31 Ağustos 2019 Cumartesi

Yazı Uğurlar İken - 31.08.2019


Yazı uğurluyor iken yazıyorum şimdi, bugün Ağustos 2019'un son günü... Her ne kadar garip bir rüya ile güne başlamış olsam bile, dün akşam o kadar güzeldi ki! Umurumda bile değil o rüyanın en garip rüyalarımdan biri oluşu, unutmayı tercih ettim; unuttum gitti bile. :)

Bu yazıma ilk notum da şu olsun istiyorum; 2019 için kendime koyduğum 5 konsere gitme hedefimin ilki gerçekleşti. Geç bile kaldığım düşünülürse de, hiç gidemem diye korkar olmuştum ama sabrettim oldu demek istiyorum. Dün 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlamak üzere, Gemlik Belediyesinin festival kapsamında hazırladığı konser ve festival alanında iskelede Resul Dindar konserinde idik babamla... (: Diğer dört konsere gitmek için daha da hevesliyim dünden bu yana, hadi devamı gelsin diyelim o zaman! :)


Uzun zamandan sonra kutladığım en iyi Zafer Bayramı konseri dün gerçekleşti; severek dinlediğim Karadeniz Müziği Sanatçılarımızdan Resul Dindar'ı, canlı canlı dinlemek ve izlemek de nasip oldu... Sahnesi o kadar iyiydi ki, bir ara avuçlarım yandı ve ellerim kollarım da oynamaktan acıdı. Ama değdi; konser alanında ağzım memnuniyetten sürekli açıktı ve şarkılara eşlik etmekten sesim azıcık yorulmuş halde eve gelmiş de olsam, "ihtiyacım varmış meğer" gördüm ki... 

Gemlik Belediyesi çalışanlarına ve belediye başkanımıza, alanda çalışan polis ekiplerine teşekkürlerimi sunarım; nacizane... (:

Biz alana gittiğimizde, Resul Dindar daha sahneye çıkmamıştı ekibi hazırlanıyordu daha. Alan o kadar kalabalıktı ki ama kendimize bir yer bulmaya uğraştı isek de, arka tarafta tekerlekli sandalyemde barkovizyonları bile göremiyordum en başta. Babam sağolsun herkesten rica ederek beni ikinci polis barikatinin önüne kadar götürdü. Haklarını helal etsin inşallah beni görüp yol verenler; "kusura bakmayın" dediğimde yüzlerini asan bir iki kişi haricinde, hepsi gülerek yol verdiler bana şükür ki. Ama insan yine de bir mahcup oluyormuş işte... 

Epey bir süredir ne konsere gitmek kısmet olmuştu, ne de tiyatroya işte. İstiyordum ve gerçekleştirmeye fırsat kolluyordum ki, Gemlik Zeytin Festivali etkinlikleri duyurusu verilmeye başlandı. Dediğim gibi Resul Dindar, çok sevdiğim Karadenizli sanatçılarımızdan; ama gel gelelim bir de, ilk gittiğim bu türde konser oldu bu konseri. Benim ilk Karadeniz Müziğinden oluşan bir konsere gitmeme sebep oldu bu durum. Ve çok eğlendim... :) 

Eşlik edemediğim 3 şarkı haricinde, söylediği tüm şarkılarını biliyordum. Bunun haricinde 3 şarkı da kendi şarkısı değildi, onlara dahi eşlik ettim. Eğlenmeye sebep bunlar oldu işte sonrasında, uzun zaman sonra konsere gidememiş olmanın yanı sıra... Bir daha olsa bir daha gidebilirim, olur ya nasip olursa; Resul Dindar'ı bir daha canlı canlı dinlemek isterim.


Ruhsuz müzik yapanlar var, doğruya doğru; kendi şarkısını söylerken (ben rastlamadı isem de), başka vokaliste söyleten sanatçılar da varmış. Ama Resul Dindar sahnede iken hem eğlendi, hem de eğlendirdi. Şarkı söylerken sallanmaları, biz eşlik ederken gözünü kapatıp gülmeleri; her birimizi coşturdu bence. 

Sonra konser ile ilgili aramızda babamla bir dalga konusu da oldu, konser sonrası arabamıza yürürken "Konser sence nasıldı baba?" diye sorduğumda... Babam benim soruma, "Beş para etmezdi!" dedi ciddiyetle, "Hadi ya, neden?" dedim ben de. O kadar eğlendim ki ben çünkü, garip geldi. Kısa zaman içinde; Gemlik coştu Gemlik, diye içimde bir düşünceler zinciri oluştu! =) Babam bana dönüp; "5 Milyon ederdi!" dedi gülerek. "Adam çok iyiydi, coştu coşturdu. Şarkıları da çok güzeldi, daha ne olsun!" dedi. Gerçekten 5 Milyon ederdi. eve geldiğimizde, annemle annemin teyzesigile de bu şakayı yaptık ama önce;

"Konser 5 para etmezdi!"
"Hadi ya."
"He ya..."
"..."
"5 Milyon ederdi, 5 Milyon!" :)



Belediye başkanımız zeytin fidanı ve zeytin ürünleri dolu bir sepet vermeye çıktığında sahneye sonra, o anda da güzel sohbetler gerçekleşti. Resul Dindar zeytinin en sevdiği kahvaltılık ürün olduğunu söyledi mesela, siz vermeseydiniz ben yüzsüzlük yapacak ve isteyecektim bile dedi. :) Uğur başkan, "Zeytin ağacı barışın simgesi, hep barış olsun diye veriyorum bugünün de önemi adına." dedi. Resul Dindar ise daha sonrasında, "Ben de kendi zeytinimi getirdim, burada." dedi ve kızını çıkardı sahneye Belediye Başkanımız ile sohbeti sırasında. "Bu da benim zeytinim!" dedi utanarak. Öyle güzel bir sahneydi ki benim gözümde. Uğur başkan, "Nice zeytinler yetiştirmeni diliyorum Resulcum." dedi. Maşallah, o minicik zeytin sayesinde "Arı Vız Vız"ı da dinledik Resul Dindar'ın sesinden; bu sıra en çok söylediği şarkı imiş de! (: 

Böyle sahneleri yaşamayı fazlaca seviyorum sanırım, mutlu oldum... :)



Dediğim gibi pek fazla bilmediğim şarkısı yoktu ama bir hafta önce klibini yayınladığı yeni şarkısını tamamen ezberleyememiştim bir de; sadece nakaratını biliyordum. Şarkısının adı "Sevdam İle Beraber"... O şarkıyı söylerken sahneye bir kadın çıkardı, dün görmüştüm instagram hikayesinde eşiyle beraber; tanıdım tabi. Şarkıyı eşinin yanında, ona bakarak ve onunda dans ederek; "Sevdası İle Beraber" söyledi yani... Gönderdikten sonra da açıkladı; "Az önce sahneye çıkardığım kadın benim eşimdi. İlk defa bir klip çektim kendi şarkıma, başkasını oynatmayı istemedim böyle bir şarkıda; eşimi oynattım. Başrol oyuncusundan yana da böylece hesaplı da oldu yani!" dedi güldü, güldük. Sonra "Hanımlar bizim canımız, onları onore etmek gerek, desteklemek gerek. Ben eşimi çok seviyorum, sevdam olsun yanımda ölüm olsa raziyim işte." dedi. :) Çok tatlı, çok samimi idiler; Allah ayırmasın, hep mutlu etsin. Resul Dindar'ın sanat yolunun da hep açık olmasını temenni ederim... (: 

Bugün baktım, üstte kendi dediği gibi; düet yaptığı sanatçılarla kliplerinin haricinde, hiç tek başına söylediği şarkılarda klibi yok. İlk defa klip yaptım deyince, benim aklıma düetlerine çektiği klipler gelmişti tabi... Üstte o son klibini paylaştım, izlemenizi tavsiye ediyorum.

Dün fotoğraflarımdan da gördüğünüz üzere, benim için çok eğlenceli ve ağzım kulaklarımda bir akşam idi işte. Bunu gerçekleştirmeme yardımcı olan anneme ve babama da teşekkürlerim büyük yine, Allahım başımdan eksik etmesin onları... Dün Gemlik öyle kalabalıktı ki, sahilin sonlarına doğru park ettiğimiz arabamızdan konser alanına kadar koşturduk biraz. Konser sonunda da, biraz festival alanını gezip zeytinleri tattıktan sonra, arabamıza gidebilmek için yine sahilin sonuna doğru ilerledik... 


Gemlik Zeytin Festivalimiz 1 Eylül akşamına kadar sürüyor olacak; 2-3 gün boyu zeytincilerin sergi standları, akşam saat 20.00 kadar da festival kapsamında sergi tarzı eski eşyaların yer aldığı standlar açık olacak. Ziyaret etmenizi ve kışlık zeytininizi almanızı da tavsiye ederim. :) 

Velhasıl, Ağustos'u güzel anılarla uğurluyorum; bir hedefler grubuna daha giriş yapmış olarak ve bir şekilde yine birçok şeyi başarabildiğimizi ve şükredebiliyor olduğumu görerek! Dün çok güzeldi, nice mutlulukları sizler için de dilerim. Benim, ailem ve sevdiklerim için de devamını dilerim tabii ki. =)

Okuduğunuz için teşekkürüm ve de sevgilerimle; bu yaz dolu dolu geçti, yazı uğurlaması da bu yazı ile kısmet oldu. :) Yaz güzel gitsin, hiç bitmesin istesem de; yine gelsin, sağlıcakla e mi! :/ Esen kalın, sevgimle kalın... (:

27 Ağustos 2019 Salı

Not Aldım Veya Not Ettim #41 - #Öğrendim - Yeni Öğrendiğim Kelimeler


Uzun zaman olmuş, Not Aldım Veya Not Ettim adlı yazılarıma bir yenisini eklemeyeli. Yeniden merhaba... En son Ocak ayında 40. yazımı yazmışım bu yazı dizim altında. Oysa çok severek yazıyorduysam da boşlamışım sonrasında da yani... Bu sefer, 41 kere maşallah diyorum; adettendir, 41. yazım sizlerle iken hem de... :)

Türkçeden ve başka dillerden kelimelerle geldim bu sefer. Anlamlarını öğrendim, durumlarına anlam veremeyip kalakaldım ve ilginç bulduğum birkaç noktaya dair de böylece söz etmeye geldim. 5 adet kelime ve durum içeriği olacak bu yazımda. İyi okumalar diliyorum...

Diğer Not Aldım Veya Not Ettim yazılarımı da, yine burada bulabilirsiniz... (:


Ekabir - Eski Türkçe'den Yeni Türkçe'ye...




Babam ile bahar aylarının sonuna doğru tartışıyorduk bir haber üzerine. İzlediğimiz bir haberin üzerine, biri için "ekabir ekabir tavırlar" dedi bana babam. Anlamazca baktım önce, "Ekabir?" dedim. "Sen onu bilmiyor musun?" dedi bana babam. "Tabii ki de bilmiyorum baba, nereden bileyim." dedim ve sonra babamdan köyde kullandıkları eski bir tabir olduğunu öğrendim. Eski Türkçe'den yeni Türkçe ile dilimizde kalmış bir kelime imiş. Siz hiç duydunuz mu?

Ekabir, kendini beğenmiş kimse anlamına geliyormuş. Aslında kelime yapısıyla sanki bir yerde duymuşum gibi geliyorduysa da, bilmiyordum babam söyleyene kadar anlamını. Ama beni en çok araştırdıktan ve bu kelimeye dair bir anlam daha öğrendikten sonrası şaşkınlığa uğrattı...

Eski Türkçe'de Ekabir kelimesi, "Devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler" için kullanırmış. Sonra zamanla bu anlam yerini kaybetmiş; TDK'nın kelime anlamından öğrendim bunu da, "Kendini beğenmiş kimseler" için kullanılmaya başlanmış. Şimdi sormak istediğim şu; size de garip gelmiyor mu, birilerini anlatır iken, sıfat haline bürünüp daha kötü bir anlam için kullanılır olması? :) Şahsen bana garip geliyor; bir kısım kişileri anlatırken, bir sıfata sahip kişileri anlatmaya özgü kullanılmaya başlanmış olması... Özellikle de, "bazı büyük makama ve başarıya ulaşan kişilerin, kendilerini beğenmiş kimseler haline gelmelerini" düşündükçe. Sanki bu kelime öyle bir değişim yaşamış gibi geldi bana. Ya sizce? :)


Hamiş - Eski Türkçe

Bu kelimeyi bir kelime yarışma programını izlerken öğrenmiştim. Sorusu sorulmadan, şıklar arasında görsem, hayatta o sorunun cevabı diye işaretlemezdim. Sanki böyle "Hamiyet" isminin kısaltması, ya da şimdiki zaman diliminde hamilelere "Hamiş" dedikleri gibi, sevimli bir sesleniş biçimi gibi gelirdi bana! :)

Hamiş, mektup yazılıp bittikten sonra altına konulan kısa not imiş meğer! Kimin aklına gelir? Veya biz bunu neden ortaokulda öğrenmedik ki? diye düşündürdü beni. Cidden öğrendiğimizi hatırlamıyorum belki de... Biliyor muydunuz bilmek isterim bu arada. Eskimiştir diye yazılmış Google'da, belli ki bu zaman diliminde sık kullanılan bir terim değil şimdi. Gerçi mektuplar eskidi, bu tabir mi kullanılmaya devam edecek değil mi? (: Ama ben hala mail arkadaşlığı yaptığım için şu zaman diliminde bile, bilmediğimi garipsedim doğrusu. Her mailimin altına değişik ve içten "hamişler" koymaya gayret ediyorum mesela. Bu da mailleşmenin adabındandır benim için hala! =)


Tsundoku - Japonca


Daha şimdi mail arkadaşı demişken, bu "Tsundoku" terimini de ardına iliştirmeliyim ki; mail arkadaşım Hülya sayesinde öğrendim. Tsundoku, Japonca kitapları alıp istiflemek anlamına geliyormuş... Öyle ki, bu bir sendrommuş aslında. Okuyabileceğinden fazla kitap alıp, onları okuyamadan bir başka yığın kitap almak bir sendrommuş. Yani bizde istifçilik diye tabir edilen şey, onların deyimiyle Tsundoku imiş...


Tsundoku, hiç okumayıp kitapların biriktirilmesi durumu imiş. Bu tip hastalarda kitap alma isteği hat safhada imiş ve o kitapları alıp okuyamasalar da biriktirmek onlar için tutkuymuş. Her ne kadar "Bibliomania" diye tabirle karşılaştırılsa da; Tsundoku'da bir okuma alışkanlığı varmış; ama bibliomania denilen tabirde, okuma alışkanlığı oturmamışken alıp biriktirme durumu hakimmiş. Kitapları alıp, okuduğuna inandırma isteği hakimmiş içten içe. Anladığım kadarıyla Bibliomania, daha fazla görünüşte okur görünmek isteyenlerin hastalığı imiş işte... Ben google'daki makalelerden okuduğumu söylüyorum. :)

Tsundoku, okuma alışkanlığı olup da, okuyamamasına sebep durumlarla elindeki kitapları biriktiren ve yine okurum diye yeni kitaplar almaya devam eden kişinin davranış bozukluğu imiş yani... Sebeplerinden biri, gördüğü kitabı bir daha bulamamak olabiliyormuş genelde; ya baskısı tükenirse, ya bir daha almaya geldiğimde bulamazsam diye... Sonra bir başka sebebi, örnek aldığı kişilerin okuduğu kitapları okumak isteme durumuna aşırı bağlılık olabiliyormuş. Bir başka sebebi de, eskiden ilgi duyduğu kitap tarzlarına yeni kitaplar çıktıkça ilgisini yitiriyor olması imiş. Yani o kadar çok kitap alınıyor ve de daha bitiremeden başka türde yeni kitaplar çıktıkça, okuyamadığı kitaplar üzerinden ilgi öyle bir kayabiliyormuş ki; sonuç yeni kitaplar olmaya dayanıyormuş yine... :)

Bunu mail arkadaşım Hülya ile "kitap biriktirme" konusunu konuşurken öğrendim işte. Ben Tsundoku hastası değilim diye düşündüm tabi ister istemez, belki o sendroma 1-2 yıl önce kapılmış ve kurtulmuşum! :) Bir ara elbette ben de okuyamıyordum, çok kitap almaktan ötürü ama okuyordum yine de. Çoğu Tsundoku sendromu hastalarında, alıp okuyamama durumuna sığınma durumu hakimmiş. Bende öyle bir durum yok şükür, bir de paylaşım konusunda da rahatım. Sanırım çok severek okuduğum kitaplar benim olsun, tekrar tekrar okuyabileyim istiyorum sadece. Bu da bir hastalık boyutuna ulaşmaz canım! Değil mi? :) İnsan böyle yeni bir şey öğrendiği zaman, ister istemez sorguluyor değil mi? Var mı istifçilik sizde de?

Ben bu azıcık istifçiliğimden kurtulayım diyorum, okuduğum ve bağışlayayım dediğim kitaplara okul bulamıyorum veyahut satmak istediklerimi satamıyorum. Hepsi de tertemiz kitaplar biliyor musunuz? :) Bir kısmını yine ayırıp okul kütüphanelerine bağışlayacağım galiba ama okul kütüphanelerine bağışlanmayacak romanları ne yaparım belirsiz. Benim kocaman bir kitaplığım yok, görselde yine gördüğünüz üzere. Ama sevdiğim kitapları da o küçük kitaplığımda tutmak istiyorum yani; el mahkum, yapacağım yine bir şeyler sonbaharla beraber... :)



Mamihlapinatapai - İngilizce


En özlü kelime diye tabir edilerek, Guiness Rekorlar kitabına giren bu kelime; İngilizce'den en zor çevirimi yapılan kelimelerden biri kabul ediliyormuş. Mamihlapinatapai kelimesinin anlamını duyunca, bana hayli garip geldiği için buraya da not etmek istedim tabi ki; 

İki kişinin de bir şey yapmak istediği, bir şey söylemek istediği, aralarında bir şey olmasını arzuladığı ancak içten içe karşı tarafın başlatmasını istediği bir olayda iki tarafın paylaştığı bakış! (Vay be!) :)

Benim instagramda gördüğüm bu kelimeyi, "Al Yazmalım" filminden Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın birbirine baktığı sahne ile anlatmışlar. Çok doğru bir tespit değil mi? :) Kadir İnanır diyordu ya içinden " gel benimle desem, gelir mi ki?" Türkan Şoray da aynı sahnede içinden şöyle diyordu "seninim işte, alıp götürsene beni!" :D Hatırlayanlar gülümsedi, hüzünlendi değil mi? Küçüklüğümüzde izlerken, bu durumu bile anlatan bir kelimenin olduğu aklımıza gelir miydi!

İşin diğer yanına bakarsak, dehşet bir kelime bulma tabiri. Ama beni düşündüren bu kelimeyi oluşturan kişinin bu harfleri nasıl bir araya getirmiş olduğu aslında... Söylemesi zor bir kelime baksanıza ve kullanan var mıdır acaba? Böyle bir kelimenin sahibi olmayı isterdim diye düşündürtüyor bu kelime bana; hem anlamlı, hem de bir o kadar aslında çok zor şekilde tespiti yapılacak ama her halükarda konuşulmaya sürdürülecek bir tabir... Mamihlapinatapai. Üçüncü kez yazıyorum ama bir türlü ezberleyemedim! (:


Prozvonit - - Çekçe Slovakça

Bizim çaldır-kapat yapıp, dakikası ve kontörü olan kişileri çağrı atmak deyimiyle, kendimizi aramaya teşvik etme durumumuzun bile bir tabiri varmış meğer. Bunu biliyor muydunuz? Prozvonit imişiz meğer! =) Tabii çaldır kapat yapanlardandım ben de...

Ağır eleştirmişler, bakın alındım söylüyorum! "Tam olarak, para ödememek için "çaldırıp kapatan", kendisini karşı tarafın aramasını bekleyen kimse" demişsiniz bana ve benim gibilere! :( Çaldırıyoruz kapatıyoruz, zevkten mi sanıyorsunuz? Dakika satın almak kolay mı bu devirde? Kontör almak kolay mıydı eskiden?? :P

Harbiden şaka bir yana, çağrı atan kimseye neden isim koyarsınız? diye düşündürdü bu beni... Çağrı atıyoruz, şahsen TL yüklemek de kolay değil şimdilerde, eskiden kontör almak da kolay değildi tabii ki de... Belki eskiden daha kolaydı bir yerde, ama şimdilerde 30 TL aşağısında yükleme yapamıyorsunuz biliyor musunuz? Hazır kartlı olmak diye bir deyimi tarihe karıştırma hevesinde sanırım operatörler. Herkes faturalı olacak yakın zaman diliminde herhalde... Ama fatura tarifeleri de ayrı derecede ateş pahası!

Şimdi kendi açımdan değerlendiriyorum bu "Prozvonit" olma durumumu; Bizim ailede annem, ablam ve eniştem "faturalı hat" kullanıyorlar. Babam ve ben halihazırda hala "prozvonit" halindeyiz. (Bu arada yazarken bakmadan yazmaya çalışıyorum da, bunu bile unutuyorum!) Prozvonit olmamızın başlıca sebebi bu durum. Bir aileden 3 faturalı az değil bence. Aile bireyleri ve birkaç arkadaşla araştığımızı varsayarsak, her birini konuşmak istediğimizde çaldırmak ya da en fazla arayıp diyeceğimizi deyip kapatmak daha karlı bizim için... 

Şimdi sorarım; Prozvonit olmayalım da bu devirde, ne yapalım kardeşim? -Siz biliyor musunuz telefon açıldığı anda 65 kuruş alınıyor artık! "Kaç lira 100 kontör biliyor musunuz siz?" :D Gerçek anlamda her şeyin ateş pahası, herkesin faturalı olduğu zaman diliminde; prozvonitlik candır arkadaş! (Alın, bir kerede yazdım. Prozvonitim, prozvonit!) =))



Velhasıl bu 5 kelime ve 5 durum, bu yazımın konusu idi. "Tsundoku sendromuna sahip değilim ama Prozvonitin dibiyim!" cümlesi de bu yazımın ana konusu oldu ister istemez sanırım! :) 

Yazımı buraya dek okuduğunuz için teşekkür ederim, beğendi iseniz ve faydalı buldu iseniz paylaşmanızı veya bir yorum bırakmanızı da rica ederim...

Sevgilerimle... (:

16 Ağustos 2019 Cuma

2019 Kurban Bayramımız


Kurban bayramı iki gün önce bitti, ama bendeki şaşkınlığı daha yeni yeni geçiyor... 5-6 senedir muhitimizde akrabalarımızla biraraya gelemediğimiz kadar bir araya gelip, yine bir bayramın üstesinden geldik. Çok şükür ki, her günü dolu dolu kalabalık bir bayramdı bu sene kurban bayramımız. Darısı diğer bayramlara da olsun yeniden ve aramayalım eski bayramlarımızı yeniden... :)

Kurban Bayramı Pazar günü ile başladı bu sene ve bu sayede bir "pazar yazısı" çıktı yine benden. O gün yazdığım yazı burada... Kalabalıkla başlayan bayram, annemin dedesinin hastalığı ile vesile oldu bu sefer ama oldu işte. İlk gün, bayram gezmeleriyle önce sabah sonra öğleden sonra olmak üzere Gemlik'te olan akrabalarımızı ağırladık. Güzeldi, bir gün içerisinde neredeyse tüm akrabaları görebilmek güzeldi yeniden... (:

İlk gün bayram misafirlerimizi karşıladık, annem ve babam mezarlık ve bayram ziyaretlerini yaptılar; akşamına çok geç yemek yedik ama tam bir bayram günü idi esasında. Yine eskiyle kıyaslamadan, olabildiğince bayramdı bu sefer de... İlk bayram günü bittiğinde öğrendiğim, ikinci ve üçüncü gün için planımızın bayram gezmelerinde yapılmış olduğuydu...


Planlara göre; bayramın ikinci günü Mustafa dayım ve Yurdagül yengemlerde, üçüncü gün ise Elif yengem ve Hüseyin dayımlarda idik... (Kolajda görüldüğü üzere) 

"Kalabalık olalım kalabalık olalım" diye tutturmaya başladığımdan sonra bu bayram bana çok ama çok iyi geldi valla... Küçüklüğünde çokça akraba ile büyümüş ve her fırsatta çay, sohbet, bir arada yemek yemek gibi durumlara maruz kalmış ve bu durumları çok sevmiş biri olarak; sardım sarmaladım yine kalabalık anlarımızı... 

Kahvaltı sohbetlerimiz, çay ve kahve keyiflerimiz oldu bayram boyunca... Akraba arasında yapılan geyik muhabbetleri, kesinlikle arkadaş muhabbetlerinden çok farklı. O geyiklere katılmak istemeden dinlemek ve gülmek terapi gibi geliyor bana... :) Annemin 3 dayısı var yakınımızda, bir dayısı da İstanbul'da; o çok sık gelemiyor bu taraflara... Ama annemin dayısı ve teyzeleriyle buluştuğumuzda hep aynı komedi ortam oluyor; birbirleriyle dalga geçiyorlar, birbirlerini övüyor veya birilerine bir şey yaptırmaya uğraşıyorlar. Tamam, her biri belki de birçok ailede bulunan konular; ama bunlar beni besliyor yine de işte. Her birine rabbim sağlık versin, bir başka fırsatta yine buluşalım geç olmadan. Gerçi 13 Ağustos'ta yılbaşı planları yapıldı bir arada olmak adına da, bakalım fırsat olacak da firesiz buluşabilecek miyiz planlandığı yerde ve planlanan kişilerle... =)


Bayramın ikinci günü idi; kahvaltı sonrası biraz kahve keyfi yapıp, birkaç yeri topluca turlarken büyükler, Gizoşumla sohbet etme fırsatı yakaladık. O da bu yaz üniversitesini bitirdi, görüşememizin acısını bayram fırsatı ile birkaç günde çıkarmaya çalıştık. Annemler o günkü kalan bayram gezmelerini bitirdikten sonra da ailelerimizle AVM'ye gittik; biz gezmeye koyulduk, kahve sohbeti yaptık yine, onlar işlerini hallettiler... :) Benim için değişik bir gündü, diğer günlerin rutinliğinden apayrı... :) 

Avm'ler ateş pahası olmuş, gezdik sadece ve kahve içip yemek yiyebildik işte... İnsanoğlu bir yemek yemekten bir şeyler içmekten vazgeçemiyor ya işte, o misal hissettim. Beraber bir şey yapabilmek yine kuzenimle, iyi geldi tabii ki de... Ama yaşamımızın herhangi bir döneminde, bu kadar rafları boş marketleri görmemiştik ve de alım gücünün bu kadar azaldığını. Allahım sonumuzu hayır etsin, bu bozulan düzeni de düzeltsin inşallah... (:


Kuzenim Gizem evine döndü bayramın dördüncü günü, biz de ilk gününden planlandığı üzere Mustafa dayım, Yurdagül yengem ve bizim ablamlardan oluşan geniş aile ile pikniğe gittik. Bayramı piknikle bağladık ki, temiz havaya hasret kalmış olduğumu ve hiç alışık olmadığımı gördüm... :)

Aslında olduğunca hazırlıksız gitmiştik, birkaç "o nerede, bu nerede" soruları ile masa kurulana kadar bir acemilikle geçirdik pikniği önce. Sonra masaya oturunca attık o acemiliği, biraz yedik ama sonrasında bolca çay içtik... E eskisi gibi pikniğe gitmek kolay değil diye, sıklıkla gitmeyi bıraktık ya; biraz eskimiş ve acemileşmişiz. Evlerin sitelerin yanlarına yapılan çardaklar da bozdu tabi piknik kültürünü bizim için; ya evde elektrikli ızgara da ya da ablamların veya bizim evin çardaklarında mangal yaktık zamanla. Derken unutmuşuz valla... 

O gün piknikten dönerken, orman manzaralı bir başka yoldan döndük eve ki; daha fazla temiz hava demek ve yorgunluğu daha fazla katlamak demekti benim için... Eve geldiğimde banyo yaptıktan sonra saçımın kurumasını beklerken geçen zaman diliminde, göz ve baş ağrımı anlatamam. Benim için iyi miydi, kötü müydü bilemedim başta. Ama açmıştır beni, yaramıştır herhalde sonra! :) Sabah bir uyandım ki çiçek gibiyim, yorgunluk sonrası dinlenmişim ama o yorgunluğu yine hiçbir yere koyamaz haldeyim! (: 

Allah beden yorgunluğundan, temiz hava yorgunluğundan geri koymasın cümlemizi; kıymeti büyük benim için, sizin için de öyle kıymetli olsun, çünkü yokluğu büyük eksiklik! :) 

Velhasıl; bayram böyle geçti işte, kalabalıklara ve rutinden dışarı çıkıp güzelliklere sahip çıkmaya uğraşarak... Annemin dedesinin durumu iyi değil, öncesine göre. Allah yardımcısı olsun inşallah, ne olur bilmiyoruz şu an.

İnsan böyle durumlarda daha fazla birlik oluyor ya hani; dedemin yanına bir bakıcı da tutuldu şimdi, en iyisiyle bakılmaya uğraşılıyor. Evlatları torunları hayırlısı olsun diye dua ediyor ve de iyiliği için uğraşıyorlar. Bu sayede birlik beraberlik içindeyiz, bahaneyle bayramı da olabildiğince bir arada geçirdik diye sevindim tabi ben de... Allahım bu durumlara bırakmadan da buluşturup kavuştursun, bir etsin cümlemizi inşallah. Her günümüz bayram tadında geçsin, hayat bayram olsun cümlemize. 

Hayırlı cumalar ve de hayırlı günler dilerim cümlemize. Sevgilerimle... =)

11 Ağustos 2019 Pazar

Pazar Yazısı #62 - Bayram Pazarı 2019



2019'un Kurban bayramına da kavuştuk çok şükür! :) Bu bayram da yalnız değil, kalabalıkça kutlayabildiğimiz bir bayram oluyor bizim için. Bir zaman sonra yine eski bayramlar gibi sanki ama eski bayramları özlemekten hiç vazgeçemeyeceğimizi de düşünüyorum şu an... (:

Annemin dedesinin rahatsızlanmış ve yaşlılık hastalığının artmış olması sebebiyle iyi durumda olmayışı, iş dolayısıyla uzaklaşmış olan akrabalarımızın da gelmesine ve gelecek durumda olanlara da imkan oluşturdu şu sıra. Her şey bir şeye vesile sonuçta, bugün bayramı yine olduğunca dolu şekilde yaşamaya başladık böylece; en çok kalabalıklarımızı seven bana yaradı tabi... :)

İstanbul'dan Ayşe teyzem burada 2 haftadır, dün Aliabbas dayım ile Aysel yengem geldi ve birkaç gündür de Ankara'da okulunu bitiren Gizoşum burada; bayram sağolsun bu akşam veya yarın beraber vakit geçirebileceğiz de yine... Bakalım daha kimler gelip gidecek diye beklemedeyiz de. Artık sıklıkla görüşemediğimiz sevdiklerimi bayram sebebiyle bir günde gördüğüm için bir garip gelmiyor değil hani! :)

Öncelikle kesilen kurbanlarımız kabul olsun dilerim, İslam aleminin kurban bayramı kutlu olsun; gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerde, etik ve hayvan haklarına saygı ile değer verilerek yapılmasını diliyorum bu görevin... Bir yandan içim acıyor hala kesilen binlerce hayvana, bir yandan doğanın kanunu ve İslamın gereği deniyor ya; karşı gelemediğimi de görüyorum valla... Allahım kabul etsin hakkıyla yaptığımız görevlerimizi diyorum o sebepten, yapacak diyecek bir şey yok...

Öte yandan, bu bayram yeğenim Kağanım ve ablam ile Eniştemsiz başlayan bir bayram oldu; onlar Çanakkale'de Kağanımın babaanne ve dedesinin yanındalar çünkü. Bayramın son gününde yetişecekler ama bize de, güzel dönüş yolculukları olsun bu vesileyle de herkese...

Ben kendimce kalabalıkları en içtence kucakladım, sevdiğim kalabalık sohbetleri olabildiğince yaşamaya çalışıyorum birkaç gündür. Sığdırabildiğim kadarını da fotoğraf karelerine aldım... Bence bu benim yaptığım en güzel en eğlenceli aktivite, fırsat bulundu ise tadını çıkarın siz de! :) Sanırım düğün, bayram ve nice toplanmanın en çok sohbetlerine ve beraber yemelerine doyamıyorum. Allahım doyurmasın da, sarsın sarmalasın sevdiklerimizle inşallah.

Bu bayram olabildiğince geç yattığımızdan sebep annemle, kahvaltıyı geç yaptığımız bir sabah ile başladık güne; annem babam ve Ayşe teyzemle. Dün temizlik hazırlık tamamladılar da, gece 3.30'da uyuduk sonra. Zorlu süreçler, çok yoruldular da  ama en son beraber dibek kahvesi içip yorgunluk beraber atıldı ya; bu durumlar için bile özel güzel ve önemli benim için... :)

Mutlu bir bayram olsun, sevdiklerimizle dolu olsun. Anıları, sohbetleri ve anları bir an olsun kaçırmayalım... Allahım şu an annemin dedesi için ve nice aynı durumdakiler için hayırlı yazılar yazsın cümlemize. Amin..

İyi bayramlar, mutlu ve keyifli pazarlar olsun. :))

Sevgilerimle...

9 Ağustos 2019 Cuma

Gerekli Mi Gerekli - Ağustos 2019


Bu yazıyı iki haftadır yazmayı düşünüyordum, sonunda netliğe vardırdım işi. Önemli bir konu dedim ve yazıyorum... :) Öncesinde sormak istiyorum; hayatınızda kendiniz için olduğu halde, "gerekli mi" diye düşünmeye ittiğiniz şeyler neler? Bir düşünelim, neden ilk vazgeçtiklerimiz kendimizle ilgili hep?

Bazen bulunduğumuz durumlar gereğince, kendimiz için mutluluğa bağlanacağı halde gerekli mi gereksiz mi diye önce düşünüyoruz. Mero'mun Antalya'dan yanıma geldiği haftaya dek, oje sürmek, tırnaklarımla ilgilenmek ve bir beni ilgilendirecek birçok şey için gerekli mi? diye düşünüyordum bir süredir. Yaklaşık bir senedir tırnaklarıma şeffaf oje harici bir veya iki kezden öteye renkli oje sürmedim.

Şimdi düşünüyorum da, gerekli tabii ki de! Tırnaklarımı renkli görmek, bana iyi geliyor. Ama bir yerde "zaten hep evdeyim" demeye başladığımda, o renkli ojeler bir daha parmağıma değmez oldu. Neden ki? Ta ki bir yıl sonrasında Merom gelince yanıma işte... Parmaklarımıza oje süreriz diye iki ojemi götürmüştüm ablamlara giderken, zaten epi topu şeffaf ojemi de sayarsak 5 renk ojem vardı işte... :) O da oje getirmiş ve sürdüğümüz sürüştürdüğümüz zaman diliminde, öncesinden bu yana düşündüklerim bambaşka idi...


Yazıma daha net olarak geçmeden söylemek istiyorum; Önemli olan oje sürüp sürmemek değil, kendinizle ilgilenirken bir yerde, daha çok bu dünyada mutlulukla kalabilmek olgusu... Önemli olan o parmakların renklenmesi de değil, sizin kendinize verdiğiniz değeri ilgiyi somut ve görünür halde arttırabilme durumunuzun kıymeti... 
(:



Bir yıldan sonra yeniden oje sürmeye başladım şimdi. Tamam kışın oldukça az uğraşıyordum ama hiç bu kadar kendimle ilgili olmaktan uzak kaldığımı da bilmiyorum bu zamana dek. Diyorum ya, durum oje sürmek değil gerçekten... Gerek görmemek olgusu çok ince. Tamam, çoğunlukla evdeyim ama neden gerekli olmasın ki? Bir de birileri görünce garipseyebilir diye, neden abartıya kaçmaktan çekiniyorum ki... Bunu sorgulayıp da ötelediğim zaman dilimi, Merom en son giderken bordolu bir oje sürdüğünde geride kaldı. Daha çok yakıştırdım, mutlu oldum, kendime değer olgusu olarak gördüm. Ki söylemek gerekir ki, kendisine değer vermeyen bir kız da değilim. Ama olabiliyormuş demek ki bende bile böyle şeyler dedim! :)

Üstteki kolaj resimde bordo ojeyi Merom döneceği gün sürmüştü bana, bir hafta boyunca çıkartmak istemedim. En son soyuldu da, doğum günümde mecburen asetonlamak durumunda kaldım... Diğer tırnak kenarlarımın da düzeltilmesi ve beyaz oje sürülmesi işlemi ise Sedama ait. İlk defa bu kadar detaylı manikür yaptım sanırım, somut soyut ilişkisi çok değerli. Göz güzel görünce, kalp daha da mutlu oluyor tabi... İkisine de çok teşekkür ederim, birçok şeyin farkına varmamı yeniden sağladılar... (:


Bu sene sosyal medyada tırnağına azıcık olsun oje sürememekten şikayetçi anneleri okudum önce, sonbahardan bu yana! Sonra bu annelerin kendisine oje sürmezken en çok evlatlarından fırça yediğini de... Belki de bu ve bunun gibi durumlarla, zaten o dönem dedemin ağırlaşan sağlık durumu ile daha çok engellilik olgusunu hissettiğim zamanlardı. Ve bu sene daha çok içselleştirdim kendi içimde... Bir kadını mutlu görebilmenin, öncelikle kendine önem vermeyi de ihmal etmemesinden geçtiğini küçücük çocuklar görebiliyor; ama birçoğumuz bunu çoğu zaman yok sayıyoruz...

Yalan yok, bir yılın sonunda Merom bana şeffaf ojemin dışında bir renk oje -koyu pembe- sürdüğünde, aklıma ilk gelen o bahsettiğim annelerden biri oldu. Evladının annesinin kendine dair dikkat edemediği noktalarına dair üzüntüsünü belli edince; çocuklarını uyuttuktan hemen sonra uykusundan fedakarlık edip seve seve nasıl tırnaklarına bakım yapıp oje sürdüğünden bahsetmişti o kadın. Evet, bu ona öyle bir iyi gelmişti ki; o dönem, "gerçekten ben de en basitinden ben de oje sürmemeye başladım bu sıra?" diye düşünüp kendimin farkına varmıştım ve tırnaklarıma oje sürmüştüm yine ertesi sabaha.... Ama gel gör ki devam ettiremedim, tırnağımın bile uzun durmasına tahammül edemez olmuşum o sıra...


Hata bende, öncelikle kimseyi suçlamıyorum artık bunu belirteyim ama içten içe hala "neden" arıyorum! Hayat hikayeme dair kendi içimdekileri yazdıkça ve de birileri duysun bilsin farketsin isterken... Ama hala hatırlıyor ve içerlemeden edemiyorum demek ki; Avm'de alışveriş yaparken dudağımdaki parlatıcıyı gören bir kızın, yanındaki kız arkadaşına dönüp "Şu engelli kıza bak, bu halde ruj sürmüş bir de!" dediği anımı... Sonra ellerimi ojeli gördüklerinde laf ettikleri olmadı aslında ama neden ben ojeye bu sene vurdum işi bilmiyordum; ki Yalova'ya gidip geldikçe oje sürmek de bir şeyler takmak bile saçma gelmeye başladı. Birilerinin dikkatini çekip, birilerini üzmek şaşırtmak veya garip hissettirmek istemiyordum galiba. O da bir dönemdi geçti diyelim... :)


Meromla geçirdiğimiz 13-21 Temmuz 2019 tarihleri arasında, iki kez oje sürdük ve ikisinde de yine iyi hissetmeye başladım. Kabullendiğim bir şey var, son atak geçirdiğimden beri çok değişik geçiş dönemlerim oluyor ve her biri kendimi - çekincelerimi tanımama vesile oluyor. 

-- Mesela ilk seneler mevsim geçişleri çok sıkıcı ve bunaltıcı idi. En özgür alanım olan denizden ayrı kalıyor olmak ve soğuk havaların bana çok acı çektiriyor olmasından ötürü; soğuk, rüzgarlı mevsimlere geçişleri sevmiyor ve iç bunaltılarımla geçiriyordum mevsim geçişlerini. Sebepsiz ağlayışlarım oluyordu o dönemler ve mutsuz değilim ama ağlayasım geliyor'u anlatamıyordum kimseye. Ta ki mevsim soğukları bir rutine oturana dek... (Birkaç sene sonra anlayabildim sebebini, o zamana dek de hep mevsim geçişi vurdu deyip durdum kendimce.)

-- Sonra bunun ardından, bir dönem yazmaya sık ara verişlerim ortaya çıktı. Yazamıyor ve içinde bulunduğum hiçbir şeyi anlatamıyordum, sanki kendim bile anlamadan içime kapanıyordum. Geceleri uyku uyuyamıyordum yazamadıkça da. Bu beni o kadar sıkmıştı ki, "yazamayışımı yazar" olmuştum... :) Altından ne çıktı dersiniz, içinde bulunduğum durumun kalıcı olacağına dair korkumu yazmaktan kaçınmak! Ne zaman o korkumu farkettim ve onu yazabildim, duraklamalarımı da kabul ettim. Yazamayışlarımı yazamayışım çok sık olmamaya, sadece bir üzüntü veya bir sıkışıklık hali olduğunda var olmaya devam etti... (: 


Şimdi de bu oje mevzuusu... Makyaj yapmayı sevmem, açıkçası beceremem de. O yüzden eskisi gibi bir farım dahi yoktur. Parlatıcıları çok sevdim hep, parlatıcılarım var kendimce. Bir de ilk fırsatta BB krem almayı düşünüyorum bu sıra... :) Krem sürerim, parlatıcımı sürer çıkarım ben genelde bir yere gideceksek bile... Ama gel gelelim, oje hep başka bir şeydi bizim için; arkadaşlarımla süslenmek konusunda, takı takmakla birlikte ortak mevzularımızdandı diyebilirim!

Bir seneden de fazladır, dedemin hastalığıyla başlayan dönemle beraber sıklıkla oje sürmemeye başladım. Sadece şeffaf besleyici oje sürmeye devam ettim... Ama etrafın algıları kesinlikle besliyor bazı çekincelerinizi işte. Yalova'ya döndüğümüzde hiç hatırlamıyorum sözlü bir tabirin olduğunu ama birkaç bakış ve yanındakini yine dürtüş etkiledi beni önce biliyorum. Sonra Mayıs ayında enfeksiyon geçirdiğimde, acile gittiğimizde alındım bir hemşireye; kızarcasına "tırnağınızda oje mi var?" diye sordu. "Yoo" dedim. "Alet algılamıyor ojeden sebep nabzınızı!" dedi. O kadar suratsız ve azarlarcasına söyledi ki ya da o an ben çok alıngandım bilmiyorum. "Sadece şeffaf oje ama!" dedim canımın acısıyla. "Birkaç gün de geçti üzerinden, üstelik tek kat." diye ekledim. Benim suratımın düştüğünü görüp tavrını değiştirdiğini çok net hatırlıyorum, "Yok canım, sadece alet böyle algılamıyor da. Ondan işte." dedi ve bir küçük gülümsedi. Şimdi düşünüyorum, o tavırdan neden o kadar etkilendim. Hassas zamanlarımda hala mı alıngan olabiliyorum, hiç tanımadığım ve bilmediğim birinden bile? Demek ki...

Elbette ondan öncesinden beri oje sürmekten pek çekinir olmuştum, "ne gerek var benim için!" demeye başlamıştım ama son aylarda da bunu düşünerek sürmediğimi iyi biliyorum... :)



Velhasıl; insanın kendine dikkat, özen ve ilgi göstermesi gerekli mi gerekli! demek için geldim... Ben iyi olursam, çevreme daha da iyi olurum. Bedenim ilgi gördüğünü bilirse, ruhuma o kadar hassas davranır. Beden-ruh bütünlüğü mühim, bildim zamanla ve zihinle de en hassas noktadan bağlanıyor neticede... :)

Üstteki kolajda da dünden beri benim ilgilendiğim tırnaklarım var. Dün annem ve babamla dışarıya çıkmadan önce uzamış tırnaklarımı kısalttım biraz, sonra törpüledim ve vakit kalmadığı için şeffaf ojemi sürdüm ve dışarı çıktık. Bugün ise, kahvaltı sonrasında oje sürmekle uğraştım kendimce. Önce tüm tırnaklarıma pembemsi bir kırmızı oje sürmüştüm ki, sonra vazgeçip Merom gibi iki renk oje sürdüm... Çok basit gibi görünebilir ama kıymeti hissedilir, bilinmelidir... (:



Gerekli mi gerekli; kendimizle ilgilenmek, ruhumuzu doyurmak, her şeyin bizden başladığını ne olursa olsun unutmamak... Bu benim için ojeydi bir zamandır, sizin için resim yapmaktır, belki bir başkası için makyaj yapmaktır... Mutlu olduğumuz şeylerden vazgeçmemek yani, önemli olan. İnsanların mutlu olduğu alanları, sırf siz hoş görmediğiniz için yargılamaya kalkışmayın.

Ve gün gelir başkası bir başka konuda da laf atar, zamanla unutmamam gerektiğini bilsem de durduramadığım noktam bu sanırım; en olmadık zamanda birinin söylediğine takılmak! beklenmedik durumların içinde, zayıf anlarınızda hassas noktanızdan vuruluyorsunuz sanırım. Bu değişmiyor ve bizleri güçlendiriyor da esasında. Evet, olması gereken şeyler yani! Ama unutmamam ve unutmamamız gerekir; "İnsanlar konuşur! Saygıdan yoksun, dikkatten uzak, kendi değerleriyle dolu dolu konuşur..."

Düşünün ve bunu unutmadan da umursamayın, onlar bilmese de siz biliyorsunuz; "Saygıda mecbur, sevgide özgürdür hepsi!" Hatırlatmayı da elbet unutmayalım...

Bazen insanların da değil, kendi kafamızın şartlara ve anlara razı gelmediği anlar da vardır aslında! Böyle anlarda kendinizi bir şeylerden mahrum eder ve çevreye öyle uyum sağlar, kendinize öyle geleceğinizi düşünürsünüz ya yeniden. Benimki biraz da buydu ya, geçti gitti şimdi ama bu sefer ki gerekli mi gerekli bir şey miydi diye düşündürdü işte...

Gerekli mi gerekli; kendini bilmek, özüne dönmek ve bir şekilde sana iyi gelenleri bazen özlemek... Ben kendimi zor keşfettim yine, ama bir aydır düşündüğüm konuyu yazmak daha da iyi gelecek bildiğim için yazdım bir de... Benim içime dönmem meğer çevreden değil, kendimden de kaçmamla son bulabiliyormuş ve bu yeni bir durum da değilmiş işte...


Geç olsun güç olmasın. Deneyimlerimden dersler çıkarır, herkese ve her yere yetişebilirken; ısrarla kendimize yetişmekten ve kendimize yetmekten vazgeçmeyiz umarım. Zira yazımızın ve ayın mottosu olarak, bu durum gerekli mi gerekli! :)

(: Sevgilerimle...

4 Ağustos 2019 Pazar

Pazar Yazısı #61 - Planlarla Pazar


Bir pazar daha bitmeden yazısı burada dursun dedim... :) Güzel gelişmeler, zorlu anlar ve de iyi haberlerle dolu bir haftayı daha geride bıraktık. Yenisi de dolu dolu olsun; iyi haber, bol mutluluk, iyi verim ve başarıyla... (:

Sabah kalktıktan sonra önce banyo, sonrasında kahvaltı ile başladı bu Pazar... Eskiden banyo yaparak noktaladığımız haftaları düşündürdü bana, artık akşama bırakılmadan sabaha alınıyor sadece vakitleri.. 

Yeni bir şey giymenin tadı hala damağımda imiş bir de meğer; geçen hafta Meromun aldığı yeşilli bluzu çıkarmak istememiştim, bu hafta da Hatice yengemin doğum günü hediyesi tişörtünü çıkartmamayı düşünüyorum. Hafta içi kargo ile geldi doğum günü hediyesi yengemin, ben daha yeni giyebildim. Son zamanlarda baykuş figürünün hissettirdiği güzelliklere dair inancım artmış durumda iken güzel denk geldi yine. Bakalım bu figür ne güzellikler getirecek yanında.. :) Yengem tekrar teşekkür ederim. <3 

Bugün ablam Eniştem ve yeğenim, babaanne dede tarafına gitti. Erken başlayan tatil oldu onlara, e tabi bize de... Kağan nicedir anne babasıyla daha fazla vakit geçirebilmenin derdinde idi içten içe; her birine yarasın inşallah diyorum, bu yaz tatili hep evde çoğunlukla sıkıntılı idi kuzum... (:

Bana dönünce tekrar; Kitaplarıma, örgüme ve hikâyelerime döndüm bugün işte bu fırsatların ardında. Bir sürelik sadece kendime odaklanabilme fırsatım var önümde. Hani yarım kalan hikâyelerim vardı ya, onlara dikkatimi tam verebilme fırsatım var yine. Yarım kalmış örgülerim bitsin, hikâyelerim devam etsin, kitaplarım okunsun şimdi istiyorum... :) 

İyi haberler ve gidişatlar diziliyor bu ara etrafıma işte çok şükür.. Bloğa daha az uğruyor ama bırakmıyorum tabi... Bugün bir nevi değerlendirme, planları işleyebilmek üzere kurgulama ile dolu benim pazarım idi yine tamamen.. İçine film sığdıramadığım ama bolca düşünerek kurgulayarak doldurduğum.. 

Biten haftada eksikliği hissedilen fizik tedavilerime verdiğim zorunlu ara idi; Yalova'ya geri dönebilmek için haber bekliyorum, buradaki rehabilitasyonum ise bu hafta yıllık izinde idi... Kendi kendime yettim ama egzersizler ve aktivitelerim sabit devam etti yine. :))

Biten haftanın en iyi haberi ve gelişmesi ise, babamın Kağana bisiklet sürmeyi öğretmesi idi bence. Kağan zorlu, kendince kuralları ve istemediği sürece hayli şartları zorladığı durumları mevcut. Ama 2 aydır alınan bisikleti nihayet babam eline aldı da öğretti kuzuma, yoksa kalsa daha öğrenemezdi de... Bir inatçı ile nasıl başa çıkılabiliri her sene  başka yöntemlerle öğretiyor yeğenim bize! Allahım sağlık sıhhat ve akıl sağlığı versin de, kolaylık da versin artık bizlere... (: İnadından güzel kalbinden öperim seni çocuk, daha dün beraberdik ama hemen özledim yine! 

Bir pazar daha böyle ve biten haftanın düşünceleri ile bitti gitti işte derim dedim, dedim de gidiyorum bile.. Yeni hafta hepimize dolu dolu gelsin, beklenen ve netleşmek üzere olan güzel haberler ile, bitirilmesi heyecanı ile planlanan işlerin üzerinde başarı ile geçsin. Bitmek üzere olan Pazardan bildirdim, iyi haftalar diliyorum... :))


1 Ağustos 2019 Perşembe

Cesur Yeni Dünya - Okudum


Temmuz'da okuyup bitirdiğim son kitap ile Ağustos'a merhaba demek kısmetmiş. :) Okudum, fikirlerimi yine size yazıyorum... Temmuz çok yoğun ve sevdiklerimle dolu dolu geçti şükür. Bu sebeple az kitap okudum ama Ağustos'da yeniden daha çok kitap okumayı umuyorum. Hoşgeldin Ağustos, sakin sakin geç e mi? Daha sıcaklara doyamadım ben... :/ :)


Cesur Yeni Dünya, Mayıs ayında yaptığım son kitap alışverişimde aldığım kitaplar arasında idi. Tabii nicedir de okumak istediğim kitaplar arasında idi ve maalesef beni beklentilerimden uzağa götüren bir kitap oldu... Beklenti büyük olunca, genelde böyle oluyor işte...

Şöyle ki, kitabın 1932'den bu yana yazılmış en kült bilim kurgu ve geleceği görme konusundaki ütopik kitaplardan olmasının yanı sıra, bana çok fazla karamsar geldi. "Yok ya bu kadar da olmaz," dedirtti. Aldous Huxley'in hiçbir baskısında değiştirmeyi düşünmediği içeriğine saygı duyuyorum öte yandan da ama yazım dili de fazla yüzeysel geldi... :) 

Bu ön girişleri de geçersek, açıkçası demek istediğim; belki de bu konuda çok taş yiyeceğim ama bazı yerlerde okunanların içeriği tam anlaşılmasın diye uğraşılmış gibi düşünmedim değil. Anlatım çok detaylı değildi bana göre ve de hikaye oldukça karamsar olunca, bende bu hisleri ortaya çıkardı ilk okuyuşta. Sonra zamanla biraz hikayeye kapılmaya başladım zamanla, sonuçta ne olacak diye düşünürken; böyle bir dünyada hiç yaşamak istemeyeceğimi düşündüm durdum, bitirene kadar... (:

O dönemde, bu dönemden de ötede yaşanacak bir zaman dilimi için yazılan bir kitap için gerçekten düşünülen ütopya çok sıradışı tabi bir de. Eleştirilerime bakmayın yine de siz ama edebi yönünü sevemedim ben, kitabı okurken çok zorlandım... Bir hikaye tarzı anlatımdan öteye (çeviriden ötürü olduğunu düşünmek istiyorum), bir o yandan bir bu yandan bakalım derken eksik kalmış gördüm kendimce. Tabi bir eleştirmen değilim ama kendimce fikirlerim bunlar... 


F.S. 632, kitaptaki ütopyada geçen zaman dilimi. Yani Ford'tan Sonra... İnsanların kulukça merkezlerinde üretildiği, şartlandırma ile yetiştirildiği bir zamandan bahsediyoruz; hipnodepya denilen uykuda eğitim ile sağlanıyor bu... Bir sınıflandırma hakim bu arada bu toplumda da (Alpha'dan başlayıp, Betha, Gamma, Delta ve Epsilon diye gidiyor.); en üstten en alta olmak üzere, işçiyi de yönetim tarafında çalışacakları da onlar belirliyor. Üst sınıflarda yaşayanlar daha akıllı, alt sınıflardakiler ise akılsız doğacak şekilde bile ayarlanmış. Şartlandırmaları da buna göre yapılmış, misal işçi sınıfına çiçekler ve kitapların kötü olduğu öğretilmiş, üst sınıflara da alışverişin ve çiçeklerin güzel olduğu öğretilmiş... 

Acıdan ve de bireysellikten öte, "Herkes, herkes içindir." fikri var. Anne babalık diye bir kavram yok, herkes herkesin akrabası ve anne babalık ayıp utanç kaynağı bile sayılıyor bu dönemde. Misal;

Cesur Yeni Dünya’daki bedenler tuhaf bir şekilde ruhsuzdur, ki bu da Huxley’nin değindiği noktalardan birinin altını çizer: Her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada hiçbir şeyin anlamı yoktur. (Sayfa 15)

Hani Türkiye'de birçok açıdan eleştiriler mevcut kadına çocuğa ve erkeğe dair, her özgürlüğe ve de her kolaylığa sahip değiliz ya işte; bu kitapta da kadınlar için her türlü özgürlük var, erkekler için de. Ama gel gelelim "sistem işleyişine yapılan yorum çok doğru olmuş!", bu sefer de o kadar çok özgür ki her şey; özgürlüğe kendi için kısıtlamalar getirmeyi, düşüncelerini ve hayatını bu yanda yönlendirmeyi düşünen insana kötü gözle bakılır olmaya başlamış insanlar. Dünya üzerindeki sistem işleyişlerinin eleştirisi çok doğru olmuş (tekrar söylüyorum); böyle bir durum olsa, insanoğlu bu illa böyle abartacak bir nokta buluyor vesselam... :)

Gelelim takıldığım bir diğer noktaya, insanlar aşırı mutlu ve kaygısız olsun diye uğraşılmış bir düzen anlatılıyor kitapta. Uyuşturucu ilaçları içmek tercih değil şart gibi bir durum halini almış, mutsuz olmak diye bir şey yok ve bu sefer insanlar bundan şikayetçi olmaya başlar duruma geliyor. Üzüntüye yer vermeyişlerini de şunun gibi sözlerle anlatıyorlar;
Bugün alabileceğin keyfi asla yarına erteleme. (Sayfa 109)

Bunun yanı sıra herkesin çalıştığı bir yer var, işsiz kimseyi bırakmadıkları nokta çok doğru; keşke dünya üzerinde en azından bu sağlanabilse diye düşünmedim değil okurken. :) Eski kitapları okumak yasak ama o günün değerlerini öğrenmemek diye bir şey söz konusu değil. Tabii devlet her şeye yardımcı olduğu için de çalışmamak gibi bir durum söz konusu değil. Adamlar resmen demiş ki, "Biz size eski dünya üzerinde tabulaştırdığınız cinselliğe her türlü izin veriyoruz, gerisi için bize bağımlısın. Şartlandırılacaksın, mutlu olacaksın ve bunun için beraber çalışacağız." Bana boş bir dünya gibi geldi, tüm iyi gibi görünmesine rağmen... :)

Ama kitabın şurası bugünü de etkileyen bir konuyu içeriyor bence; "Mutluluk ve erdemin sırrıdır; yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek." (Sayfa 42)


“İnsan mutluluk konusunu düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu.” diyor kitap bir de (Sayfa 182). Ama insan sırf mutlu olsa da, bu dünyanın ne anlamı olurdu diye düşündürmeden edemiyor kitap devamında, hep ama hep... Bence deniz bir dalgalanacak ki, durgunluğunun tadını çıkarabilelim bir noktada! Benim gibi düşünmeyen var mıdır bilmiyorum ama mutsuzlukların mutluluklara tat verdiğini düşünüyorum. Misal absürt olacak belki ama acının üstüne ayran içmek gibi bir şey bu, insan her an gülemiyor işte. Dalgalanıp da durulmanın kıymeti diye bir şey var...

Tabii şu nokta var; suç oranları azaltılsa, insanları hukuk içinde yaşatsak, saygı sevgi baki olsa da, biz aradaki ayrık otları ile uğraşsak yine. Ama insanın mutlu anlarına dokunulmadığı gibi mutsuz olduğu anlara da dokunulmasa... Her şeyin bir sınırı olsa, sistem insanı insanlıktan çıkarmasa!


Kitabın bir diğer anlamadığım noktası burası idi, eksik buldum ciddi anlamda; bu insanlar mutluluk içinde yaşıyor, amenna da, her şey birilerinin istediği gibi olduktan sonra ne anlamı var böyle bir dünyanın da? Savaşlar olmasın tamam, birileri ölmesin öldürülmesin tamam, ama insanları ruhsuzlaştırmak da insanlıktan çıkarmanın bir diğer yolu. Sanırım bu kitabın en iyi noktası, paraya ve de mala mülke değer verilmemesi idi. Ama robotlaştırılmış beyinler ve bedenleri değildi güzel nokta. Haz ve de mutluluğun tamamen serbest kılınması ile de mutlu gibi görülen mutsuzluğa yol açıldığını düşünüyorum...


Kitap ise şöyle diyor bu konuda; =)

“Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne altüst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.” (Sayfa 220-221)

Tüm bu doğrultuda, benim çoğu okuyucunun yorumu gibi; "vay be nasıl bir öngörü" dediğim bir kitap olmadı. Ben daha çok, "Allahım nasıl karamsar bir dünya!" dedim... Kitapta din konusu da işlenmiş ama Allah kavramı yok tabii ki bu arada. İnsanları üretimhanelerde istedikleri kadar üretebiliyorlar ve Ford Aşkına diyorlar bir durum olduğunda da... :) Bu noktaya dini yönden bakacak olanlar eleştirebilir belki ama ben eleştiremedim bu noktadan. Öyle bir dünyada elbet öyle denirdi herhalde dedim ama eksiklikleri yok mu cidden de diye düşündüm kendimce de...

Hastalıklar birçok bölgede bitirilmiş, bazı insanlar buna karşı gelmiş anladığım kadarıyla; başka bir bölgede yaşayanlar var, ki buraya "Ayrık Bölge" diyorlar ve buraya da gidiliyor kitapta... Bu söylenen sistemle değil, eski sistemle yaşayan üreyen ve hayatına devam eden kimseleri incelemeye gidiyorlar kendilerince. Bu kişilerden birini, Vahşi dedikleri bir insanı da "yeni sisteme" getiriyorlar; uyum sağlayabilecek mi yoksa sağlayamayacak mı? diye. Anne baba ile büyüyen, normal bir ortamda doğan büyüyen biri elbette öbür türlü yere ayak uydurabilir mi? Uyum sağlayamıyor Vahşi de... Onun karşı çıkışlarına getirdikleri bölgelerdekilerin tümü "delirmiş" diyee bakıyorlar. Bu kadar karamsar bir kitabı okuyup sonucunda Vahşiye hak vermemek de elde değil tabi! :)

Vahşi'yi önsözünde anlatırlarken, sevmeyeceğim karakter olarak görmüştüm ama sonuna kadar hak verdim adama sonra... Tabii sonra sonunda o da abartılı bir şekilde, insanlıktan uzaklaşıp çadır hayatına girişti ama paçasını kurtaramadı şartlandırılmış insanlardan! :) Hep takip edildi, hep rahatsız edildi...


Son yorumlarım şunlar olsun o zaman; böyle bir kitap asla beklemiyordum, beni şaşırttı ama iyi anlamda değil ne yazık ki... Böyle bir ütopyada yaşamak istemem ama dediğim gibi 1930'larda böyle bir dünyanın olabileceğini düşünebilmek gerçekten iyi bir hayal dünyası ve de engin bir düşünce ister. Edebi yönünü beğenemedim, okurken zorlandım; misal en çok da, 5 sayfa boyunca aynı paragrafta üç dört kişinin kafa sesini ard arda okurken sıkıldım... Bunlar haricinde okuduğum en garip bilim kurgu kitabı idi, çünkü Aldous Huxley'in ütopyası çok karamsar idi; neredeyse iyi hiçbir nokta bulamadım... Üstüne acaba daha masalsı ve daha iyimser bir bilim kurgu romanı var mıdır diye de düşündüm, daha sonra araştıracağım da! Ama bu kitabın üstüne bir süre başka bu tarz hayal dünyası okumak istediğimden de emin değilim... :)

Bir özeleştiri de yapacak olursam gitmeden önce, bu tarz eski kitapları okumadan önce bol bol düşünmeye devam etmeyi sürdürmem gerek. Klasikleri, kültleri boşuna sevmiyor değilim yani, yaramıyor bana böyle karamsar kitaplar. Kitabı bitirdiğim gece dört bir yandan sarılıp, mutlu edilmeye uğraşılıyordum. Ama nasıl mutsuzdum! Sevdiklerimin ve gerçekten sevenlerimin olmadığı bir dünyada, sıkıcı bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyordum! Etkileniyorum çok çabuk da! =)

Okuduğunuz için teşekkürlerimle ve kitaptan en sevdiğim alıntıyla sonlandırıyorum bu yazımı. Sevgilerimle... (:

"Ama ben yan etkileri severim." 
"Biz sevmeyiz," dedi Denetçi. "Biz her şeyi keyifli yapmayı yeğleriz." 
"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum." 
"Aslında," dedi Mustafa Mond, "siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz." 
"Öyle olsun," dedi Vahşi meydan okurcasına, "mutsuz olma hakkını istiyorum." 
"Eklemek gerekirse, ihtyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz." 
Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda Vahşi, "Hepsini istiyorum," dedi. 
Mustafa Mond omuzlarını silkti. "Hepsi sizin olsun," dedi. (Sayfa 238)...