30 Haziran 2018 Cumartesi

Saçlarımı Kestirdim - Haziran 2018



2013 senesinden sonra kestirdiğim en kısa saç stilini bu sefer kestirdim, cesaretimin sebebi biraz benim değişmem biraz da kuaför değişimim sebebiyle kuaförüme güvenmek istediğimden ötürü idi. Ben böyle yorumluyorum yani bu durumumu... :)

Kısa saçı kendimce içselleştirdim, hani olmasaydı bile istediğim üzülmeyeceğimi bilerek kuaföre gittim. Yeni saç stilimin ön tarafları yine biraz kısa oldu, bu ilk kestirmenin cilvesi artık; öğrendim. Birkaç güne uzayacağını ve sorun olmayacağını da biliyorum kendimce. Joleleyer ya da spreylerim, tokalamamam gerekirse... 

Üstteki fotoğraf; kuaföre gitmeden önce annem ile yeğenimi akrabamızdan almaya gittiğimiz sırada, ben arabada iken çektiğim bir fotoğrafım. O fotoğrafım sonrasında, kestirmek istediğim stili ve istediğim ikna edici fikir alışverişini yapabileceğim kuaförü aradığım üzere bulduğumu anladım sonunda... İstediğiniz her neyse, onu aramaktan vazgeçmeyin. Bulduğunuzdaki mutluluk basit bir mutluluk olmuyor sonuçta... :)


İki üç senedir saçımı kestirmek üzere gideceğim kuaföre nihayet gittik, Hüsmen Kuaför... Arkadaşımın hep gittiği kuaför, annesinin taa küçüklüğünden beri tanıdığı ama benim bir türlü bildiğim halde gidemediğim. Başta her iki girişinin de birkaç merdiveni var diye gitmeyi hep erteledik, ama birkaç senedir düzenli gittiğim kuaförde kendimi tam anlamıyla anlaşılıyor hissetmiyordum. Hüsmen bey ise beni anlayabileceğini söyleyen biri idi. Birkaç son anda vazgeçmeler, birkaç randevuları dolu olduğu için müsait olmamaları sebebiyle birkaç senedir tanışmamızı hayat erteliyordu işte; iki gün önce kısmet oldu ve tanıştık... :)


Her iş alanında, işini en iyi yapanı bulabilmek gerek diye düşünüyorum. Hüsmen bey, işini ilk günkü heyecanla ve endişe ile yaptığını söyledi bana. Aslında sevdiğin işi yapmak bu demek, 48 sene geçse bile ilk günkü gibi çalışmayı devam ettirmek... İşini böyle yapan birilerini işinin başında tanımak, benim için en özel anılardan biri demek.

Kuaför salonuna girip tanıştıktan sonra ben istediğim saç stilini gösterdim, Hüsmen bey benim yüz stilime göre yaptı o modeli... Bilirsiniz siz de, sizi anlayarak birinin istediğiniz sonuca ulaştırması ve bunun için özen göstermesi çok özel. İstediğim model konusunda fikir paylaşabildim, ki birkaç senedir aradığım bir özellikti bu. Yüzümün şeklinden ötürü bu saç modeli uygun mu diye soruğ da cevap alamadığımda, kuaförde bulunduğum anı sorguluyorum birkaç senedir çünkü. Kuaför sadece istediğine göre değil, karşılıklı sizinle hareket edebilmeli çünkü... 

Bu sefer istediğim; bir kulak arkası yapabileyim, sadece ön kısmı kısa olsun ve orasını da istediğim yana yatırabileyim idi. Benim kullanım kolaylığımı düşünerek ve bunu bilhassa içten samimiyet ile konuşarak yaptı Hüsmen bey. Bu son 4-5 sene sonunda, bulduğum anlayış ve özen idi. İşini iyi yapmak için didinenlerden biri ile karşılaşmak idi, maşallah ki... İyi ki tanıştık Hüsmen bey ile... :)


Gelelim saç stilimdeki son duruma; önlerimde tek bir kısa alan var demiştim ya, üstteki resimdeki gibi tokalıyorum şimdilik ama birkaç güne uzayacağını biliyorum yine. Zaten yaz mevsimindeyiz çabuk uzuyor saçım ama uzamasa da sorun değil. Saç mevzuusunun acısını yaşama yaşımı çoktan geçtim. Bir de yaşım itibariyle, böyle konularla bence baş edebilmeliyim; ki şükür ediyorum da... Karar tamamen benimdi ve kısa saçı kullanmayı bu dönemlerde daha çok seviyorum... 

Gören herkes birkaç gündür; yüzüne bir hareket gelmiş ve gençleşmişsin diyor, tabii yaşlı olmadığımı da belirterek. Evet bilhassa dümdüz olan saçıma hareket vermekti de amacım, hem rahata hem de kendi istediğim stile kavuşmaktı da. Toka ile veya tokasız kullanabiliyorum şimdi de, birkaç güne daha çok haşır neşir oluruz yeniden; birkaç kısa saç telini serbest bıraktığımda gözüme giriyor olsa bile.... Rahatlığıma diyecek yok, çok şükür... :)

Kendime birkaç senedir söz verdiğim üzere, var olanı yaşamaya uğraşıyor ve bu durumu deneyimliyorum işte. Dünkü bu paylaşımımda da olduğu gibi, bu yazımın da son mesajı bu olsun; 

"Olanın tadını çıkar, iyiyse iyi kötüyse kötü. Anda kal, bol bol kendini deneyimle; deneyimleyebildiğince! Sevgilerimle... :)"

28 Haziran 2018 Perşembe

Haziran Yağmurları 2018


Merhabalar... :) 4 gün oldu evimize döneli Antalya'dan, biraz yorgun ve hala alışamamış hissediyorum kendimi. 15 Mayıs'ta dedemle beraber Antalya'ya gittiğimiz ve dedemin Işın tedavisine başlayıp bitiremeden dönmemiz gerektiği sebebiyle, 1 ay 9 gün aradan sonra 24.06.2018 tarihinden itibaren yine evimizdeyiz. 

Bahsetmiştim, buradaki yazımda sebeplerini; gerek benim sağlığım, gerekse de yeğenimin özlemi sebebiyle dönüşümüzü gerçekleştirdik. Gerek olduğu sürece, bir ayağımız orada olacak tabii ki... Hoşgeldik yeniden; evimize, yurdumuza ama gel gelelim "Haziran Yağmurları" karşıladı bizi işte. Bitsin diye bekliyorum hevesle! :)


Haziran bitti bitiyor ama yağmurları bir türlü bu sıra bitemiyor. Ülkemde gündemden bildiğim kadarıyla, sıcağı sevmeyen kişiler çoğunlukta. Bense aksine, sıcak havalara deli oluyorum. :) Soğuk havalarda pek az kendimi iyi hissettiğimi biliyorum...

Geçen sene bu zamanları düşünüyorum da, "Esmiyor" diyenler çoğunlukta idi. Bu sene Haziran ayını yolculamak üzereyiz ve "Esiyor Türkiyem!". Mutlu musunuz? Enerjiyi suna suna, bir sene sonra çıldırttınız havaları... :(

Şaka bir yana, kavurucu sıcakları -mevsim normallerinde!- sabırsızlıkla bekliyorum. Sıcak havaya hasret kaldım bu sıra ve mevsimlerin değişmesine deli oluyorum. Bu ara birçok şeye sabredemezken buluyorum kendimi, havaların böyle olmasına bağlıyorum bunu biraz da... İçimden gelen şu; havalar sıcak olsa, iştahım olmasa bile kaslarım iyi durumda olsa. Eksik bir şey istememekten yanayım ama bu sıra sıcak havalara ve iyi haberlere pek hevesliyim! İyi haberlerimiz geliyor şükür, dedemin midesindeki şişkinlik sıkıntılarının sebebi belli oldu bugün ve çözülecek de inşallah. Ama ben sıcak havalara cidden hasretim!

Diyeceksiniz ki; "ne var bunda? Mevsim normallere dönecek en nihayetinde!"  Umarım diyorum sizlere... Olumlu düşünmeyi çok ama çok seviyor olsam da, yaz vaktinde bu kadar Haziran Yağmurlarına tahammül edemez haldeyim. Kaslarımın güçsüzlüğünü, gecenin sıcağında sere serpe yattığım ve kaslarımın her bir noktasının ısındığını hissederek dinç uyandığım günleri çok özlüyorum şu sıra...


Aslında bu yazıya Haziran Yağmurları'nı yazarak başlayacaktım. Oradan devam edeyim... :)

Hani biz Nisan ayının yağmurlarının meşhur ve olağan olduğunu söyleriz, şifalı bile der bizim büyüklerimiz. Ya Haziran yağmurları? Derin bir bilgim yoktu bu konuda ama benim bildiğim; yazın yağan her yağmurun gelip geçici olmasından ötürü, yaz yağmurlarına "Ahmak ıslatan" denildiği idi. Yoksa o da başka bir şey miydi?

Neyse, Haziran Yağmurlarına 40 İkindi Yağmurları denildiğini biliyor muydunuz? Ben de bugün öğrendim. Haziran Yağmurları şiirinden ayrı nedir, ne kadar sürer ve ne zaman bitmesi mevsim normalleridir? diye bir bakmak istedim. Okuduğum makalede, Haziran ayının başlaması ile beraber başladığı ve özellikleri arasında en çok ikindide başlayıp bir saat içinde dinmesi varmış...

Sanırım sevmediğim şeylerin içine Haziran yağmurlarını da eklemem gerek. Malum 9 ay boyunca Ağustos gider gitmez, Haziran'ın sıcakları geri getirmesini bekliyorum ben. İnanılmaz derecede seviyorum sıcakları, Allahım mevsim normalindeki sıcakları esirgemesin bizlerden. Amin! =)

Son günlerde ne oluyor dersiniz; her fırsatta yağmur yağıyor ve üç gündür akşamları ve geceleri her gün artarak katlanan bir fırtına-sağanak yağmur ikilisi şeklinde bizlerle olmaya devam ediyor...

Ben ne yapıyorum dersiniz, "Esmiyor" tayfasına savaş açıyorum! O enerjiyi tersine çevirip, çok esiyorrr diyecek ve bu yağmurları göndereceğim. :D Yapar mıyım, yaparım! Niye yapmayayım, sıcak istiyorum canım! Allahım bana ve benim gibi, kasları kemikleri güneşe hasret olanlara güneş gönder yarabbim. Tamam yakıp kavurmasın ama ısıtsın üşütmesin, ne olursun! Teşekkürler Allahım... Sözde zaten bir haftaya gidecek diyorlar ama ben enerjilerimi yolladım, işimi şansa bırakmaya niyetim olmadığını da buradan belirtiyorum! Teesüflerimi sunarım, esmiyor diyen tayfaya...

Dersiniz ki, cidden bu düşüncelerle mi uğraşıyorsun Didem? Allahım başka dert vermesin tabii ki ama şu sıralar kaslarımda hissettiğim güçsüzlüğü ve eksiklikleri toparlayacak olan en kıymetli şeyin sıcak havalar ve bana sunduğu fayda olacağını yine çok net hissediyorum. Kendimi tahammülsüz hissediyorum bu ara, birçok şeye. Güçsüzlüğüme odaklandım, inkar edemem. Ama etkilerinden "ruh-beden-zihin üçlemesine" odaklanarak, meditasyon niteliğinde egzersizlerim ile kurtulma uğraşındayım. Ama bir yere kadar etkili olabiliyorum.

Üstte de dediğim gibi, sıcak havanın etkisiyle yatıp uyumaya ve sabahında kaslarımın her hücresinin ısındığını hissederek uyanmaya çok ihtiyacım var. Dün üç tane pike tarzı örtü ile yattım, daha ne olsun ki! Zaman alacak kendimi toparlamam, zira kaslarımı üşüyor-yalnızlaşıyor gibi hissediyorum. Dış etkenlere bağlanmamak gerek, evet. Ama ben içimde büyüttüğüme inanmıyorum yine de, "umarım haftaya havalar ısınır da dinçleşirim yeniden" diyorum işte...


Enerjilerim tüm kötü enerji veren etkenlerin bizden uzaklaşması üzerine... Bu sıra Güneş ve Satürn karşıt açısı meydana geliyormuş, Mars geri harekete başlıyor ve duygusal hassasiyetlerin yaşanması mümkün dönemden geçiyormuşuz... Gezegenlerin hareketlerinin bizleri etkilediğine inanırım ben de, bunların olduğunu bilmiyordum ama birkaç gündür bu haldeyim mesela yine. Bir de, her birimiz küçük enerjilerden oluşuyoruz ve gezegen içinde enerjilerimizi birçok gezegen ve dış etken etkileyebiliyor işte... Daha fazla gezegen hareketleri hakkında bilgileri buradan da okuyabilirsiniz.

Okuduğunuz için teşekkür ederek; dış etkenlerden kurtulabilmek için, zor da olsa içimize dönmemiz gerektiğine inanıyorum. Yoruyor, yoracak ama değecek inşallah. Sevgilerimle... :)

23 Haziran 2018 Cumartesi

"Öğrendim" - Turna Kuşu Ve Su Üstü Ülkeleri


Bu haftanın başında, iki makale okudum; biri Japonların origami sanatı ile ilgili bir efsane, biri de Dünyanın bir yerinde mümkün olsa keşke diye hayalini kurduğum özgürlüğün temsili olacak Dünyanın yol aldığı yeni ülke sistemleri ile ilgili...

Ben "Öğrendim" başlığı altında, okuyup ilginç bulduğum veya demek öyleymiş dediğim şeyleri başkaları da okusun ve öğrensin diye yazmaya başlamıştım. Bu yazıya dek tek yazısı da, Öğrendim- Aşık İle Maşuk idi.

Bu yazımın ise konuları, bu hafta başında okuduğum iki makale sonucu oluştu; Japonların origami sanatından bir efsane ve su üstü ülkeler... O zaman ben öğrendiklerimi yazmaya başlayayım bir, iyi okumalar... :)


Japonların Origami Sanatıyla Turna Kuşu Efsanesi

Japonların kağıt katlama sanatına verdikleri isim Origami, bunu birçoğumuz biliyoruz artık. Küçüklüğümüzde kağıt katlayarak yaptığımız kayıklar ve de parmak ucuna geçirip oynadığımız "hangisisin" oyunları, bu katlama sanatı sayesinde belki de; büyüyünce düşünebildim böyle olabileceğini ben de...

Bu hafta başında, Youtube'dan videosunu izleyerek dinlediğim bir şarkının yorumlarında gördüm bu efsanenin hikayesini; o şarkı, Fazıl Say & Gökçe Çatakoğlu - Kız Çocuğu idi. Japonya Hiroşima'da bomba atıldığı sırada bir yaşında olan bir kızın, 10 yıl sonrasında lösemi'ye yakalanıp yaşadığı zorluklar sırasında bir efsane ile tanışmasının hikayesini yazıyordu yorumda... Bu Japonya'nın inandığı bir efsane imiş, Origami ile 1000 tane Turna Kuşu yapanların dilekleri kabul olurmuş...


Efsanenin konu olduğu kızımız Osaka; 11-12 yaşına geldiğinde, maruz kaldığı radyasyon sebebiyle Lösemi olup durumu ağırlaştığında hastaneye kaldırılmış. Doktorların durumu ağır denmesine rağmen, neşe ve hayat sevinci ile hastane koridorlarında dolanır dururmuş. Hastanede kendi gibi kanser bir teyze ile tanışmış sonra ve çok sevmişler birbirini ve o teyzeyi yalnız bırakmamış Osaka. Bu efsaneyi de Osaka'ya o teyze söylemiş ölmeden biraz önce, "Bizim inanışımıza göre, 1000 tane turna kuşu yapanın dileği kabul olur. Benim için çok geç ama sen yap kurtul." demiş ve son nefesini vermiş.

Osaka çok üzülmüş ama bu inanışa da inanmış ve Turna Kuşu yapmaya başlamış. Bu haber basına yansımış ve dört bir yandan Turna Kuşları yapılmaya başlanmış. Ama Osaka'nın haberi basına çıktığında, Osaka parmaklarını dahi kıpırdatamaz hale gelmiş. Bu hayattaki son saatlerinde 637. kuşunu tamamlamış ve gözlerini yummuş. O gözlerini yumduktan sonra da, hemşireler posta ile gelen yüzlerce turna kuşu ile gülerek girmişler içeri; ama Osaka yüzünde bir tebessüm, yatağında cansız halde yatıyormuş...

İşte bu efsane ve sonrasında yaşanan bu olaylardan sonra, her 6 Ağustos'da Osaka'nın anısına Turna kuşları yapılır ve atom bombasının zülmune karşı duruş sergilermiş dünya. Osaka'nın heykeli, Amerika'daki barış parkında yer almış. Hiroşima'daki anıtında yer alırmış ona yapılan tüm turna kuşları... Turna kuşu, Osaka'dan beri barışın ve nükleer silahsızlanmanın simgesi olmuş...

Benim okuduğum makalenin tamamı burada. Fazıl Say'ın yönettiği orkestra eşliğinde Gökçe Çatakoğlu'nun seslendirdiği Kız Çocuğu şarkısındaki yorumdan sonra, araştırıp ayrıntısı ile okudum işte Osaka'nın bu hikayesini ve kendimce yazmamın da bir sebebi var. Turna kuşu, özgürlüğe bir simge olmuş ve anneme anlattığımda da bir de o "biz de mi yapsak?" dedi. Ben de öyle düşünmüştüm başta, ama insan kendi ritüellerini inançlarını oluşturuyor sonuçta.

Düşündüm de; inanç meselesi, bunu ben de yapıyorum, ama 1000 turna kuşu parmaklarım kaldırmaz bu kadarını yapmayı dedim sonra. Bir de ben de yapıyorum ama biraz farklısını; iyileşirsem diyorum veya şunu gerçekleştirirsem şöyle yapacağım diyorum. Japon, Türk farketmiyor. Kendimize inanç edindiğimiz ölçüde, öncesinde ve sonrasında yapacağımızı veya olacağını düşündüğümüz ölçüde; ruh ve beden olarak kendimizi de inandırıyoruz esasında, olacağına ve yapabileceğimize...

Osaka'nın hikayesi, atom bombasının simgesi ama diğer açıdan da efsaneler bazen gerçekleşebiliyor ve efsane olmaktan da çıkabiliyor. Belki bir mucize olabilirdi ama olamamış Osaka'nın hikayesinde. Keşke o biz ve bizim gibilere umut olsa, atom bombasına göğüs gerip hastalığını yenebilse idi. Ne bileyim, Osaka'nın hikayesi beni her açıdan etkiledi; dünyadaki kötülükler, bu kötülüklerden çekenlerin en çok çocuk olmasından tut, bu hikayenin efsaneleri gerçek kılmadığından... Dilerim biri duyar, inanır yapar ve bu efsaneyi gerçek kılar. Mucizelere hep ihtiyacımız var...



Su Üstü Ülkeleri

Bir haber daha okudum bu hafta başında, o haberde dünyanın yeni düzeninde su üstü ülkelerinin yer alabileceğinden bahsediyordu; o haberin tamamını siz de buradan okuyabilirsiniz...

O haberde şunlar yazıyor kısaca; yeni dünya düzeninin birçok insanın istediği gibi, tüm ülkelerden bağımsız olacak ve tamamen özgür düşünce içinde yaşamayı kendi ve herkes için bunu isteyenlerin toplaştığı su üstü ülkeleri kurulmaya başlanacakmış. Bu su üstü ülkeleri, Seastanding Enstitüsü, 2019 yılında deniz yoluyla taşınan bir platform üzerine dev bir su şehri kurmayı planlıyormuş... İlk etapta okyanusa değil, korunaklı sulara kurulacakmış bu şehirler. Ekonomik olarak da zor olacağından, öncelikle sığ sularda denenecekmiş.

Abd'li bir şirket bu konu üzerinde Fransız Polinezyası hükümeti ile bir antlaşma bile imzalamış. Yani sözde olan bir konu değil, oldukça ciddiler. Tüm makaleyi okuyunca insan umut doluyor resmen! "Su üstü ülkeleri kurulsa, özgür düşünce ile yaşayanlar dünya içine yeni bir dünya kursalar, her yanı mutlulukla doldursalar!" Dedim.

Makalede en sevdiğim yeri paylaşmak istiyorum bir de; 
"2019 yılında Fransız Polinezyası açıklarına yeni bir yüzen ülkenin temelleri atılmaya başlanacak. Seasteading Enstitüsü başkanı Joe Quirk, binlerce yüzen ülkenin kendi kurallarını belirleyeceğini ve beceriksiz patronlardan, boş politikacılardan ve bürokratlardan özgür olarak yaşamak isteyen insanlar tarafından doldurulacağını ve 2050 yılına kadar buna benzer yüzen deniz ülkelerinin çok daha fazla yaygınlaşacağını düşünüyor."
Ne güzel düşünceler...

Gelgelelim, kötü düşünmek istemesem de; orada tek kural özgür düşüncelere itaat etmek olsa da, aykırılıklar çıkar mı acaba? diye de düşündüm valla... Dünyanın böyle ülkelere ve böyle güzel haberlere ihtiyacı var vallahi. Özgür olarak yaşamayı kim istemez ki; yaşama tarzı, giyimi, dinlediği, izlediği, gezdiği-tozduğu ve de birbirine saygı duymayı kural bildiği bir özgürlükte yaşamak ne güzel olurdu... :)

Su Üstü Ülkelerinde yaşamayı isteyen ilk tayfadan biri de benim ona göre, görüp duyup bir tatil süreliğine olsun beni orada yaşatsınlar; ne oluurrr! :D


Ben öğrendim, siz de öğrenin idi; bu yazımın amacı yine. İstedim ki, hem yazayım bu böyleymiş diyeyim, hem de yorumumu yazıp sizin de yorumlarınızı okuyayım...

Osaka gibi inanıyor musunuz, bir dilek uğruna yapacağınız dünyevi işlere ve böyle inanışlara? Ben kimi zaman böyle şeylere inanış göstersem de, daha çok dileklerin birilerini mutlu etmekten geçtiğine inanıyorum...

Bir de Su Üstü Ülkeleri konusunda ne düşünüyorsunuz, siz yaşar mıydınız denizin ortasında? Denizin ortasında yaşamak fikrini de, denemeyi çok isterim; denemeden korksam da bilemem ne hissedeceğimi aslında. :)

Umarım yazarsınız sizler de bana, düşünce ve fikirlerinizi merakla bekliyorum...

Sevgilerimle... :)

20 Haziran 2018 Çarşamba

Okudum - Şeker Portakalı Serisi


04.06.2018- 17.06.2018 tarihleri arasında, çok konuşulan ve çok beğenilen Şeker Portakalı serisini okudum ve bitirdim... Bu zamana dek; bir okumak istiyorum, bir okumak istemiyorum dediğim ve hikayesinin abartılabilmiş olabileceğini düşündüğüm serilerden biri idi benim için. Ama sonra okudukça beğendiğim birçok nokta buldum; "Kitabın ana karakteri Zeze, herkes gibi olmayı reddediyor ve kendisi gibi olmaya uğraşıyordu küçüklüğünden beri." Bu aslında hepimizin benimsemesi gereken ortak nokta. Kitaptan aldığım en net mesaj bu oldu benim...


Seriye önyargım vardı, yalanım yok. Çok beğenilen ve de çok söylenen kitaplar ve filmler, çoğunlukla hayal kırıklığı yaşatabiliyor ya hani. İlk başta gerçekten büyütüyorsunuz gözünüzde ve beklediğinizi karşılayamıyor. Her biri değil ama küçüklüğümden beri böyle. Küçücük yaşımızda, dünya klasiklerini gözümüzde devasa yaptıkları için olduk bence böyle. :) 

Bu seri kitabı Merom'dan almıştım, Antalya'dan gidene dek de bitireceğim diye söz verdim. Mayıs ayının sonunda aldım ve söz verdiğim gibi gitmeden bitirdim. Ama bunu ben de kendimden beklemiyordum... Kitabın konusunu beğendim, abartılı bir güzellik yoksa da; ben Panait İstrati'nin hikayelerinin tadını aldım, çok az... :)

Serinin sırası;

1.) Şeker Portakalı
2.) Güneşi Uyandıralım
3.) Delifişek


Zeze'nin ilk kitapta 6 yaşındaki haliyle Şeker Portakalı'nı sahiplenmesi ve onunla küçüklük haylazlıklarını, büyükler tarafından bir türlü çocuk olduğunun anlaşılmadığı zamanlardaki dertleşmelerini okuyoruz... 6 yaş, kitap boyunca bunu düşündüm hep... Altı yaşındaki bir çocuğun, küçük yaşta böyle derin düşünüp hayaller kurabildiği dünyayı çok sevdim. Ama diğer yandan, bu kadar derin hüzünlere tutulacak kötü anılar yaşanmasını hiç sevmedim... 

6 yaşında dövülen ve en çok da bilmemesi gereken zorlukların içindeki büyüklerini erken yaşta bildiğinden sebep zorlanan ve babasını sevemeyen Zeze'nin, babası için söylediği sözler en beğendiğim alıntı oldu bu kitaptan;

Uzun uzun burnumu çektim.
“Önemi yok, onu öldüreceğim!”
“Ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?”
“Evet, yapacağım bunu. Başladım bile. Öldürmek, Buck Jones’un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek… Ve bir gün büsbütün ölecek.” (Şeker Portakalı, Sayfa 145)

Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi. (Şeker Portakalı, Sayfa 168-169)

İnternette yorumlarda söylenen hep şu; ilk kitap güzel, ikinci ve üçüncü kitaplar o kadar etkili değil... İlk kitabı okuduktan sonra kitabın sırasına bakmak için, seri kitapların yorumlarına bakmak istedim. Ama önyargı yaptığım halde, "bu sefer belki de beğeneceğim, ne belli." dedim ve okumaktan vazgeçmedim.


İkinci Kitap, Güneşi Uyandıralım; Zeze'nin çocukluğunu, başka bir ülkeye okuması için gönderildiği süreçte yaşadığı güçlükleri anlatıyor... Hayalindeki gerçeği, bir curururu kurbağası, kalbine çöreklenip yol gösterici oluyor ona bu kitapta... Özellikle bu kitapta, küçüklüğümde kurduğum hayali kahramanlarımı düşündüm; bir o kadar da Zeze'yi dinleyen ve anlayan bazı büyükleri (Peder Fayolle) gibi gerçekten anlayıp dinleyen kahramanlarımı... 

Seride en sevdiğim kitap Güneşi Uyandıralım kitabı oldu, hayali kahramanlarımı anımsadığımdan sebep değil sadece, kendime yakın bulduğum birçok doğru noktayı buldum bu kitapta. Şeker Portakalı güzeldi ama Güneşi Uyandıralım ondan da güzeldi... :)

“Tanrı’nın güneşi bu denli güzelse, sen bir de ötekini düşün.”
Nutkum tutulmuştu:
“Hangi öteki güneşi, Adam? Çok büyük olan bunu tanıyorum bir tek.”
“Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten… Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten.” (Güneşi Uyandıralım, Sayfa 72)
Zeze, Güneşi Uyandıralım'da çocukluğa attığı adımla, bir önceki kitapta kendine haksızlık yapıp canını yakanların bir kısmını anlıyor. Özellikle eğreti baba da olsa, dediği; okumak için gönderildiği yabancı şehirdeki babasının kötü davranışlarını da anlıyor zamanla... Ama yine de bu kitapta, o babasının bir haksız yere kızmasından sonra, babasını bağışlaması gerektiğini söyleyen öğretmenine söyledikleri yani aldığı kararını şu sözlerle okumak çok güzeldi;

“Peder Feliciano iyiliğin ta kendisi. Ben iyi değilim. Onun gözünde her şey iyidir. Peki Peder Ambrosio, unutmaya çalışacağım. Çünkü bağışlamaya inanmıyorum.”
“Unutmakla bağışlamak arasında ne fark var?”
“Bağışlarken kişi her şeyi unutuyor. Ama yalnızca unutmakla, pek çok kez insan yeniden anımsamaya başlıyor.”
(Güneşi Uyandıralım, Sayfa 126)

Bir de bu kitaptan alıntıladığım ve paylaşmak istediğim şu ikisi var;

" Küçüğüm, hayat böyledir. İnsanlar hep çekip giderler. Yürek unuttuğundan ve pişmanlıklar öldüğünden değil. Birtakım şeyler, sevecenliğimizde kalmayı sürdürür hep. Ama insanlar gerektiği anda gitmek zorundalar." (Sayfa 254, Güneşi Uyandıralım) 
Gerçek, hayatın acımasız olduğu ve bazı anları yaşamaktan kurtarılabileceğimizdi. (Sayfa 260, Güneşi Uyandıralım) 

Üçüncü Kitap, Delifişek; Zeze'nin ergeliğini ve de kendi hayatına doğru yol almasına yardımcı olan kararlarını anlatıyordu. Üçüncü kitapta dahi sıkılmadım, diğerlerinden farklı olmasına rağmen... Benim için delifişek, bir kitabın son 85 sayfası gibiydi; artık en sonunda ne öğrenmiş ve ne karar almış Zeze, onu okudum bu kitapta... :) 

Çok az alıntım oldu bu kitaptan ama hiç beklemediğim şey; Zeze'yi aşkın yolunu göstereceği ve en sonunda herkesin deyimiyle, işe yaramaz Zeze'nin böyle bir yolda kendini bulabileceğini düşünüp kararlar alması... Evet, küçüktü çok hatalar yaptı ve yanlışları üzerine durmayı değil inatlaşmayı sürdürdü de; ama haklı olduğu çok noktalar da vardı. Kendi hayat yolunu buldu Zeze, benim okuduğum en enteresan kitap karakterlerinden biri idi. Küçük Prens gibi zeki ve hayaller dünyasında yeri apayrı karakterlerden biriydi...

Avare’ sözcüğünü yutmak insanı şişmanlatsaydı ben yusyuvarlak olurdum. Evde avare, okulda avare; arkadaşlarım hep beni gözlerler, söylemeseler bile öyle düşünürler.
… 
Ama insanın on dokuz yaşındayken duyduğu hüzün, hayatın güzelliklerini görmesini engelleyecek ya da önünden hoş bir kızın geçtiğini gördüğünde on dakikadan fazla sürecek kadar trajik olmuyor. (Sayfa 35, Delifişek)

Aman Tanrım! Bütün hayatım boyunca böyle olmuştu, istediklerim, artık onlara sahip olamayacağım zaman karşıma çıkıyordu. (Sayfa 48, Delifişek)


Şeker Portakalı serisi güzeldi; bende güzel anılar bırakacak ve bu alıntılarım da ara sıra açıp bakacağım yol göstericim olacak... Zeze'nin zekiliğini de, serseriliğini de sevdim; aklını nasıl kullanıldığı görülmek istese, nerelere gelir ve dünyasına nasıl faydalı olurdu diye kendimi düşünmekten alıkoyamadım... Şeker Portakalı'nı beğeneceğimi ummazdım, düşündüğüm ve bakmayı unuttuğum bir şey var bu arada; okurken sık sık neden yasaklanmış bir dönem bu kitap dedim, bir dönem yasaklanmamış mıydı? (Neyse, bir de bu konuya bakayım bu yazıdan sonra madem...)

Sevgilerimle...

19 Haziran 2018 Salı

İnternet Günlüğüm 2018 #5 - Antalya'da Zaman Doluyor


"Zaman Doluyor" dedim başlığa ama aslında o "Suyumuz Isındı" olacaktı başta, sonradan vazgeçtim Sevgili İnternet Günlüğüm... :) Gün geçtikçe daha zor olmaya başladı burada olmak, son 1,5 haftadır; özellikle de Kağanım için ama az kaldı. Dönüşe az kaldı...

Kağanımı da yanımıza katıp 15 Mayıs 2018'de Antalya'ya geldiğimizden beri, 1 ay 4 gün oldu bugün ve 4 gün sonra da evimize dönüyoruz yine kısmetse... Geçen zamanda yine evimizi özledik, ailemizin diğer üyelerini ve doğduğum, büyüdüğüm ve yaşadığımız yerdeki dostlarımızı ve akrabalarımızı. Ama en çok yeğenim, anne-babasını ve dedesini öyle özledi ki... :)


Antalya'ya geldiğimizden beri, şu son iki buçuk haftaya kadar; önce sebepsiz hüzünlenmeleri başladı kuzumun, sonrasında da tatsızlıkları... Ondan öncesine kadar bir sürü resim çizerdik, resim çizmeyi canının istemediği günler çok azdı. Şimdilerde ise sadece aralıklarla resim çizebiliyoruz; çünkü beyefendinin 'canı sıkılıyormuş'. O can sıkıntısı, eve dönme sancıları bence. Son günlerde haddinden çok kullanır oldu bu kelimeyi ve çoğunlukla oyunlarla geçirmeye ve boş geçirdiğimiz zaman dilimlerini az tutuyor bulunmamıza rağmen... :)

Son bir haftadır da o kadar çok tartışıyoruz ki, olmadık şeyler konusunda; bir türlü anlaşamıyoruz gibi bir şey, anlamak istemiyor ya da anlatmıyor ve anladığım, o da bizim gibi alışılmışına dönmekte sabırsızlanıyor. En derin olarak anladığımsa şu, biz anlatıyor da rahatlıyoruz ama ya o? Biz, geçecek zaman diyoruz ve unutmak için bir şeyler yapabiliyoruz, ama yeğenim anlatmak istemiyor ve o olguya çok takılabiliyor. Çocuk işte, çoğu şeyi unutması ve dayanması kolay olabilir ama bazen de özlemini bastırmakta çok zorlanabiliyor... :/

Dedeme gelince İnternet Günlüğüm; aslında iyi olmasına iyi ama onun için şu an daha iyi diyemiyoruz, daha iyi dediğimiz noktalarda Işın'ın yan etkileri tesir ediyor ve yorgun düşüyor bedeni. Işın bitince, düştüğü halsiz haller de geçecek diye umuyoruz sadece... Yaşının verdiği olabilitesi yüksek bir durum olsa da bu, bırakmakta zorlandığımız noktalardayız biraz da. Ama Allahım beterinden korusun, kesinlikle gitmemeliyiz dediğimiz noktada değil; çok şükür ki... Biz gideceğiz ve kendi başına evinde kalan dayım devralacak nöbeti... Gitmemiz ise sadece Kağan'dan ve seçimden sebep değil, en çok benim ağrılarımın katlandığı ve bunaltır olduğundan sebep seçimi bahane etmemizden...

Daha fazla kalırsak, biraz daha fizik tedavi alamadan geçirirsem haftaları, atak geçireceğimizden korkuyoruz. Adını geçirmiyoruz ama konuşuyoruz annemle de, bu konuşmalarda gözlerim dolu dolu oluyor artık. Çünkü kendimi diz ve dirseklerimin pasif gerdirme görememesinden ötürü olsa gerek, pek iyi hissetmiyorum. Kasılmalarım ve ağrılarım başlar oldu bu aralar. Ağrılarım çok artıyor bazı saatlerde, şu bir haftadır gerdirmeleri artırayım dedim ama onun da biraz dozunu kaçırsam daha çok ağrı olacak biliyorum. Oldukça hafif yapıyorum, Gemlik'te iken yaptığımdan daha az...

4 gün kaldı işte, dönünce geçecek inşallah. Döndükten iki gün sonra da fizik tedavimi almaya başlayacağım hayırlısıyla. Kendi başıma yaptığım her hareket, her gerdirme yararlı; bunu artık daha net biliyorum. Tek bir gün bile ihmal etmedim 2018 başladı başlayalı ve şimdilerde, "aksi olsaydı 5 aydır düzenli alamadığım fizik tedavinin yan etkilerini, daha ağır görebilirdim" diye tahmin ediyoruz... :)


Son birkaç haftadır, dönüş tarihimiz belli oldu olalı; hem buradaki sevdiklerimizle daha da vakit geçirmeye çalışmakta hem de dedemi daha çok toparlayabilme uğraşındayız. Dedem haricindekileri Antalya'da bırakmak her sene bu kadar fazla vakit geçirmediğimizden ötürü bu sene birbirimize daha çok alıştığımız için zor olacak. :) Dedemi bırakmak da daha zor; 5 aydır hep beraberiz ve biz gidince kendisine eskisinden de daha fazla iyi bakması gerektiği için tedirgin haldeyiz... Şu ışın da hayırlısıyla bitsin, göreceğiz ne olacağını en çok...


Son bir buçuk haftadır tüm bu sebeplerden ötürü düşünceli ve özellikle de yeğenimle sebepsiz anlaşamadığımız günlerde olduğumuzdan, bloğuma ve yazı mecraalarıma istediğim özeni gösteremedim işte Sevgili Günlük... Evet bu da canımı sıkmıyor değil biraz bu ara, şu son 1,5 haftayı en çok bu sebeple geçirmekte de zorlanıyor olabilirim. Bugün yeğenim ile annem dışarı çıktılar da yazabildim mesela. Yeğenim yine son 5 gündür ne dışarı çıkmıştı ne de benimle tartışmadan ve giriştiğim yazı işlerimi birçok sebeple bölmeden durabildi. Sağlık olsun diyorum, canı sağolsun elbette; ama öyle canı sıkkın ve tez durumlarda ki, tartışma çıkarıyor ve her dediğimi inat etme konusu yapıyor. En çok da kendi canını sıkıyor.. Bir haftaya bitecek bu da inşallah, sabır biraz daha. Ama dedim ya, uzun süre yazamadım. Sanırım uzun süre yazamadığım ölçüde, kendimi çok dolduruyorum ve sabır sınırım tükeniyor.

Daha açık konuşmam gerekirse; oturduğum yerde kaldım kalalı geçirdiğim zamanlara, bir de böyle günlerde yazamıyor oluşum eklendiği zaman, bedensel enerjimi atamadığım gibi ruhsal enerjim de doluyor içime... Herkes kendini sinirlendiği zaman küfür ederek veyahut bağırıp çağırarak, kırarak dökerek rahatlattığını söyler ya; ben ayakta olduğum zaman en çok kendimi yorarak rahatlıyordum, ama dans ederek ama yürüyerek ama evi toplayarak günlük ihtiyacım kadar yoruluyordum. Şimdilerde ise kendimi yorabilmek; ya egzersizlerimle, ya kitap okuyarak, film-video izleyerek ya da çok fazla ders çalışarak mümkün oluyor...

Yani bedensel olarak yorulamadığım ölçüde zihinsel olarak yorulduktan sonra (özellikle yeğenime ve dedemin sağlık durumuna kafa yorduğumuz şu günlerde), bir de yazamamak kendimi çok zor durumda hissettiriyor... :)

Velhasıl, az kaldı be sevgili günlüğüm; Antalya'da zamanımız da doldu, suyumuz da ısındı. Yaz gelmeden gelmek mümkün olur mu bilmem, umarım dedem daha da iyi olur da sadece ziyarete geliriz; kalacağımız zaman dilimi ne kadar ayarlanabilirse yine... 4 gün kaldı be sevgili internet günlüğüm ve bloğum; diliyorum SAĞLIK OLSUN!

Sevgilerimle... :)

17 Haziran 2018 Pazar

Seviyorum... #6 - Yiruma


Yiruma ile tanışmam, yaklaşık olarak 7-8 aylık bir geçmişe dayanıyor. Yani 2017 sonu idi galiba, ders çalışırken Youtube'dan geçip giden Klasik Müzikleri dinlerken Beethoven ve de Mozart'tan sonra sıranın Yiruma'ya geçmesi ve dersin sonuna doğru bunalmışlığımdan kurtulmam...

Bir durup, bu kim diye baktığımı hatırlıyorum da; açılan 1 saat 56 dakikalık bu videonun,  3.dakikasına gelmiş ve sonralardan ara ara dinlemeye ve de daha da çok sevmeme sebep olacak "Kiss The Rain" parçasına geçmiş meğer... :) Şimdilerde bile favorilerimden biri, yani tanıdığımdan beri Yiruma'yı çok seviyorum


Yiruma'yı ciddi ciddi dinlemeye başladığım zaman dilimine gelirsek eğer, o birkaç ayı kapsıyor sadece. Meğer sahne adı ile Yiruma; gerçek adı Lee Ru-ma, dünyaca ünlü Güney Kore'li besteci ve piyanistmiş... Bilmiyoruz, birileri önermiyor belki de ama ben öneriyorum size. Çünkü bu sıra en çok sevdiğim klasik müzik bestelerinden çoğu onun... :)

Üstteki 1 saat 56 dakikalık derlenmiş müziklerinin bulunduğu şarkılarıyla, birkaç aydır dertleşiyoruz. Hangisi hangisi bilmiyordum başta ama şimdi deneyimliyorum. Sizlere o deneyimlerimi paylaşmak istiyorum bu yazımla. Bana hissettirdikleri ve de bende arındırdıklarıyla;


Şimdilerde en çok sevdiğim Yiruma parçası Spring Time; ancak birçok parçası beni rahatlatmanın yanı sıra, başka diyarlara götüren ve değişik hayaller gördüren cinsten olmaya başladı. Üstteki 2'li kolajdan anlamanızı istediğim ilk his şu; Spring Time ve Maybe parçaları, başka yere götürüyor sanki beni. O parçaları ile Yiruma beni uçuruyor adeta; güzel düşlere, arınmaya ve de rahatlamaya doğru... Gidiyorum sanki dinlerken, gitmek istediğim şehirlere ve ülkelere... :)

Meditasyon yaparken, dinlenmesi en keyifli parçalarının başında ise; River Flows İn You ve de Love Me şarkıları geliyor bence. Son zamanlarda, yaklaşık 6 aydır, düzenli meditasyon yapma uğraşım var. Haftada şu kadar bu kadar diyemem ama meditasyon yapmadığım hafta olmamasına özen gösteriyorum esasında. Bu konuları çok okudum, çok dinledim ve de ben en çok meditasyon türü etkinliklerimde en çok Yiruma'yı dinlemeyi sevdim. Yani sakinleştirici müzikler adı altında "Youtube" uygulamasında adını bilmediğimiz anonim tarzı müziklerden değil de, bir müzik seçeceksem Yiruma'yı seçiyorum daha çok. Bir de Chopin vazgeçilmezlerimden olmaya devam ediyor o alanda da. En sevdiğim klasik müzik bestecilerinden hala...

Yiruma'yı tanıyın siz de ve dinleyin istedim işte. Yenilikler güzeldir ve Yiruma benim için çok başka bir havadadır demek istedim bir de. Besteleri kalbimin en özel yerinde şu sıralarda. Sizlere de iyi dinlemeler olsun, hayatıma iyi ki tesadüfen girmiş Yiruma... (:

Bir başka müzik yazısında görüşmek üzere, Seviyorum #6'da böylece bitti işte... :)

14 Haziran 2018 Perşembe

İncimin Dördüncü Doğum Günü - 13.06.2018


Dün benim küçük kuzenimin 4. doğum günü idi ve bizim İncimizin doğum günü kutlamasında bulunmamız da annem, Kağanım ve benim için yine bir ilkti. Yani dün de bir ilki gerçekleştirdik ve 2018 bizim için ilkler senesi olmaya devam etti... :)



İncime ilk yaşından beri doğum günlerinde temalı kutlamalar yapıyor dayım ve yengem, iyi ki de yapıyorlar... Sebepleri çok basit çünkü; bugün beraber anı oluşturabileceğimiz anlar varken, neden duralım. Durmuyoruz şükür ki... :) 

Çocuklar en çok küçükken yaşadığı anları hatırlıyor ve bu anılarla yanındakileri benimsiyor ve mutlu büyüyorlar. Veya hatırlamasa bile, o günleri hatırlatan görseller ve yazılı anılar ile büyüdükçe mutluluğunu görerek daha mutlu büyüyorlar şükür ki... 

İncim doğdu doğalı Temmuz ayından önce Antalya'ya gelemediğimiz için kaçırıyorduk doğum günlerini İncimin, doğumuna dahi gelememiştik. Ama dün bir ilkimiz daha oldu, İncimin "Mucize Uğur Böceği" konseptli dördüncü doğum günü kutlamasına katıldık ve mutluluğunu paylaştık şükür ki. :) 

Minik kuzenim, Uğur Böceği oldu. Bu arada Uğur Böceği, bir Disney çizgi film karakteri. Onun arkadaşı Kara Kedi de, Kağanım oldu herhalde. Kostümü yoktu, ikisi bir dargın bir barışıktı dün yine, ama dün bir ara öyle bir araya geldiler ve pozlar verdiler ki; "Bir ömür Uğur Böceği - Kara Kedi gibi dost olsunlar ve birbirlerine hep destek olsunlar inşallah..." Dedirttiler yine :)


Doğum günü akşam başladı, hazırlıkları öğlen biz gittiğimizde hala sürüyordu... Bir ucundan tuttuk önce, akşam olup da gelecek sevdiklerimizi bekledik sonra. İftardan sonra da, doğum günü partisi başladı işte İncimin... Kıyafetini giydi küçüğümüz ve geldi salona. Küçük bir küpe kaybetme problemi yaşadık ama çabuk atlattık bulununca. Dün bazı aksaklıklar da mevcuttu, sağlık mevzuularında ama şükür ki herkes iyi. Allah beterinden korusun. (Amin) 

Dün akşam İncim kıyafetini giyip de salona geldiğinde, bizlere yaptığı hoşgeldiniz konuşması çok sevimli idi; "Burası benim evim, hoşgeldiniz evime. Ben büyüdüm ve partim başlasınnn." :) Kendi partisinin, mum üfleyeceğinin ve günün konusu olan yeni yaşının heyecanından; yani büyüme heyecanından ötürü, o kadar heyecanlı idi ki dün kuzenim... Diliyorum bir ömür o heyecan, o yaşama sevinci daim olacak da inşallah... :) 

Yengemlerin ellerine sağlık, dün yine öyle çok şey yapmışlardı ki; hepsinden yemeyi eskisi gibi göze alabiliyor olsa idim, bugün bu yazıyı yazamayabilirdim! :D O kadar yemeyi seven milletiz ki, sofra başında bile yemek sohbeti yapabiliyoruz. Dün de böyle bir akşam idi. Seviyorum bizi, yaşamı sevmemizden kaynaklı geliyor bence bu özelliğimiz...

Mehmet dayım ve Hatice yengemin gözlerinden görüyorsunuz ya; evlat öyle seviliyor ki, uğruna her şey yapılır. Dilerim bir ömür mutlulukları sürer ve çabaları da İncimin güzel bir hayatı olmasına vesile olur hep... :)



Dört yaş bana göre bebeklikten çıkıp, çocukluğa giriş demek ve İncim de o yolu geçti şimdi. Dün doğum günü kutlaması sebebiyle evlerinde olmamız, en çok bizlerin hatırında kalacak olsa bile; büyüdüğünde şu sözlerimi bu resimlerle beraber görüp okuyacak İncim:

Bir ilki yaşadık İncim, senin de ilk kez doğum gününde bulunduk Halan ile, nice nice yaşlarında da yanında olabilmemiz dileğiyle... Çocukluğa adım attığın şu yaşlarda, özellikle bu seneden sonra, başka ilklerle karşılaşacaksın şimdi; öğretime başlayacaksın mesela bu sene, ama kolay ama zor hayata daha esaslı atılacaksın sen de... :)

Ömür dediğin bugündür olgusunu hep hatırlıyorsunuz siz çocuklar ama büyüdükçe unutmamak için çok uğraşıyoruz işte biz; sen büyüdükçe, bunu sana da öğreteceğiz. 

Dün, bugün, yarın; iyi günlerinde değil, kötü günlerinde de yanında olacağız ve seni sarıp sarmalayacağız her daim. Ben senin kuzenin Didem, bu sene de çabaladığım gibi diğer senelerde de çabalayacağım kuzenim. :) 

Annen ve baban; bir ömür, yaşayabildiğimiz kadar anıyı doldurmak için en çok çabalayanlardan senin için ve ben biliyorum ki bunu sana da öğretecekler. Biz sen büyüdükçe, ama geç ama erken daha esaslı anıları da yaşayacağız; yani senin de daha iyi hatırlayacağın anılarımız olacak.

Beklenmedik olaylar yaşayacağız daha; çok oyunlar oynamaya devam ederken, çok sohbetler de etmeye başlayacağız. Gönlümüzce kuzen olacağız biz hep inşallah; büyümeni dört gözle beklerken, 4. yaşını geride bıraktık bile bak... :)

Dün doğum günü konseptin olan uğur böceği, nice yaşlarında mutluluğun, huzurun ve de şansın olsun kuzenim. Hep yan yana, can cana, sağlıkla ve mutlulukla nice yaşlara İnci tanemiz... İyi ki doğdun... 

Vee son not;


Dün pasta kesimi sonrası o kadar çok resim çektirdin ve sonra bisiklet hediyeni görünce de sıra benimle poz vermeye o kadar gelmedi ki, bir de üstüne gelen hediyelerle bize defile yaptın; bizim seninle ilk doğum günü kutlamamızda fotoğrafımız olamadı. :D Ama bak anıları var, onun bile... Bu yüzden Şubat ayında beraber çekindiğimiz fotoğraflarımı koyuyorum, ama unutma ki ben de oradaydım, fotoğrafım olmayabilir ama şahitlerim çok; ona göre. ;) 

Kuzenin Didem'den sevgilerle, küçük kuzeni İnci tanesine... :)


10 Haziran 2018 Pazar

Okudum; Yıldız Tozu - Priscille Sibley


Geçtiğimiz hafta bugün, 2018'de okuduğum kitapların onuncusunu okudum bitirdim; Arkadya Yayınları'ndan Priscille Sibley'in Yıldız Tozu adlı kitabını... Bu sene çok az dersimin bulunması ve üstelik Aöf Sosyoloji Lisans programımın nihayet sonuna geliyor olduğumuzdan sebep oldu diyorum... :) Daha çok kitap okumayı diliyorum, senenin diğer yarısında da...


Arkadya Yayınları ile, geçen seneki (2017) Bursa Tüyap Fuarı'nda tanışmıştım. En çok okunmuş kitaplarından ikisini almıştım o fuardan; Öksüzler Treni (Christina Baker Kline) ve 22 Britanya Yolu (Amanda Hodgkinson)... Yıldız Tozu'ndan hemen önce, 22 Britanya Yolu kitabını da bitirdim, ona da Antalya'ya gelmeden önce başlamıştım. Yıldız Tozu ile de farkettim ki, şu ana dek okuduğum Arkadya Yayınları kitapları bana içerikleri dahilinde birçok yeni bilgiler öğretiyor ve merak hissimi uyandırıyor. Okuduğum kitaplarda aradığım en önemli özelliklerden biri budur benim; hem mutluluk duyayım okurken, hem de yeni bir şeyler öğreneyim başka yerden duymadığım... :) 


Yıldız Tozu kitabı; bilmediğim bilgilerden de fazla, merak etmeyeceğimi düşündüğüm birçok konuda beni karmaşaya sürükledi. Kendi içimde kutuplaştım ve düşüne düşüne, ben ne yapardım diye diye okudum sonuna dek adeta... 

Bu kitabı alırken, 2007 yapımı Stardust (Yıldız Tozu) adlı filmi düşünerek almıştım. Kitabın filmle alakalı olmadığını da biliyordum tabii ki. Ama film de kitap da ayrı güzel şimdi - Bu kitapla aynı ismi taşıyan o fantastik film Stardust'ı da ayriyetten tavsiye edeyim bu arada. Bence fantastik-romantik film kategorisinde, en iyi filmlerden biri... :)


Neyse kitaba dönecek olursak, konusundan bahsetmek istiyorum biraz;

Annesinin kanser olması sebebiyle yatağa bağlı bir hayat geçirdiği zamanlar, Elle'in küçüklüğünün en acı dolu hatıraları olarak kalır anılarda... Elle ne kadar küçüklüğünde yalvarsa da, babasına annesinin acı çekmemesi için ölüme terkedilmesine ikna edemez. Alice, Elle'in annesi; çok acılar çeker, birkaç yıl boyunca hasta yatağında ölümü beklerken... Elle annesinin ölümünden sonra, acı dolu yaşadığı son yıllarının ve ölümünün ardına; annesi gibi bir hastalığa yakalanırsa ölmesine izin verilmesini istediğini belirten bir öndirektif hazırlar ve bunu annesinin en yakın arkadaşına verir... 

21 sene sonra ise, bir merdivenin tepesinden düşen Elle'in, hastanede kaza sonucu beyin ölümü gerçekleşir. Vasiyeti gibi olan Elle'in son isteğini bilen eşi Matt; Elle'in götürüldüğü hastanede hem bir beyin cerahıdır, hem de küçüklükten beri aşık olduğu adam. Beyin ölümü gerçekleşen Elle için yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığını da bilir Matt, Elle'in vasiyetini gerçekleştirmek için de karar verir. Ancak kararını gerçekleştirmeden hemen öncesinde, eşinin yeniden hamile olduğunu öğrenir...

Birçok kez bebek kaybetmiş Elle ve Matt, Elle'in hastalık geçmişi sebebiyle bir kez daha hamile olmaması gerektiğini de bilmektedir; hamileliği sebebiyle o merdivenden düştüğü de o kaza sonrası hastanede anlaşılır... Yaşaması mümkün olmayan hayatının aşkının son isteğini, yaşaması mümkün olan bebekleri için gözardı etmeyi göze alan Matt'in karşısında en büyük engel Elle'in isteğini belgeleyen öndirektiftir. Üstelik bu öndirektif ile karşısına çıkan kişi, Matt'in annesidir...


Hukuk yoluna gitmek zorunda kalır Matt; önce annesini, sonra da Elle'in tüm kardeşlerini de karşısına almak durumunda kalır bir de... Kitap boyunca; Elle'in acı çekmeyi bırak, kalp atışı haricinde o hastane odasında olmadığını aile üyelerine binbir emekle anlattı Matt. Onun çabalarını, kendi tarafında bir kayınpederi, bir avukatı, bir de Elle'in yakın arkadaşının olduğunu okurken; "ben ne yapardım?" diye düşünerek okudum resmen... 

Bebek hayalleri için savaşan bir aile düşünün, böyle zor bir şekilde bebek sahibi olabilmeyi göze alabilsin. Eşini zaten kaybettiğinin ve geri döndüremeyeceğinin bilincinde olan bir beyin cerrahı, hem eşiyle hayallerini gerçekleştirmek, hem de bir umut bu çocuğu kurtarabileceğini düşleyerek kendi için de zor olan bir yola başlıyor... "Elle de yaşasa buna onay verirdi!"'yi bir türlü kabullendiremeyen Matt'in yaşadığı çok ama çok zordu bence. 


Ama gel gelelim; "son isteğini yerine getirmek isteyen sevdikleri için de, -gerçekleşebilmesi düşük bir ihtimal görülen bebeğin doğuşunu beklemek de zor olsa gerek" diye de düşündüm...

Siz ne yapardınız? Yitip gitmiş bir sevdiğinizin acı çekmediğini bildiğiniz durumda iken, diğer canı da umursamaz onun isteğini mi yerine getirirdiniz? Yoksa yitip giden sevdiğinizden size kalabilecek emanet için, yaşam savaşını göze alabilir miydiniz? 

-- Ben kararsız kalsam bile yer yer, hep aynı yöne döndüm; kalbi atan o bebeğin de yaşama hakkı var, onun için bir mucize gerçekleşebilir! Ve düşündüm de sonra, dünya üzerinde kimbilir ne mucizeler gerçekleşiyordur... :) Sizi bu zorlu sorularla bırakarak, bu kitaba bir şans vereceğinizi umuyorum. Bu sebepten kitabın sonuyla ilgili hiçbir şey yazmıyorum. Güzeldi, okuduğum diğer kitaplara benzemeyen kitaplardan biri idi... :)



Kitaptan alıntıladığım birkaç cümle ile bu yazılık da benden bu kadar diyeceğim. Bu okudum yazımdaki sorularıma, umarım yorumlar kısmında cevap verirsiniz diye umuyorum. Sevgilerimle... =)

"Hayat, risk almaktır yoksa kendini bir mağaraya sıkışıp kalmış olarak da bulabilirsin." - Sayfa 18 
Kübler-Ross modelini ele alırsanız, üzüntünün beş aşaması vardır; inkar, pazarlık, depresyon, öfke ve kabullenme. - Sayfa 24 
Aşk insanları birleştirebilir, aynı zamanda ayırabilir de. - Sayfa 62 
“Woodstock şarkısını biliyorsun ‘Biz yıldız tozuyuz.’ Öyleyiz. Yıldız tozlarından oluşuyoruz. Dünyadaki her şey aslında sadece külden ibaret…” - Sayfa150 
İnsanlar yaşanan felaketlerin kurbanlarına gözlerini dikip bakmamak için ne kadar çaba gösterseler de yine de bakarlar. Kırık bir kola bakıp bunun nasıl olduğunu merak ederler. Kopan bacaklara bakarlar. Bana da böyle bakıyorlardı. - (Matt, Sayfa 163) 

6 Haziran 2018 Çarşamba

Tahta Bloklarla Geçen Günler - Haziran 2018


Antalya'da günler; orjinal ismiyle Jenga oyunun tahta blokları ile oyunlar kurarak geçiyor bu sıra. Haziran'ı böyle karşıladık bir bakıma. Kitap okuyup tablet oynayıp, top oynayarak ve resim çizerek, zamanı bazen bedenen bazen de zihinen eğlenceli kılmaya çalışarak günlerimizi doldurmaya uğraşıyoruz burada da...

Bu ayın ilk günü, Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce evimize dönmek üzere biletlerimizi aldık; şükür ki dedemin tedavisi de güzel gidiyor, evimizi de özledik tabi yine. Öncelik tabi sağlık, dedem iyi olsun da döneriz hayırlısıyla kısmetle...


Haziran Tahta Bloklar ile başladı devam ediyor yeğenim ve benim için işte... Tahta bloklar bizim değil, dedemin yan komşusunun oğullarının. Oynayalım diye verdiler, ama biz gidene kadar bizde kalır bu gidişle... :) Son 3-4 gündür; denge oyunu oynamanın ve de domino taşı olarak kullanmanın yanı sıra, tahta bloklarla denge denemeleri ve de daha fazlasını yapabilmek için de uğraşıyoruz yeğenimle. Bu uğraşlarımız, üstteki resimlerde de göründüğü üzere, benim piano yapmam, yeğenimin de kız kulesi yaptığını söylemesi ile başladı.

Sonrasında tarihçeye girip İnstagram'da hikayemde; "Piano'yu 1700'lü yıllarda ilk Bartelomeo Christofori değil, ben yaptım." , "Kız kulesini ise M.Ö. Yunan komutan Chares değil, Kağan yaptı." diye resimlerimizi paylaşarak, eğlenceyi bilgi ile sürdürmeye başladık işte. Hem eğlenmeye, hem de öğrenmeye devam böylece... :)


Piano demişken; Play Store'dan bir oyun indirdim, üstteki tahta pianoyu yaptığım ve eğlendiğimiz gün. Tesadüf eseri oldu, ben gerçek piano tuşları olan sanal piano tuşlarının olduğu oyunu indirmek istemiştim Play Store'dan. Amacım, Kağan'a "Bak o dinlediğimiz klasik müziklerin piano ile çalınanları böyle piano tuşları ile çalınıyor"u göstermekti. O diye, adı Piano Tiles 2 olan oyunu indirdim... Önce oyunu oynadım ve birkaç güne silerim bunu da, diye düşündüm ama üç gündür hala silemedim. :) 

Yetmedi Kağan da indirtti kendi tabletine ve günde sadece bir veya en fazla biri sabah biri akşam olmak üzere 15 kalbini bitirene kadar oynama hakkın var, diye şart koştum; aynı şekilde benim de o kadar hakkım var. Ne onun ne de benim gözlerimiz ağrımasın de mi ama... Sonuç olarak, size bu oyunu öneriyorum. Sanırım bloğumda ilk defa bir oyunu öneriyorum. Kağan da benim gibi, klasik müziği seviyor bir süredir ve bu oyunu bilhassa bu sebeple yasaklamadım. Daha çok klasik müzik dinler ve müziğe olan ilgisi daha da çoğalır hem, dedim. Bu oyundan önce piano ile çalınan eserleri zaten seviyordu ama şimdi pianoyu daha da çok sevdiğini görebiliyorum...


İnternette birçok örneğini gördüğümüz denge denemelerini yapmaya çalışıyoruz birkaç gündür; bazısını birebir yapmayı deniyoruz, bazısına yorumlar katıyoruz ve kendimizce oyunlar uyduruyoruz... Üstteki resimlerde dün yaptığımız sur yapılarını yaparken yeğenimin heyecanını görebildiğimde, kendime "doğru yoldasın be Didem" dediğimi hatırlıyorum da; onu her heyecanlandırabiliyor, bir şeyi yapabileceği yolda inandırabiliyor ve uğraştırabiliyor olduğumda, benden mutlusu yok... :) 

Birkaç gündür yine bloğuma yazamadım; içimde bunun eksikliği vardı, tamamlanamamışlığı vardı ama içim rahattı da diğer yandan. Sadece bir sorumluluk olarak gördüğüm şeye, geri dönüş yapamamanın eksikliği idi. Döneceğimi biliyordum, böyle döneyim de şu günlerimi anlatayım bu sefer de, dedim işte...

Bilinçaltım sürekli kavga halinde; rüyalarımda beni ya koşturuyor, ya yaralıyor, ya da duygularımla başa çıkamaz halde bırakıyor. İyi olmaya iyiyim ama bilinçaltım beni bazen böyle tüketiyor. Uyandığıma hem seviniyor, hem de üzülüyorum. Burayı okuyup da, kimi dönem böyle rüyalarından şikayetçi olan var mı acaba? Evet bu rüyalarımla başa çıkabiliyorum; ama öyle ama böyle, bu rüyalarımın da bana mesajı var bilebiliyorum. Gelgelelim bana deneme yanılma süreçleri yaşadığım şu dönem için, bir gidiş yolu verecekler mi, şu an en çok onu merak ediyorum... :)



Bugün Kağan'la Antik tiyatro yaptık, tahta bloklar yine tam geldi ve Kağan biraz zaman sonra kendisi bir kule yaptı. Üstteki üçlüyü bunlar oluşturuyor işte. Hani olur da anlayamazsanız, Antik Tiyatromuzu ve kulemizi diye... 

Bu sene çok yeni deneyim yaşıyorum, belli ki ilklerin senesi olacak diyorum sık sık. Ama üstteki antik tiyatroyu yaparken, antik tiyatroda konser veya gösteri izlemek isteyebileceğimi de düşündüm yeniden. Yeğenim hatırlamıyor ama anlatıyorum ona da, sen daha küçükken gitmiştik Antik Tiyatro'ya Antalya'da diye. Aspendos gezi yazım burada...

Eski yapıları koruyamamak acı, eskisi kadar çok konsere gidememek ve de tiyatro izleyememek de... Hazır Cumhurbaşkanı seçimleri yaklaşıyorken, kendi dileğimi söylemek istiyorum bu konuda; ülkem adına sanatın ve de eğitimin öncelikli tutulduğu, sanatın hem daha çok konuşulduğu hem de daha çok sokaklarda yer aldığı günlere kavuşturacak biri Cumhurbaşkanımız olarak seçilsin diye diliyorum... 


Denge oyunları haricinde, bir de stres atma oyunları buluyoruz bu ara; kutunun içine basket atar gibi oynamayı bugün deneyimledik, dün de üstteki fotoğraftaki gibi dizerek elimize birer taş alıp en çok taşı devirmeye çalışmayı. Çok basit ama bir o kadar da eğlenceli bir oyun. Büyük amaçlar ve başarılar değil, küçük amaçlar daha çok eğlendiriyor çoğu zaman ya hani; o misal işte... :)

Antalya'ya geldiğimizden beri, yeğenim yine dışarı çıkmayı istemez oldu bu arada. Bu yeni bir olay değil, küçüklüğünden beri benim bulunduğum ortamdan ayrılıp beni bırakıp da çıkmak istememesinin sıkıntısını yaşadık dönem dönem. Bu durumu başta netleştiremiyorduk., tahmin ediyorduk sadece benimle vakit geçirmeyi onun da sevmesinden ötürü... Ama konuşmaya başladıktan sonra "Teyze de gelsin." , "Ben teyzem ile kalacağım." ve "Sonra çıkarız." gibi geçiştirici cümleleri kullanmaya başladı. O ilk zamanlardaki, her dışarı çıkışta zorlanmalar zamanla azaldı tabii ama dönem dönem yaşamayı sürdürdük o sorunu sonrasında... Epeydir, anlatabiliyorduk ve de beni evde bırakmayı sorun etmiyordu kuzum. Ama burada yine anlatamıyoruz, "dışarı çıkmak istemiyorum." der oldu. 

Biliyorum, üstüne gitmememiz lazım yine. Elbet düzelir ama benim yüzümden enerjisini atamamazlık etmesin, çıksın, yürüsün, oynasın istiyorum. Ben çıksam gelecek, biliyorum o konuda sorun yok. Birkaç gün önce bir küçük tartışma yaşadık, dışarı çıkmıyor diye; ama ağzından, "sensiz çıkmak istemiyorum." sözünü aldım. Belki şu an burayı içselleştiremiyordur, diye üstelememe kararı aldık hemen sonra... Anne babasını da özledi, evini düzenini de; belki bizden de çok, istediği müddette çıksın bakalım dedik yine. Bu da bir dönem, yine atlatabiliriz diyor ve de olabildiğince evde etkinlikler yapabilmeyi sürdürebilmeye çalışıyorum işte hala...


Üç gün önce, 2018'de kendi adıma 10. kitabımı da okuyup bitirdim; bu kitap Arkadya Yayınları'ndan, Priscille Sibley'in Yıldız Tozu kitabı oldu... :)

Yıllar yıllar önce, bir film izlemiştim adı Yıldız Tozu idi. Orjinal adı ile çevrilmişti dilimize; Stardust. Fantastik bir film idi... Bu filmi hatırlayarak almıştım bu kitabı da, Antalya'ya gelmeden iki gün önce Yalova Özdilek'den. Konusu çok ayrı ama bir o kadar da güzeldi. Okudum yazısını yazmayı düşünüyorum kısmetse, ama kitap bende karmaşaya neden oldu. Birinin tercihini, hangi sebeple görmezlikten gelebilirsiniz? diye sorgulatıyordu kitap. Ben tarafımı çoktan belli ettim ilk 30 sayfadan sonra ve kitaptaki baş karakterin verdiği savaşa hak vererek, tam destek ile okudum kitabı. Sonunu tahmin etsem bile, nasıl olacağını merak etmemek elimde değildi... 

Tahta bloklarla geçen günlerimizde; yazıya minimum yer vardı, okumaya olabildiğince çok... Bir de yukarıda bahsettiğim oyuna takılmış durumdayız yeğenimle. Esasında en az yasaklamam gereken o oyun olması lazım, en azından hem notalara hem de klasik müziğe olan ilgisi daha da artıyor ama gözleri yorulmasın bedenen enerjisini uğraşıp atsın istiyorum işte... 

Bu aralar da böyle... Bol oyunlu, bol okumalı ve bol bol yazmalı günler gelmeye devam etsin; eğlence, iyilik ve huzur halleri ile olsun inşallah. 
Sevgilerimle... :)

2 Haziran 2018 Cumartesi

İçimde Dans Eden Bir Ben - #yillargecerken


İçimde bir enerji var bu sıra, yeniden yükselip köklenmeye uğraşan... Her şeyi olabildiğince yazmaya ve kendimi bu yönümle iyileştirmeye çabaladığım yönde, bunu da bilmeniz gerektiğini düşünüyorum; dans ediyor içimde bir kelebek, sebebi ne aşk ne de çok büyük bir iyileşme gidişatı. Sebebi benim, bence benim deliliğim... :)


İçimde bir ben var sanki, şairin de dediği gibi; "bir ben var, benden içeri.", son birkaç aydır çoğu gün kalkıp dans etmek istiyor adeta. Bunu yazmak dışında, hiçbir kişiyle konuşmak istemedim de. Bana bile saçma geldi başta. Anlaşılır mıyım, boş yere umutlandırılır mıyım diye düşünüp paylaşmadım kimse ile. Yazılarımı okuyan dostlarım çok iyi biliyor, daha önce de söyledim bunu; en çok dans etmeyi özlüyorum diye... Birkaç aydır yine daha yoğun. Ama hep içimde vardı bu hislerim.. Bir tek; atak geçirdiğim ilk zamanlar oturup soluklanmıştı, sonra yine ayağa kalkmıştı. Bir süre susturdum kendim bile duymazlıktan geldım içimdeki o tutkuyu, duyarsam daha çok canım acıyacak sandım. Meğer acıtmazmış, birkaç senedir bunu da deneyimliyorum...

Son birkaç gündür içimdeki; zumba dansı yapmak istiyor, salsa yapmak istiyor. Sebebi de basit, içimdeki enerjiyi ancak danslarla yansıtabileceğine ve yazının dışında hayata daha da akabileceğine inanıyor. Enerji verip enerji alacakmış canım, içi dışı dolu dolu ve ben seviyorum da onu... "Yapamazsın ya da yapamazsan?" diyen yanıma kulak dahi asmıyor. "Bir gün olacak, görürsün yeniden" diyor sadece.




Üstteki fotoğrafları, dün banyodan sonra bu psikoloji ile çektim. Psikoloji de değil aslında bu, içim böyle bence benim; her renkle dolu sanki. Ben dansı oldum olası hep sevdim, hayalimde hep bir dans kursuna gitmek ve belki bir dans grubunda hobi olarak da olsa dans etmek vardı... Şimdi ise en çok yaşamı mutlu yaşamak isteğime yönelik, severek yaşamak ve kötü durumlarla savaş vermek adına; hayatımda olduğunu kabul etmem gereken tutkularımdan biri, biliyorum. İster oturduğum yerde olsun, isterse de ayakta durup dans etmek; müziğin ritmine vücudunla dans ederek eşlik etmek, hala benim için değişmeyen güzelliklerimden. Hayatı sindirmenin, doğayı izlemek kadar sakin ve uçarı hisler yaratan yollardan biri benim için...


Bu ara o güzel konuşan yanıma sımsıkı sarıldım daha çok; keyfim mi yerine geldi, açıyorum hareketli müzik ve oturduğum yerde akıtıyorum enerjimi. Keyfim mi kaçtı, bu sefer yeniden toparlanmak adına biraz slow başlayan ama sonra hareketliye dönen şarkılarımı açıyorum ve toparlanmaya çalışıyorum. Bu aralar çok dans etmek istiyorum ve olabildiğince kendimi engellemiyor ve bana tedavi süreci oluyormuşçasına yine onu kullanmaya bayılıyorum... Biliyorum, artık bırakamayacağım da..

Hayat Hikayemi yazmaya çabaladığım 30 Nisan'dan beri işleyen günlerin getirdikleri arasında, başaramadığımı hissettiğim ve durakladığım anlarımda o içimdeki dans eden kelebek yine beni kendime getiriyor çünkü aynı zamanda. Diyor ki; "Yaz be; sadece sen okuyacak olsan da, gidişat hoşuna gitmese de, konular birbirine karışsa da ve belki de hiç kitabını çıkarmak istemeyecek olsan da sonra..." Ama diğer yandan da; "Salak mısın ya? Yaparsın sen, gıcıklaşma. Bir oturduğun yerde oyna da, kendine gel önce." diyor. Hepimiz biraz deliyiz içimizde bence. Bu hayat deli olmadan çekilmez diyorlar ya zaten, aynen öyle... :)


**

İçimizde konuşan yanı dinlemek güzel bir şey aslında, sağlık veriyor ve besliyor ruhu aynı zamanda... Ama ben beslenmeyi aşıyorum da galiba bazen. Hayaller kuruyorum bu alanda da, hiç gocunmuyorum da gerçekleştiremiyorum diye ama bir yanım dans ediyor boşlukta. Bazen yoruyor bu durum beni, içim gülümser ama dışımdan tepki veremez hale getiriyor. Zira kendimi hiç oturmamış gibi hissediyorum, kaldığım yerden devam edecekmiş gibi kalkaabilirmişim gibi. (Günün birinde, bu olur belki de...) Bunları yazabiliyor olmak güzel aslında, bu içimdeki hissi de sakinleştirebilmek yazmayı seviyor olduğum konusuna bağlanıyor. Şükür ki, diğerleri gibi... :)

Yazıyorum, yazıyla da dans ediyorum sanki... Bir iki omuz hareketim bile dans etmek zaten şimdi benim, biraz kalça hareketi, kolları kıpırdat, bacakları ama yalan ama gerçek ayakta imiş gibi hareket ettir, düşün bolca; derken içim kaynıyor işte, sahnedeyim sanki o an. Sahne benim, doyuma böyle de ulaşabiliyorum ben; ruhumun doyumuna...

Aslında bir psikoloğa sormak isterdim, bu kadar çok hayal kurmak doğru mu? Bir benim için değil, her birimiz için hani... "Çok hayal kuruyor olmamız, gerçekte yaşayabileceklerimize dair hevesimizi köreltmeme sebep olur mu acaba?" diye düşünüyorum. Ama çok da deneyimledim, hayalini kurduğum birçok şeyi gerçekleştirdiğimde hayallerden büyük hazzı yaşadım da çoğunlukla. Belki de hayaller sayesinde de diyorum ama...

Kafasını karıştırıyor insan kendi kendine çok düşündükçe, biliyorum ama yazdıkça şu an bir şeylerin daha net farkına varıyorum. Anladım; içimdeki tutkularımdan ve hislerimden kaçamam ve onlarla eninde sonunda yüzleşmem gerekir ama geç ama erken... Yüzleşiyorum ve bunun da varlığını kabul ediyorum. Dansa olan tutkumu yok saymaya devam etmemeye kararlıyım... Hayat Hikayem yazı dizimi yazmaya devam edemediğim şu sıralarda da bu yazıyı yazmadan devam edemezdim. Altıncısı için hazırlık yapıyorum bir süredir, konum belli "Fizyoterapiye başlama sürecimi" yazacağım. Ama gel gelelim içim "dans etmekten bahset önce" diyordu...

Dans edelim; her güzel başladığımız günde ruhumuzu beslemeye devam etmek adına, her kötü başladığımız günde bu dünyanın iyi enerjisini geri alabilmek adına... Ama slow ama hareketli şarkılarda; ama lirik, ama twist dans olsun; ama oturarak ama ayakta, dans edelim işte... Ben dans etmeye devam edeceğim, içimde dans eden birine zaman zaman tam olarak eşlik edemediğime (en azından eskisi gibi) biraz burulacağım zaman zaman; ama söz verdim kendime, bir daha onu uzun süre duymamazlıktan gelmeyeceğim...


İçinde tutkusu olan, gerçekleştiremeyen ama bir gün gerçekleştirmek için hayal kuran, içindeki sese kulak asmamaya dayanamayan ve herkes kadar kendisinin bile kabulunu göremeyen, ama içindeki sesi susturmaya içi de el vermeyen herkese ve kendime; "o tutkulara sarılalım!" diyorum. İyileşme içten dışa gerçekleşmeli ya, bize de o tutkuların varlığı gerekliymiş; tutkularıma, imkansız görünseler de sarılmayı sürdüreceğim. Yazdıkça rahatlıyorum ve bugün de içimde dans eden yanıma eşlik de ettim yine mutluyum. Yazarak ona destek verdim ama bugün en çok...

İçimde dans etmek isteyen kişiye "dur" demeyecek ve onu fişekleyeceğim, zira daha çoğuna bile ihtiyacım var; bir tutkuyu daha çok amaç edinip daha çok hayata sarılmak için... :)

Sevgilerimle...