalyemi süren Meryem, tehlikelerden tehlikelere ve de o mağazadan bu mağazaya soktu durdu bizi. Tehlikelerin hepsi küçük ve heyecan verici cinsten idi tabi... :)

Bir hayali gerçekleştirdik, birlikte dışarıda ilk defa kahve içtik; dostla içilen her kahve en güzelidir, ama hayal ve de umut ile içilen kahve de en güzelleridir. Tatlı bir sohbet ile içinde özellik var ise, daha da güzel oluyor işte... Meromun da hesabında yazdığı gibi; kimileri için basit olsa da, kimileri için çok değerli anlar... Bizim için epey değerli bir andı... :) İyi ki...

Ve günün sonunu, yalnız başımıza dışarıda yediğimiz bir yemek ile sonlandırdık; tavuk dünyasında şefin tavasını yedik ikimiz de. Mutluluk dolu günü, midemizi doyurarak bitirdik... Koton mağazasında dolu dolu gezip, bana bulamadığımız tişörtü Merom için zor olsa da bulduk. Tabi bu sırada dolaşmamız efsanelerinin arasına girdi ikimiz için de. Hepsi hatıra, hepsi bizim yine... :)

Bugünün sözü şuydu son olarak;

Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya. Gülten Akın.

Günün içinden, bizim için en uygun söz. Biz anlayanlardandık sevgili Gülten Akın, biz anı dolu dolu yaşadık. Günümüzün böyle güzel anlamlanmasına sebep olan Hatice Yengem, Annem, Mehmet Dayıma çok ama çok teşekkürlerimle.

Meroma da birbirimize bu güzel günü anı ettiğimizde mutlu olmuşluğumla sevgilerimle... (:

Nice böyle pazarlara olsun hepimiz için. Şükürle ve sevgiyle, mutlu bir yeni haftaya inşallah... İyi haftalar... :)

7 Mart 2018 Çarşamba

Hazımsızlık Adına - Bu Bir


Hazımsızlığın bildiğimiz iki anlamı var; biri midenin hazım görevini yeterince yerine getirememesi gibi durumları kapsayan, diğeri de istemediğimiz olayları ve de algıları ruhumuza ve de beynimize duygusal ve de fiziksel olarak sindirememizi kapsayan.. Ben bugün maalesef ilk anlamından yana bahsedeceğim... :) (07.03.2018)


Besin hassasiyetinden bahsetmiştim daha önce bu yazımda da... Herhangi bir besine vücudun tepki geliştirmesine "Besin İntoleransı" denildiğini de o yazımdan önce öğrenmiştim; herhangi bir besine karşı vücudun hassasiyet geliştirmesi için ağız yoluyla bir besinin alınması gerekmediğini, solunum veyahut deri yoluyla da hassasiyet durumunun meydana gelebildiğini de...

Velhasıl, maalesef bitti dediğim tam o anda, öyle bir durum meydana geliyor ki; "o da mı dokunuyormuş!" safhasına geliyorum. Hayatımın her günü heyecan mı dolu, azap mı belirsiz! :)

Antalya'ya geleli bugün 1 ay oldu; 7 Şubat'tan bu yana, ne rahatsızlıklar geçirdim bilemezsiniz... Bu ay boyunca resmen yukarıda bir cümleye sığdırdığım süreç kendini yeniledi durdu... Üstteki resimdeki yazımın bir kısmında da bahsettiğim gibi; başta "çiğ sarımsak ve soğan" iken dokunanlar, mevzu çığırını aştı resmen. Bu durum besin intoleransından öteye, midemdeki mikrobun kendini yenilemesine döndü sanırım! Öyle tahmin ediyorum, çünkü Mayıs 2017'de olduğum endoskopinin sonucunda gördüğüm ilaç tedavisi sonrası bu hassasiyetlerimin esamesini göremez olmuş ve toparlamıştım durumu. Şimdi yine en başa döndük... 

Aklından neler geçiyor derseniz, -ki niye diyesiniz de, diyelim ki dediniz- hiç yemek yememek geçiyor aklımdan! Bir hap versinler, vücudumun tüm ihtiyaçlarını ondan karşılayım?! O düşünceye geldim artık... :(

Dün yediğim biraz patates kızartması mı dokundu bilmiyorum, gece saat 2'de yattık annemle. O derece rahatsızlandım yani, ki bu en iyisiydi sanırım daha önceki yaşadıklarımı düşünürsek (en uzun süren gaz sıkışması sıkıntısı yaşadığım sürem, 5 saat; evet 5 saat!) Benim vücudumda hazım geç sağlanıyor, 7'de yediğim yemeğin hazmedemediğim kısımlarının sıkıntısı 9-10 gibi başlıyor (eğer o akşam şanslı isem!). Doktorlara gittiğim zaman bunu anlatacağım, neden oluyor bana söyleyin bunu diyeceğim; akşam yediklerimi 4-5 saatte hazmetmek neden mümkün olmuyor! Bunun vücudun bir şeyi üretememesi sonucu olduğu gibi, geçerli bir sebebi olması lazım bence!


Hazımsızlık Adına, çokça hoşlanmadan ama anlatmaya ihtiyaç duyduğum halde yazıyorum bugün işte. Sizden ricam; bu konuda sıkıntı çekmiş ve de bitkisel tedavi ile kurtulmuş, veyahut beslenme stilini değiştirmek üzerine bir yöntem uygulamış, fayda sağlamış iseniz benimle paylaşmanız. Çünkü ben sizinle bunu yapmaya geldim...


Hazımsızlık adına, "bugün bir" diyerek kendimce bir süreç geliştirmeye karar verdim; bana dokunduğunu bildiğim her şeyi not ediyorum artık zaten, her şeyi. Bana dokunanların en büyük kısmını; çiğ sarımsak, soğan ve de pırasa tarzı otlar olmak üzere, marul, pancar ve lahana türü bitkiler oluşturmakta. Bünyemin bunları hazmedememesinin yanı sıra, bazısı adına üzülüyorum resmen! Neden Lahanayı hazmedemiyorum mesela? Hayır çiğköfte ile en güzel giden marulu neden hazmedemiyor vücudum acaba??

Hassasiyet içeren bünyelere önerilen en  iyi beslenme stili diye bir şey yok galiba, en azından ben bulamadım internette. "Bana dokunan mayalı ürünleri ve de çiğ sebzeleri yemekten uzak durabilirim." , "Bir de kavrulmuş çerezler, sadece kavrulmuş otlu yemekler gibisinden, ağır kızartmaların hepsinden ve bir de bakliyat yemeklerinden uzak durmam gerek!" Dedim... Ama hemen sonra da; uzak durmam ve de düşman görmem gerekenlerin listesi uzun olunca, beslenme stilinde sadece onlardan uzak durmamın yetmiyor olduğunu anladım... 




Dört maddelik beslenme düzeni kurdum kendime, bugünden itibaren başlayıp fayda sağlamayı sürdürdüğüm sürece devam edecek olan... Bu dört madde, belirli dönemlerde kendimce ayrı ayrı uyguladığım ve eksiksiz olarak fayda sağladığım deneyimler. Bu sebeplerle bu sefer hepsini toplu şekilde "hazımsızlık problemimi çözümlemek için" bir araya topladım...

İlk maddem; akşam yemeğinde bana dokunmayan yemeklerden birini seçip, tek bir tabak yemek yemek. (Bir dönem denediğim ve de uyguladığım üzere epey başarılı olduğum en önemli madde bu, sadece ilk haftası zorlu geçebiliyor; eğer öğle yemeğini yemeyi ihmal etmez isen...) -(Ki bugün başladım, öğle yemeğimi aksatmadan. Hiç de zor olmadı.)

İkinci maddem; yemek sonrası, çay yanı dahil hiçbir şey yememek. Acıkılırsa, tek bir meyve veya yoğurt seçilip yemekten 3 saat sonra öğün yapılmak istenmedikçe. (Ki bunu da sürdürüyordum bir ara, gel gör ki bir bozuldu pir bozuldu bu düzenim de maalesef)

Üçüncü maddem; öğle yemeği mevzuusunu, sabah kahvaltısından 3,5-4 saat sonra ihmal etmeden uygulamak. Hazım problemi var ise ve bir de iki öğün yemek yeme uygulanır ise, açlıktan ötürü yenilen tek bir lokma bile akşam yemeğinden sonra rahatsız edebiliyor beni. 

Dördüncü ve son maddem; tatlılardan ve de paketli her türlü üründen olabildiğince uzak durmak, haftada bir veyahut istisna olarak bazı haftalarda en fazla iki kez aşmak ayrıcalığı ile...


Kendimi şu an bu yazımı yazarken, vejetaryen birinin hassasiyetinde hissediyorum. Çünkü, vicdanen de bir rahatsızlık hissediyorum ne zamandır, bu sebeple hassaslıkla uygulayacağıma da eminim. Rahatsız olup da uyuyamadığım her gece annem de benimle uykusuz kalıyor ve bu durumdan çok daha fazla rahatsızım...

Evimize dönene kadar; bir doktor kontrolleri dizisi ile, endoskopi sırası beklemek, sonuç beklemek, dedemin bu rahatsızlığına karışmak ve yeni bir ilaç tedavisine başlamak gibi durumlara bir kez daha katlanmak inanın çok zor geliyor. Eğer bu haftayı sorunsuz bitirir isem de, gerek kalmayacak doktor kontrolüne inşallah eve dönene dek... Sürekli ilaç kullanmak da vücudu yıpratan bir şey ki, ilaçların çoğunun da yan etkileriyle haşır neşir olabilen bir tipim! (Valla tam incelenmesi gereken bir hastayım, bir zamanlar fizyoterapistim olan Özkan abimin de dediği gibi!) :)

Bu hazımsızlık, havadan bile nem kapsam midemden aşağıya inemeyen gaz sıkıntılarına sebep oluyor yemek borumda ve midemde sıkıntılarla önce. Ama midemi sıkıştırması devam ettikçe bu durumun uzaması ile kalbimin sıkışması da bir oluyor. "Ah hazımsızlık , sen nelere kadirsin!" diyorum huzurunuzda. Bir de dua ediyorum ki, şu yazımı bir doktor da okusun inşallah. 

Hazımsızlık adına konuşuyorum bu yazı için son kez; "benim keyfim çok yerinde, içinde ikinci bir kişilik gibi yaşıyorum. Rahatsız olan o! Sevgiler! :)"

4 Mart 2018 Pazar

Pazar Yazısı #45 - Önceki Pazar İle


Antalya'ya geldiğimiz 7 Şubat 2018'den beri, bugün dördüncü pazarımız... Ama ben, bir önceki pazarımızı yazacağım bugün. Birazcık o pazarın resimleri ve anları ile, bitmek üzere olan bu haftaya değineyim diyorum. Enteresan olacak galiba biraz, bakalım hayırlısı... :)


Geçen hafta bugün dedemin yattığı Antalya Araştırma Hastanesi'ne kahvaltı sonrası dedemi ziyarete gitmiştik ve dedemi hiç beklemediğim kadar iyi bulmuştum. Yazısını yazamadım ama instagram adresimde, dedemi iyi bulduğum için mutlu ve de ertesi gün taburcu edecekleri için de umutlu olduğumdan bahsetmiştim... 

Dedemi odasından alıp, yattığı katın bekleme salonuna götürdüğümüzde; iyi bulduğuma hem sevinmiştim, hem de biraz var olan halsizliğini, çokça da zayıflamış olduğunu görmezden gelmiştim. Zayıflayacak deniyor şimdi, daha da çok zayıflayabilir bile... 

Bizim onu gördüğümüzün ertesi günü taburcu edildi dedem, öğlen sıralarında eve getirdi annem ve dayım. İlk gün, hastaneden kurtulmanın rahatlığıymışcasına, ağrısız sıkıntısız yattı uyudu dinlendi. Yemeğini de fena yemiyor esasında çıktı çıkalı ama taburcu edilmesinin ardından bir gün geçti ve ağrıları başladı. Anlıyoruz; serumların etkisi geçti ve yara kendisini iyileştirmek için yerini bulmaya çalışıyor. Karaciğerden ileri gelen bir akıntısı mevcut yaralarında, henüz dikişleri bu sebeplerden ötürü kurumadı. Hafta içi Perşembe günüydü galiba, hastaneye götürdüler ve tekrar dikiş atıldı yarasının tümüne baştan aşağı...

Yani dedem taburcu edildi edileli, bir iyi bir kötü "ama çok şükür yiyor da!" dediğimiz bir sürecin içine girdik şimdi. Umarım bunu da biraz iyi biraz kötü şekilde atlatacak ve geçireceğiz hep beraber. Taburcu edip dayımlara getirdiler dedemi de, bir süre burada kalacağız beraber ve sonra biraz daha toparlanınca dedemin evine geçeceğiz yine. Antalya'da 4. haftayı geride bırakıyor olmak şaka gibi geliyor bu manada, bir tedavi süreci içinde iken öyle sıkıntılara giriyor ve de kaybediyor ki insan hislerinin kontrolünü; anlatılmaz yaşanır cinsten resmen...



Hazır dışarı çıkmışken Avm gezmeye giriştik daha sonrasında da yengemlerle, dedemi iyi görmüş olmanın mutluluğu ve de rahatlığı ile... Yengem İncimle oyun alanında vakit geçirdi, annem ihtiyaçları doğrultusunda mağazaları gezmeye odaklandı, biz de Meromla uzun zamandır beraber dışarıda bir şeyler yapamıyor olmamızın hasretiyle Avm içinde gezerek başladık ama girip dolu dolu gezdiğimiz ve alışveriş yapabildiğimiz ilk durağımız yine kitapçı oldu... Merom bana da kendisine de kitkitapdı ve okuyacağımız kitaplarımıza kitaplar eklendi. :) İkimiz için de ayrı bir mutluluk ve doyum oldu ki; beraber geziyor olmamız bambaşka bir mutluluk idi her ikimiz için de... 

Avm içinde doğru düzgün ya da saçma sapan şeyler bulup gülme konusu etmek, doya doya fotoğraflar çekinmek iki dostun bir araya gelip yapmaktan çok ama çok zevk aldığı bir durum; benim için böyle bir Avm gezisi oldu işte Meromla... =)

Epitopu iki haftadır dışarı çıkmamıştım ama iyi geldi bana da. Dışarı çıkmayı aramıyorum da, ara sıra sevdikleriyle beraber evde oturmak haricinde bir şeyler yapmak her insana iyi geliyor işte. Biz Meromla o gün epey bir süre beraber gezdikten sonra, annem de bize eşlik etti ve boyut atladık resmen makara yapmak konusunda... Kişinin şansı iyi arkadaşlar bulabilmek açısında yaver gitmiş ise, bir de annesi arkadaşlarıyla iyi anlaşıyor ve onlarla şakalaşabiliyorsa bile her anlamda; üst aşamadadır bence şans konusunda, o kişi şanslıdır işte. Şanslıyım ben de, arkadaşlarım da annem de bu konuda bana zorluk çıkarmadı. Seviyeli şekilde her anı eğlenceli hale getirmesini bilen kişilerle yaşıyorum ki, bu benim için büyük şans demektir... :)


Ve gün akşama erdiğinde eve geldiğimizde, Meromla ikimizin de aynı sweat'i olmuştu. Resmen ikiz olduk, bu Meromun Avm'de geliştirdiği bir fikirdi. Öncesi var mı bilmiyorum ama bu fikre bayıldım. Sweat'ı ben görüp beğendim ve Meromun da hoşuna gidince, ikimize de alma gibi bir fikri gelişti. Sonuç, iki mutlu dost bir güzel hatıraya daha sahip oldu... :) Meroma teşekkürlerim ve öpücüklerimle. :)

Üzerinde kasetçalar, donut, patlamış mısır ve de kaset gibi küçük simgeler şeklinde resimler var. Sevimli bir sweat ama işin özü, aynısından Meromda da olması ve bu durumu her giydiğimde o giymese de, onun sweat'i üzerine olmasa da vs. benim hatırlayacak olmam; veyahut ikimizin de giyip hep hatırlayacağı, giyemesek de bu fotoğraflarla üç kuzen olarak bu anıları anıp hep geleceğe taşıyacağımız gerçeği... 


Böyle gerçekliklere sahip olabildiğim bir Antalya süreci yaşadığım için, bu günlerime de şükretmeye devam ediyorum. Evet üzüntü dolu anlarla karşılaşacağımı ve de bu durumun iyi yönlerinin sadece beraber olabileceğimiz olduğu düşüncesi ile üzücü geçireceğimi düşünmüştüm başta. Ama şimdi, sadece dedemi iyileştirmek için çabalamakla değil, birbirimizi de iyileştirmeye ve vakitlerimize hatıralarımızı yazmaya çalışıyoruz aynı zamanda... 

Mesela dayımlarda, hanımlar arasında geçen bir beslenme düzenleme aşaması var; sabah akşam şeklinde sürüp giden bir beslenme düzeni kuruyor ve birbirimizi kontrol ediyoruz. En az 4-5 saat leptin çalıştırmaya çalışıyoruz, (yani, iki yemek arasında 4-5 saat yemek yemiyoruz) her birimiz adına ve az buz başaramasak da çoğunlukla başarıyoruz; tatlıdan bile uzak durmaya. Meromun annesi, annem, yengem ve ben; birbirimizi koruyor kolluyoruz resmen, sağlığımız için zayıflamaya ve de bu düzeni tamamen kurmaya odaklanıp... 

Ama iyi ama kötü geçiyor, ilk haftayı bu çerçeveler içerisinde geçirdik işte. Geçen hafta dışarıda idik, bu hafta evdeyiz. Bugün sakin geçti, tam da bugün olmasını isteyebileceğim gibi... Biraz Mart ayına girmiş olmak sıkıyor bugünlerde, o da kardeşim Duygumu bu ayda kaybetmiş olmamızın verdiği bir hüznün gerekçesi ile.. 8 sene öncesi gibi değil tabii ama yine de derin, anlam verilemeyecek kadar hem de. Acıyı sahiplenmek açısından daha az sorunlu belki biraz, o kadar... 

Durumlar böyle işte, nice güzel pazarlara ve güzel günlerle dolu bir haftaya olsun inşallah. Sevgilerimle... :)

1 Mart 2018 Perşembe

Özlemek Çok Özel - 01.03.2018


Bence duygulardan en derini, özlemek; aileni özlemek, dostunu özlemek, sevdiğini özlemek, dünü gülerek hatırlayıp özlemek, yitip gitmişi özlemek, esasen bitmiş olanı ama sende bitmeyeni özlemek... Özlemek işte, öyle özel ve çoğunlukla da öyle meşakatli bir duygu durumu ki...

Söz etmemeye çalışıyorum, geldim geleli çok söylemiyorum; ama yeğenimi yine çok özlüyorum. Kimden uzaksa gönül onu özlüyor hani, yine böyle bir özlem. Hayırlısıyla dönmek de kısmet olunca geçecek ama şimdi birikim yapılmış bir bağı özlemek çok başka...

Antalya'ya geldik geleli, özlemiş olduğum kuzenim İncim ve de dostum Merom ile dolu dolu vakit geçirmeye çalışıyorum. "İnsan bulduğunun nankörü, ulaşmak istediğinin delisidir." derler, ben bulduğumun da ulaşmak istediğimin de delisiyim. Nankörlük etmediğimi biliyorum, öyle olsa aylar boyu beklediğim kavuşma anlarımızı hiçe sayıp dilimden lakırdısını eksik etmez, bu anı yaşamayı ihmal ederdim. Nankörlük değil bence bu, insan uzak kaldığını özlüyor işte sadece. Kim istemez ki, tüm sevdikleri yanında olsun! Benimki de böyle bir duygu şu an... İsterdim doğrusu buradaki sevdiklerimle de beraber olabilmeyi, tek bir şehir veya daha yakın şehirlerde...

Allahım giderilemez özlemlere salmasın bizleri tabii ki, üstteki açıklamamı yaptıktan sonra söyleyebilirim ki, özlemek çok ama çok özel bir duygu... İçinizde hissettiğiniz ve de karşınızdakinden karşılığını aldığınız ortak bir özlem duygusu yine yaşadığım şükür ki; ama son bir haftadır telefon konuşmalarında artan bir duygu yoğunluğumuz var, Kağanımdan sebep. Henüz Antalya'da kuzenime dostuma ve de dayımlara doymadığım da bir gerçek... :) (Şuraya yandan bir gülüş alalım lütfen.)


İki gündür telefonda daha çok soruyor yeğenim, "ne zaman geleceksiniz teyze?" diye. Geldik geleli de, "seni çok özledim, hem de sonsuz!" diyoruz birbirimize de; bu Kağanımın bu sıra çok sevdiğim bir tabiri, sonsuz sevgi ve özlem... Bana da anneme de söylüyor-söyletiyor... Bizim sonsuz özlediğimizi duymak istiyor, duymasın özlemesin o da aramasın bizi diyoruz, ama söylemez isek de o soruyor. Sözler de insanı eritiyor gidiyor işte... Uzakta biri size özlediğini belirtiyorsa çoğu cümlesinde ve siz de zaten özlüyor iseniz o kişiyi, zor oluyor özlem; meşakatli hale geliyor, ama özel olduğunu da belirtiyor size... :) Babamlarla birbirimizi özlediğimizi söyleme gereği duymuyoruz çok fazla, ama onların da cümlelerindeki ses tonlarından anlıyorum; ya telefonu kapatmak istemiyor ya da sevdiğimiz konuda konuşurken seslerinde güldükleri belli oluyor.. 

Merom ile senenin çoğunluğunda özleme halindeyiz birbirimizi, 5 senedir her dolu dolu özlediğimiz seferimizde, "Allah başka özlem vermesin!" diyorum-diyoruz. Ama sevdiğin ve de yan yana vakit geçirmeyi çok sevdiğinin "yanında olmayı, yanımda olmasını, yan yana olmayı istemek" nedir çok da iyi biliyoruz... Özlem özel oluyor öyle anlarda, değiştirilemez uzaklıklar ve de sebepler sebebiyle meşakatli oluyor özlem... Sanırım teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bir bu durumlara çözüm bulunamayacak işte. (:

İncimin henüz, "özledim kuzenim" diyeceği yaşlara gelmediğini sanıyordum, Antalya'ya gelene dek... Eylül 2017'de görüştük en son, uzun zaman geçmedi diyordum; ne kadar büyümüş olabilirdi ki! Büyümüş, kendi kendine de bizimle beraber de oyun oynar hallere gelmiş ve de öyle güzel "kuzenim" der hale gelmiş ki... "Sen benim canım kuzenimsin", "Sen benim en iyi arkadaşımsın kuzenim", "Ne güzel oynuyoruz, ne güzel boyama yapıyor, ne çok eğleniyoruz değil mi?" gibi cümleler kurdukça eriyorum resmen! Sözlerin önemli olduğunu hep biliyor olacağına emin olarak, erken yaşta bunu öğrenen bir çocuk olarak yetiştiğine öyle mutluyum ki İncim adına da...

Velhasıl; gidince yine özleyeceğimi biliyorum, ama bu tatlı dili sebebiyle kuzenimi artık daha da özel özleyeceğimi de biliyorum artık. Bu duruma kendi adıma endişeli olasım geliyor; ama sonra da diyorum, "Özlemek adına yıllar yılı deneyimli hale geldin Didemcim, boşa endişe yapma kendine!" =)




Özlemeyi seviyorum, özel buluyorum, önemli buluyorum ama bir o kadar da zor, yer yer umutsuz ve de meşakkatli buluyorum... Antalya'dan gittikçe Antalya'dakileri, Bursa'dan başka yerlere gittikçe de Bursa'dakileri özlüyorum misal. Yorucu, anlamlı ve de anlamsız bir duygu yoğunluğu bunlar. Varlığı da yokluğu da ayrı dert. Sürecek ömür boyu biliyorum. Allah eksiltmesin uzaklaştıkça özleyeceğimiz ve de özleneceğimiz sevdiklerimizi demek düşüyor sadece bize...



Özlemenin en meşakkatli yanına gelmek istiyorum son olarak; özlesen de fayda etmeyen, meşakkat sınırını aşmış ve de bir daha hiç göremeyeceğinizi bildiğiniz özledikleriniz... Hayatta olanları es geçiyorum; aranızdaki bağ kopmuş olsa bile bir sevdiğinizle, onları görmek için küçük bir umut parçası hep var! Ama hayatta olmayan sevdiklerimize dair, umudu söz konusu bile edemiyor ve özlemin nasıl gün gün artarak içinize çöreklendiğini anlayamıyorsunuz hep... Özlem öyle özel ki bu anlarda da, özlediğiniz kişiye özel anılar bir yana istifleniyor sanki ve nasıl oluyor bilmediğiniz şekilde o özlenen apayrı noktaya taşınıyor; sizin için, kalbiniz için! Hayat böyle durumların varlığını bilmeniz durumunda; özlemleri özel olarak algılamanıza da, es geçip umursamamanıza da sebep olabiliyor...


Özlemek bağ kurduğunuz kişiye göre değişen özel bir his; 

Uzakta kalan küçükleri, onları büyümeyi hep izliyor hallerde iken ve de onlar sizinle konuşmaya başladıktan sonra özlemek çok başka imiş yani mesela...

Dostlarınızı; yan yana iken deli gibi saçmalamayı kendinize bir görev edinmiş olduğunuz dostlarınızı, kimseye açılamayacağınız kadar birbirinize açılabildiğiniz, en yüzeysel ve de derin hallerinizi ortaya çıkarabildiğiniz dostlarınızı her an yanınızda olmasını isteyecek kadar özlemek çok başka...

Ailenizin her bir ferdini özlemek çok başka; en çok onların yanında rahat olabildiğiniz, en çok onların yanında "acaba böyle davransam kırılır mı?" diye düşünmeden davranabildiğiniz ve de en kötü hallerinize bile katlanmasında sakınca duymadığınız ailenizi özlemek...

Bir de çok sevip, hiç kaybetmemiş olmayı dilediğiniz insanları özlemek çok başka; umudu rüyalarda görmeyi dileyerek uykulara dalmak, umutsuzluğu da bir ömür boyu bir daha sarılamayacak ve geçmişte ne yaptı iseniz yapamayacak olduğunuzu bilecek kadar bilinçle içinizde taşıyarak özlemek demek bu da. En acısı, en dayanmak zorunda kalınası... Allah hiçbir sevdiğimizi, böyle özletmesin cümlemize...


Özleyelim, ama arayı açmadan.. Elde imkan varken görüp özlemleri hep gidermeyi de, imkan yokken ise teknolojiyi aktif halde kullanarak uzaklıkları haklı çıkarmadan. Çünkü özlemek çok özel ve güzel, zor olsa bile bir anlamı var; sevgiyi güçlendirmek, dünde bugünde eksiklerini göstermek gibi...


Sevgilerimle... (:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...