30 Kasım 2019 Cumartesi

Gece Kuşu'ndan Notlar #3 - Olmaz Deme Olur

Saat 02:14, bugün ailemiz açısından bitmesi zor bir gün. Annemin dedesi, anneannemin babası Kara Ali lakaplı Ali Dehmen'i kaybettik bugün... Yaşlıydı, hastaydı ve bir süredir zor günler geçiriyordu ama ölümle karşılaşmak hep bir garip ya; yine öyle garip hissettiriyor her birimiz adına...


Allah bilir işini dedik, Allah kurtarsın dedik son süreçlerinde dedemin de.. 4 yıl öncesinde Annemin teyzesi için, 1,5 yıl öncesinde de annemin babası için bu dilekte bulunmak durumunda kalmıştık..  Allah topraklarını bol, mekanlarını cennet etsin büyüklerimizin...

Ali dedemiz, 90 yaşını atlatmış bir halde vafat etti. Ailemizin en büyüğü konumunda idi, ben kendimi bildim bileli... Birkaç kez hastalık da geçirip iyileştiği son süreçte dedem için yine, "hepimizi gömecek sağlıkta" demiştik her birimiz. Küçüklüğümüzden beri yoğurdu bile ısıtarak yediğini bildiğimiz kişi (abartmıyorum!), son deminde de sürecin oldukça uzun sürebileceğini düşündürmüştü bize. Onun hastalıkları yaşlılık hastalığı oldu hep, son sürecinde de Alzheimer'la beraber bu hal daha da ağırlaştı...

Saat itibariyle biten günün ikindi vaktine doğru annemin telefonu çaldı, Ayşe teyzem arıyordu; "babamın durumu ağırlaştı abla, gel." diye. Annem daha önceki gün yanından ayrılıp eve gelirken, belki de haberi bugün gelecek diye hissettiğini söylemişti... Annem hazırlanmaya gitti, 5 dakikaya kalmadan Yurdagül yengem aradı ve telefonu ben açtım. Kaybettiğimiz haberini yengem bana verdi, ben de anneme ilettim.. Aylardır çektiği hastalıklarla dolu günlere rağmen, nefesini kolay vermişti dedemiz; çok şükür... Allah işini bilir, o böyle uygun görmüş ve emanetini böyle almak istemiş demek ki. Allahım rahmet eylesin, dedemiz Ali Dehmen'e...

***

En Olmaz Gördüklerimiz De Er-Geç Oluyor Bu Hayatta...

Ben bu durumdan sebep küçük çaplı bir şaşırdım tabii, birden gelişmesine şaşırdım tabi (zaten ölüm de böyle bir şey değil mi?)... Ama daha net olarak şaşırdığım nokta, çabuk nefes vermiş olması mıydı? Yoksa Ali dedemin bu kadar sene sonra vefat etmesi mi? Bilemiyorum da...

"En olmaz görünen durumlara da erişiyoruz, belki bazı şeylerin çoğunu biz büyütüyoruz." diye düşündüm nihayetinde de.. Bugün Ali Dedem vefat ettikten sonra, birçok şey düşündüm istemsiz. Ölümle yüzleşmek bazen de bu açıdan oldukça değerli..

Saat 03.43; Antalya'dan dayımlar yolda, Ankara'dan gelen çoğu akrabalarımız geldi gece yarısınıj ilk saatlerinde ve birçok yolcumuz da sabaha burada olacaklar. Yarın ikindi namazına dedemizin cenazesi kaldırılacak..

**

Bir devir kapandı diye düşünmemek imkânsız, bildiğim tanıdığım en büyük dede o idi; ailemizde birçoğumuz açısından en büyük dedeyi de kaybettik şimdi... Bu gece "Gece Kuşu'ndan Notlar" yolcu beklediğim için vardı kısacası, öte yandan önemli bir işin daha arifesinde hissetmekten alamadığım ve yazma gereği duyduğum için.

Yarın evlerimiz kalabalık olacak, herkes aynı amaca hizmet etmek için toplanacak yeniden ve her birimizin ağzında aynı dua olacak; "Allahım sıralı ölümler versin daima!"

Allahım hem sıralı ölümler versin, hem hasta yatağında hiçbir kimseye ölümü bekletmesin. Cümle ölmüşlerimizin toprağı bol, mekanları cennet olsun...

Olmaz dediklerimiz olur, ölmez dediğimiz herkes ölür. Ölümlü dünyanın halini unutmamak için böyle hayat dersleri görmemiz, ailecek sınanmamız, sabretmeyi bilmemiz ve de bunları yine ezber etmemiz gerekirmiş; bildim... 

03.55 - D.K. - Gece Kuşu'ndan Notlar #3



27 Kasım 2019 Çarşamba

Antalya'da 1,5 Hafta - Kasım 2019


15 Kasım 2019'dan 24 Kasım 2019'a kadar Antalya'da geçirdiğimiz 1,5 haftalık zaman dilimi de anı olarak kaldı hayatımıza... (: Hatırlar mı kimse bilmiyorum ama bir ara ben "Fotoğraflarla 1 Haftam" yazıları yazıyordum. En sık yazmaya başladığım sene 2013-2014 zamanları idi. Hazır anmışken, o yazı dizime buradan ulaşabilirsiniz diyeyim. En son 2017'nin ilk haftası adlı başlıkla yazdığım 75. yazısı da burada... :)

Antalya'dan döndük döneli, ki sadece üç gün oldu, zamanın hızlı geçtiğine ve bazı şeylere çok çabuk alışıp rutini unutmaya yüz tutmadığımıza sevinir haldeyim. Şöyle ki; Antalya'da geçen günlerimiz yine daha da güzeldi, Meromla hafta boyunca üç kez dışarı çıkabildik ve gördüm ki bu düzene alışmaya çok meyilliyim şu sıralar. Aradığım beklediğim istediğim öyle bir rutinmiş gibi, ama bir o kadar da öylesi bir düzene hayatımızda hala yön veremedik ne yazık ki. Rutine dönmeden önce öylesi bir duruma iyice alışmadan döndük işte...

Hava güzel olsa daha çok kalmak isterdim ama soğuklar daha oradan dönmeden önce zora sokmaya başladı bile... Antalya'yı ve oradaki sevdiklerimizi şimdiden çok özledim, soğuklar bitsin ve yine bir an önce yaz gelsin istiyorum. Yaza daha da güzel hava koşullarında, "hayırlısıysa kısmetse" daha çok planlar yapabilelim diye... (:


Antalya'ya gittiğimizin ertesi günü Topçam piknik alanında idik, maaile; sabahtan akşama dek. Havanın ilk günler güzel olması da şansımıza idi. Antalya yağmurla karşılamadı bizi, ama yağmurla uğurladı sonra da... :)

Burada söz konusu etmeye fırsat oldu mu bilmiyorum, 3 aylık sürede Meromla susmayı bile özlemişim yine. Çok konuşacağım diye gittim, az ve öz anlattım ve bol bol da sustuk sonra... 

Sabah kahvaltısını da piknik alanında yaptık o gün, öğle atıştırmalıklarını da. Akşam da yemeğimizi yedik döndük... Bir arada olmak güzeldi de, ötesinde bir duraklamak da demekti benim için o piknik... Kahvaltıdan sonra, babam hariç tüm erkekler denize girdi. Bu erkeklere yeğenim Kağan ile kuzenim İnci de eşlik etti sonra. Biz Meromla bol bol yalnız kaldık, gezdik oturduk, fotoğraf çekindik ve sohbet edip sustuk...

Sabah kahvaltısını yaparken, bir arının yanağını sokması ile büyük bir korku yaşadı yeğenim bir de o gün. Bazen hani korktuğumuz illa başımıza geliyor ya, öyle bir andı... Arılardan korkar da zaten, bir tanesi yaklaştığında epey el kol sallamış olmalı ki, yanağını soktu kuzumun. Neyse ki, hemen buzlu ürünlerin torbalarından biriyle kontrol altına aldılar. Sonra annem krem de sürdü, iğnesi vs kalmadan şişliğin de önüne geçilebildi yani! Çok şükür ki, böcek ısırıklarına alerjisi olan yeğenim açısından korktuğumuz başımıza gelmedi; ucuz atlattık... :)

Biz Meromla bol bol yalnız kalabildik sonra; İncim ile Kağanım oyunlar oynarken koşa koşa, annemler beraber oturur sohbet ederlerken kumsalda... Yan yana olmak yine güzeldi, sarılabilme fırsatını kazanabilmek müthiş bir doyum. Bir noktada durulduk mu bilmiyorum da; şu sıra onun iş durumu, benim bir şeyleri oldurma hevesim ama o konuda ailecek tökezlemeye devam edişlerimiz bizi susturmuş olmalı. Ama bunlar daha çok laklak edip saçmalamalarımıza da engel olamadı yine tabii ki. Biriyle susmayı dahi sevebileceğimi tahmin etmezdim küçükken, ki suskunluklarımızdan bile anlamlar çıkarıyor olmalarımıza denk geldim baya baya. Topçam'da iken bol bol durulduğumuzu gördük, yeniden dalgalanmak üzere dinlenmeye çekmişiz meğer kendimizi. Gözledik orada iken öncelikle bana kalırsa, hem birbirimizi hem de çevremizi...


Beraber ailecek vakit geçirdiğimiz ilk akşamın ve piknik gününün ertesinde, büyükler çıkıp mezar ziyaretlerini yaptılar ve dedemin mezarını yaptırmak üzere sipariş vermeye de gittiler. O sırada çocuklarla beraber kaldık biz de Meryem ile... Ertesi güne dışarı çıkmak üzere planlarımızı yapıp durgunluğumuzu da paylaştık, çocukları da gözetledik. Bu sefer daha uyumlu ve daha büyümüş durumda idi kuzenim de yeğenim de, tartışmaları daha hafif ve daha idare edilebilir oldu tatil boyu... :)

Bir kitap okudum o gün, Kidega Alışverişimiz'den aldıklarımdan biri; Geçmişe Yolculuk - Stefan Zweig. Uzun zaman olmuş kısa kitaplar okumayalı, iyi bile geldi... Antalya'da bıraktım kitabı, Merom okusun diye. Okuduğum Stefan Zweig kitapları arasında en akıcısı idi bana göre, Zweig kitapları genelde akıcıdır da ama...


18.11.2019- Pazartesi günü ilk dışarı yalnız çıkışımızı gerçekleştirdik Meromla, babam bizi Işıklar Caddesi yakınlarında bırakmış olsa bile... Daha önce beraber Avm'lere bıraktılarsa da bizi, cesaret edememişlerdi bundan öncesinde böylesine. Öğleden akşama dek beraber takıldık dışarıda ve kimse ses etmedi bize. Güzeldi, bir şeyi daha beraber başarmanın gurur dolu hissi... Akülü sandalyemin aküsü sıkıntılı olsa bile hallettik neyse ki; Işıklar Caddesi'nde gezmeden önce bir cafeterya'da oturup kahve içtik, sonra da biraz Işıklar Caddesi'nde biraz Karaoğlan parkında gezdik durduk. Aküm sıkıntılı olduğu için, biraz o sürdü biraz ben işte... 


Dışarıda olmayı, rutinden çıkmayı biraz içime sindirmesi zor oldu o gün başlangıçta. Sonuçta bir süredir yaz aylarında dahi bu kadar uzun süredir dışarıda olma fırsatını yakalayamamıştım. İyi geldi ama bir o kadar da garipti. Meromun her sorduğu soruya, "Farketmez benim için" ve "Karar vermesi zor, yardım et!" demelerim o güne dair hatırladığım en net cümlelerim.. :) Dışarıda ne yapılır ne edilir, ne karar verilse en güzel olur bilemiyorum; ne istediğim neticesi de şekillenmekte zorlanıyordu bu konuda yani... Meryem'le çok güldük bu duruma ama benim için hep uzaktan dinleyip bildiğim ve daha çok televizyondan izlediğim hayatın içinde günübirlik bulunmak her ne kadar güzeldiyse ciddi anlamda  zordu da.


Dışarıda ne yapıyorduk, nasıl yapıyorduk fazla acemileşmişim! :) Cüzdan kullanmayı da, dışarıya ayak uydurabilmeyi de özlemişim öte yandan. Ama zar zor başarıyor gibi hissettim doğrusu... Zaman zaman ait hissetmiyorum, zaman zaman da tam yerimde imişim gibi hissediyorum. Bir uyuşukluk hissediyorum kafamda bazen de, nerede olduğumu bilemiyorum mesela! Dışarıda telefon kullanmakta zorlanıyorum, bir o kadar da fotoğraf çekmeye pek hevesliyim... Dışarıda çekindiklerimizden en güzel fotoğraflarımız o gün çıktı bence, yandan ya da arkadan çekilen fotoğraflarımı sevmem pek ama üstteki kolajdaki fotoğrafları çok sevdim mesela... Dışarıda kahve içtik, gezdik, yemeğimizi yedik, fotoğraf da çekindik ve oturup canlı müzik bile dinledik. Benim için dışarıda geçirdiğimiz her gün ayrı güzeldi ama o gün ayrı idi tabii ki! :)


Ertesi gün evde idik ve de bu sefer yalnız başımıza... Kuzenimiz İnci kreşinde iken, yeğenimi de annem, babam ve dayımlarla gezmeye gönderince ev bize kaldı akşama dek! Saç baş yapıp, Temizlik Benim İşim programını izledik beraber. Her günün ayrı kahve rutini vardı, evde yalnız kalsak da kalmasak da. Kahve eşliğinde müzik dinledik o gün yine... O günün fotoğrafı tek bu konu üzerine idi, "Meryem saçımı yaparken biz!" diyerekten... =)


20.11.2019- Çarşamba günü Konyaaltında idik... Birkaç gün önce Boğa çayının yeni halini görünce, Meryemin aklına beni oraya da götürmek gelmiş. İki sene öncesine kadar buralar daha düzensiz idi, gerçek anlamda değişmiş Konyaaltı; sahili de, yürüyüş ve bisiklet yolları da çok düzenli bir hal almış! Yazın yine engelliler için ayrılmış sahillerinde olmak kısmet olur inşallah, acaba oraları da nasıl yaptılar merak ediyorum tabi... 

Biz biraz Boğa Çayı'nın kenarında bulunan parkı gezdik, sonra arkadaşları geldi Meromun Starbucks'a geçip kahve içtik beraber... Oradan kalkınca da, boğa çayı kenarından geçip konyaaltı sahilinde çimenlerin üzerindeki bank tarzı oturma yerlerinin orada takıldık. Gün boyu gözlemleme fırsatı buldum kendime o gün de, sahilde gençlik neler yapıyor ve nasıl vakit geçiriyor diye... Çok şey kaçırmış gibi hissetmedim ama bir o kadar da kaçırdığım çok şey var gibiydi. Yine de o gün birkaç aydır içimden geçen, "hayatı kaçırıyorum" hissine dur deyip "anı yaşamayı" da yine ihmal etmedim... :) Gelen herkese teşekkür ederim, gerçekten benim için ayarlandığına sevindiğim ve derinden gurur duyduğum güzel bir gündü...


Evde geçirilen vakitlerimiz de boldu tabii, hep Meryemle benden bahsediyorum ama kalabalık sofralara oturup, beraber çay içtiğimiz akşamlar hep vardı... :) Mehmet dayımlarda kaldık ve Hatice yengecim nefis sofralar kurdu bize yine, ellerine sağlık. Gemlik tayfasıyla, Antalya tayfasının şakalaşmaları bol takılmalarına şahit olduk bir de yine. Dayı yönünden bol bir tatildi, Gemlik'ten annemin bir dayısı ve yengemizle gitmiştik; orada iki dayım var, derken akrabalar açısından birlik beraberliği bol günler geçirdik. Yengemin ailesi ve biz, yine güzeldik - biz bizeydik... Bilmiyorum siz de sever misiniz kalabalıkları ama ben sevdiklerimden oluşan kalabalıklara arada çok ihtiyaç duyuyorum böyle. Hatice yengemlerle sohbetlerimize ve keyiflerimize çok alışmıştık geçen seneden de, sakince oturmalarımız az olduysa da yine hakimdi ya işte! Şükür. :) 


Sanırım bu tatilden tek şikayetim, ciddi anlamda tatlı yerken zorlanıyor olmamdı; Meryem de, yengemler de çayı kahveyi bizimkiler gibi tatlısız içemiyorlar. Tamam, kendi evinde dur diyebiliyorsun da; misafirlikte olmuyor o öyle! :) Ev sahiplerinin ikramları bol ve benim gelen tabaklara saygım sonsuz olunca, o tabaklar en az yarılanmadan ve yarılanmışken de "nimete saygısızlık olmasın diye" bitmeden gidemiyordu. Tatil boyu tatlıdan yana sıkıntı çektim, ciddi anlamda tatlıyla aramıza dağlar girmiş; benim tatlıya karşı eski samimiyetim kalmamış, meğer yeterince sevmiyormuşum artık! :))


Bir akşam Meromun yeni evlerine de gittik, ilk kez odasına da girdim dostumun. Odasını incelerken bir ilki daha gerçekleştirip yerinde inceledim kitaplarını! Sağolsun 6 kitap daha ekledik okuyacaklarıma; durabilir miyim, eşitledik durumu işte. Onun da benim de okuyacak çok kitabımız oldu yine... (: Evlerinde sağlıcakla otursunlar inşallah, daha geniş zamanda yine gitmek de nasip olsun inşallah...

Bir gün Kağan'ın kitaplarından birini okudum sonra; "Çocuklar İçin Nasreddin Hoca Fıkraları". Birçoğunu kendime göre çok çocuksu buldum fıkraların ama birçoğunu da çocuklara göre fazla anlamlı buldum. Güzel öğretiler ve birden fazla anlamları içinde barındıran fıkralardan ikisini sizlerle paylaşayım bu arada;

Sevsem De Yeri Var
Bir gün varlıklı, ama kimseye yardım etmeyen, eli çok sıkı adamın biri Nasrettin Hoca'ya, "Hoca! Bakıyorum sen de parayı seviyorsun!" demiş.

Hoca hemen yanıtı yapıştırmış:
"İnsanı birtakım vicdansız, hasis adamlara muhtaç etmediği için sevsem de yeri var." (Sayfa 50)
Adam olmanın yolu
Bir gün Nasreddin Hoca'ya: "Adam olmanın yolu nedir?" diye sormuşlar."Kulak!" demiş. "Bilenler konuşurken can kulağıyla dinlemeli. Kendi söylediği sözü de kulağı işitmeli." (Sayfa 50)


Ve esasında bizim orada olmamıza denk geldiğine sevindiğimiz o güne gelelim, Meromun doğum gününe... :)


23.11.2019; yıllar yılı ilk defa tam gününde bir arada bulunabildik Meromun doğum gününü kutlamak üzere... Genelde biz yaz aylarında Antalya'da bulunduğumuz için, Kasım ayında hep uzaktan kutluyordum doğum gününü. Ama yaz vaktine denk geldiği için, benim doğum günümü neredeyse tanıştık tanışalı hep bir arada kutladık... Yani ilkokul zamanında hep şanssız ben olurdum küçükken, sene içinde doğum günü kutlanmayan kişi olduğum için. Bu sefer Meryem açısından şanssızdık, bu zamana dek bir arada bulunup doğum gününü kutlayamadık; bu sene o şanssızlığı da kırdık vesselam! :)

15 gün öncesinden, sık takıldıkları cafeterya'da arkadaşlarıyla buluşmak üzere plan yapmıştık; o gün güzel bir gün olsun diye önceden, olurlarını olmazlarını da bol bol tartıştık. 23.11.2019 günü sabah kahvaltısında ailecek birlikte idik yine ve öğlen sonuna dek önce dedemin mezarını ziyaret ettik, sonra yeni evlenen yengemin yeğeni Buse'lere ev oturmasına gittik. Derken 5'den sonra da cafeterya'da Meromun arkadaşlarıyla bir arada idik, taa ki 23.30'a dek... :) 

Güzel bir akşam oldu; hep gülsün benim dostum bizlerle, hep daha niceleri olsun mutluluklarının diliyorum ki yine. Yeni yaşında kısmetler onu bulsun, o da bu kısmetlere hazırlıklı olsun; her ne olursa olsun hayırlısı olsun ve güzellikleri de beraber karşılayalım. Zorluklar da olsa, sonucuna zor da ulaşılsa; başarırız beraber yine nasıl olsa... (:

Yeni ortamlarda bulunmak, yeni insanlarla tanışmak ve bu insanlar tarafından samimiyetle karşılanmak benim için bu tatilin ana hatlarıydı yani. Ailemizin desteğiyle o ortamlarda bulunduk önce, sonra o ortamdaki arkadaşlarının samimiyetiyle karşılandık; güzel günler geçirdik Meromla bu bir buçuk haftada, daha nicelerine sağlıcakla olsun inşallah. Ben yaz için şimdiden hazır olmaya çabalayacağım, Meromlara da söyledim "yaza kısmetse daha çok buradayım!" diye. Hadi kısmet... :)


Ve dönüş sabahının kahvaltı sofrasında "Hatice Yengem" tarafından çekilen fotoğrafımız.. Ah be yengem, toplu fotoğraflarda hep sen yoksun! Neyse, bir dahaki görüşmelerde buna dikkat edelim. ;) (Bende fotoğraflar eksikmiş bu arada. Meryemlerin evinde bir arada iken, ailecek yeni yaşı için üflenen pasta ile fotoğraflarımızı almayı unutmuşum; Kağanım, İncim, Meryem ve ben, o fotoğraflar da dehşetti! Alınca facebook sayfamda paylaşırım onu da inşallah... :)


Fotoğraflarla Bir Haftamız böyle geçti işte; bol bol bir arada bulunmalar, hoş sohbetler ve bol vakitler ile. Benim için olduğunca rutinin dışında kalabalıklarla yani... Gemlik'ten iki araba geldiğimiz gibi, 24 Kasım 2019 günü Isparta üzerinden gezerek dönüş yoluna koyulduk bu sefer de. Isparta Eğirdir'i gezdik ve Mustafa dayımlar Ankara'ya bizse Bursa istikametine olmak üzere oradan da ayrıldık. Akşam üzeri 22.00'da evlerimize varmıştık  hepimiz de. Şükür ki, bir güzel tatilin daha böyle sonuna geldik. Nicelerinde yine yazışmak üzere inşallah... -- Okuduğunuz için teşekkürlerim ve sevgilerimle. =)

...

Bitirmeden önce söylemek istediğim sözlerim var; eskiden bu yazılarımı yazarken hep, "şu gün şunu yaptım, bugün bunu yaptım" şeklinde ilerlerdi ve o zamanlar da hep bir yetersiz gelirdi bu bana. Sonra zamanla geliştirdim bence kendimi ama (Buraya gururlu bir gülüş lütfen!)... Şimdi ise, daha çoğunlukla o gün neler kazandığıma yönelmeye uğraşıyorum bu tarz yazılarımda. Bazen bu tarz yazıları yazmaktan hep başlangıçta çekindiğimi görsem de hala, sonucunda bunun gibi yazılarım ortaya çıkıyor işte. Yaşadığım günlerde bir tarz öğrenmişlik veya tecrübesiz düşüncelerle doluyor diye. Zira sonralarda okuduğumda hep öğrendiklerim ve kendimce gözlemlediklerimle "iyi ki yazmışım" diyorum. İyi ki yaşamışım ve iyi ki yazmışım yine... 

Yaşadıklarımıza, yaşanmışlıklarımıza ve öğrendiklerimize de sevgilerimle... (:


22 Kasım 2019 Cuma

Kidega Kitap Alışverimiz - Kasım 2019

D&R haricinde ilk defa bir kitap alışveriş sitesinden alışveriş yaptım bu ay, Kidega... :)

Kidega ile "En para" sayesinde tanıştım, sanırım Ekim ayıydı. Diyordu ki En Para çalışanı, "En Para ile Kidega üzerinden her ay alışveriş yaptığınız 50 TL ve üzeri ilk alışverişinize, yıl sonuna dek geçerli kampanyamız ile bir adet kitap hediye ediyoruz." İşte bu sebepten alışveriş sepetimi diğer sitelerde kıyaslama yapıp en uygun -hem fiyat hem de stoklar sebepli olarak- Kidega'dan yaptım. Tavsiye ediyorum da tabii ki... :)


Yeğenim Kağan'ın sınıf öğretmenlerinin okumalarını istediği kitap listesini tamamlamak gerekince, bir ay erkene çektim ben de alışverişimi; fırsat bu fırsat diyerekten... 10 kitap onun, 8 kitap benimdi. 11'inde sipariş ettik, hemen ertesi gün kargom hazırlandı ve kargoya verildi... 

Bu noktada belirtmem gerek; Kidega'nın en sevdiğim noktalarından biri, almak istediğim ürünün tedarik sürecini sepetimde görebiliyor olmam idi. Zira 15'i sabahı Antalya'ya yola çıkacağımızı bildiğimden sebep, birkaç kitabımı sepetten çıkartmak durumunda kaldım. Zira o çıkarttığım kitapların tedarik süreleri 2 gün veya 3 gün gibi sürelerdi. Sipariş ne kadar çabuk hazırlanır ise o kadar iyi diye, bir günde tedarik edilebilir idi sepetimdeki tüm kitaplar... :) 


İlk olarak Kağanımın kitapları ile başlayalım, ki birçoğu okumak istediğim ve Robin Hood harici diğerleri de okumadığım kitaplar benim. Kağanımla beraber okuyup yeğenimi sınayacak olan benim ve tabi bu durumdan da faydalanabilecek... 

Ne yazık ki ilkokulda ben kitap okumayı sevemedim, sevemediğim kitapları okumayı bırakabilmemin mümkün olmadığına bağlıyorum bunu da. "Küçük Lord" korkulu rüyamdı misal; o hikayeyi bir türlü sevememiş ama hep 9.sayfada kaldığım halde baştan okumamın öğretmen ve velilerim tarafımdan öğütlenmesi sebep, her defasında daha çok gıcık olmuştum o hikayeye... :))

Ortaokulun ortasından beri kitap okuyorum işte ama esasen lisede alışkanlığımı hayatıma kazandırdım; ortaokulda İpek Ongun, lisede ise Alacakaranlık serisi ve Canan Tan kitapları şimdiki kitap okuma alışkanlığımın başlangıcıdır. (:

Türkiye İş Bankası Çocuk Kitapları;

1.) İnsan Neyle Yaşar - Tolstoy
2.) Bambi - Felix Salten
3.) Polyanna - Eleanor H. Porter
4.) Oliwer Twist - Charles Dickens
5.) Moby Dick - Herman Melville
6.) Çocuklar İçin Nasrettin Hoca Fıkraları -Derleyen: Mehmet Fuat
7.) Robin Hood - Howard Pyle
8.) Kayıp Dünya - Arthur Conan Dyle
9.) Küçük Deniz Kızı - Hans Christian Andersen
10.) Gulliver'in Gezileri - Jonathan Swift
Gelelim benim kitaplarıma, dedim ya sekiz adet diye; o sekiz adete karar kılana kadar, kaç kitap daha sepetten çıktı. Hepsi de maalesef tedarik süreleri uzun olan kitaplardı... 

Kitap alışverişimde bu seferki amacım, daha önce okumadığım ve okumak istediğim yazarların kitaplarını almaktı tamamiyle. Ama içine iki adet okuduğum yazar girdi maalesef, atmaya ise bir türlü gönlüm razı gelmedi! :)

Kitap seçmek zor bazen ama daima en güzel alışveriş benim için. Bilen bilir, eğlenceli de olsa sıkıntılı süreçler de geçirilebilir. Öyle oldu işte! Bir gün uğraştım ama değdi. Aşağıya ilk önce okuduğum yazarların kitaplarıyla başlayıp listeliyorum bu alışverişimde kendime aldığım kitaplarımı;

1.) Geçmişe Yolculuk - Stefan Zweig (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - Modern Klasikler Dizisi - 112); Antalya'ya geldiğimizin ertesi akşamı başladım (16.11.2019), ertesi gün öğlen bitirdim. Fırsat bulduğum anlarda okuduğum ve yine su gibi akan hikayelerinden biri idi benim için. :)

2.) Kalbimin Can Mayası - İclal Aydın (Artemis Yayınları); Bu sene içinde ilk kitabını okuduğum ve ertelemek istesem de yeni çıkan ikinci kitabını da okumak istediğim o Ayvalık hikayesinin yer aldığı Üç Kız Kardeş'in devam kitabı. Dönünce okuyacağım inşallah.

3.) Ben Kirke - Madeline Miller (İthaki Yayınları); Hep derim, çok söylenen ve önerilen kitaplardan korkuyorum diye. Ama bu sefer başka; hem mitolojik bir hikaye, hem de İthaki Yayınları kitabı. Az biraz çekincem olsa da yine, güveniyorum bu kitabın hikâyesine de.. :) 

4.) İki Yeşil Su Samuru - Buket Uzuner (Everest Yayınları)
5.) İncir Kuşları - Sinan Akyüz (Everest Yayınları)
6.) Patasana - Ahmet Ümit (Everest Yayınları);

Bu üç Everest Yayınları kitapları, Midi boy kitaplar kategorisiyle indirimde idiler. Kitapların gerçek boyutlarından küçültülmüş halleri ve gerçek boyutları gerçekten daha pahalı. Ben bu boyutlarının her birine 8 TL verdim, bence daha uygun bir fiyat.. :) Aynı zamanda üçü de daha önce okumadığım ve çok okumak istediğim yazarlar kategorisinde idiler. Kitapları da aynı şekilde denk geldi, şükür ki! 

7.) Yeraltından Notlar - Fyodor Dostoyevski (Can Yayınları); Liseden beri okumak isteyip de, klasikler dizisinde olduğu sebeple bir uzak durduğum kitap idi. Yazarı da aynı şekilde, fazla klasik olduğu ve benim hep bir klasiklerle karşılaşmalarımın kötü olması sebepli ertelenen bir tanışma. (Ne yazdım be! Ama kısa cümlelerimle daha uzun olurdu burası...) Bir mutlu tanışma mı olacak göreceğiz, yazarla ikinci kitabı sayesinde tanışacağız işte. 

8.) Leydi Susan - Jane Austen (Kanon Kitap); Ve Kidega ve En para ortaklığıyla hediye kitabım, daha önce hiç okumadığım bir yazar ve de tanışmadığım yayınevi. Jane Austen en klasiklerden esasında ama Gurur ve Önyargı kitabından kaçtığım gibi kaçamadım bu kitaptan, hediye kitabımı seçme sırası gelince... :) 

İşte bu kitaplarımın yanı sıra, bir de okumadığım bir kitap daha var evde. Bu alışverişimle gelen kitaplardan okuduğum bir kitabı çıkarır ve listeye onu ekler isek, Kağanımın kitapları ile 18 okuyacağım kitabım var. Hadi kolay gelsin bana! Antalya'dan dönünce ama! :)

Antalya'dayız işte şimdi, 15 Kasım'dan itibaren, ilk dönem içi bir haftalık tatilden istifade görevlerimizi yapmaya geldik; dedemin mezarını yaptırmaya ve de bir arada bulunup anneanneme dedeme, yengemin babası Hüseyin amcaya ve tüm ölmüşlerimize dualar hediye etmeye... Allah kabul etsin inşallah.

Fırsatları da kolluyor, Meromla ve kuzenim İncimle bol bol vakit geçiriyoruz burada. Bir hafta bitince de döneceğiz kısmetse. Bu yazımı da aradan çıkarttım böylece, benim çok severek yazdığım bir yazı oldu yine ve umarım siz de severek okursunuz dileklerimle. :)

Okudum yazılarında, kitap sohbetleriyle yorumlarda buluşmak üzere; bol okumalı, bol hikâyeli günler diliyorum hepimize. 

Antalya'dan sevgilerimle, Didem Köse. (; 

15 Kasım 2019 Cuma

Hayat Hikayem #8 - Haziran 2013 Ve Hayat Yorgunluğu


Hayat Hikayem serisini yazmaya ilk başladığımda, sanıyorum ki düşüncem birkaç ayda bir yazı yazmak ve tamamlayıp bir köşede bulunur halde kalmasını sağlamaktı. Fakat ben ne yaptım, çoğu zaman senelik olarak bu yazı dizime yazmış bulundum ve hala da "ara sıra" yazmaya devam ediyorum... :) Gerçi böyle zamana yedirmek, daha da gerçekçi ve uzun zaman sürmesini sağlar olması bakımından iyi de oldu ya... Hayat Hikayem adlı yazı serimin tüm yazılarını burada bulabilirsiniz...

Bu yazımı yazmaya niyetlendiğim birkaç gün öncesinde de, 2018 tarihinde yazdığım 7. yazımı görünce utandım tabi ki. :) "Senelik yazmaya başlar olmuşum" dedim ama farkedemediğim esas şey daha öncesinden bazı konuları yazmanın bu kadar zor olacağını tahmin etmediğimmiş...


Bu yazımda anlatacağım konu, bir sene önceki şu yazımın sonunda bahsettiğim "İkinci atağım" mevzusu. O yazımda çok fazla soru işareti bırakıp bitirmişim konuyu. Hala anlatmak istiyor muyum neticesinde çok düşündüm bu zamana kadar. Sonucunda "anlatmak istediğim" konusunda da emin olduğum için buradayım işte... :)

Son atağım diye bahsettiğim ve sonrasında ötesi olmasın diye uğraş verdiğimiz, başlangıcından itibaren bugüne dek gelişen olayları da deneyim diye görmemi sağlayan o atağım gerçekleştiğinde, bu bloğum vardı aslında. Atak neticesinde anlatabilmem aylar almıştı diye hatırlıyorum. Hala az biraz utanıyor olsam da, o atak biraz ben sebepli idi; yine ben "bana bir şey olmaz" düşüncesinde bulunduğum için gerçekleşti. "Olacak olana çare yok" diyoruz ama tecrübe kazanmam ve kendimi dayanıklı bir ben kılmam için gerekiyordu de diyorum şimdilerde ciddi anlamda... Keşke'm ise yok! Bu sefer, ta ilk andan itibaren de yoktu. Tekrarı olmasın diye daha bilinçle çabalayan bir ben varsa yaşanan zorlukların sayesinde geliştirdim kendimi, yaşandı ve bitti... :)

O bahsettiğimiz atağa kadar, yer yer yürümekte zorlanıyor ama yine de desteksiz yürüyebiliyordum aslında. Ama güçsüzlüklerim de başlamıştı tabii. Bazen kalkıyordum ki yürümekte çok güçsüzüm, bazen kalkıyordum ki vücudumun geriden biri ittiriyor gibi hissettirmesine rağmen kontrol bende ve yürüyebiliyorum... Yeğenim Kağanın ilk yaşını doldurmaya yaklaşık 2 ay kala idi, ülkemde üzücü bir şeyler olmaya başladı; Gezi olayları. Şimdi birçok kesimce küçümseniyor veya birçok kesimce de başka "provokatörlük" olarak görülüyor; ama o zamanlar çok kişinin canı yandı, bu da es geçiliyor. Başlangıçta kamp eşyalarıyla başlanan, sadece eylem yapma hakkını kullanan insanların varlığına provokatörler de katılmıştı elbette. Bence o zaman diliminde yaşananları da, öteki dünyaya gitmeden netlikle bilemeyeceğiz hiçbirimiz. Ama bence sağ sol yok, biz diyebilen hepimizi kapsayabilen bir kesim vardı o zaman diliminde...

Kendi perspektifimden anlatıyorum; bir ağaç davası oldu o dönem, hala da sürüyor esasında. Korkutulduğumuz ise, herkesin o dönemi 1980 dönemi ile bağdaştırma hevesi idi. Olur da öyle bir şey olur ve tüm ülkeye yayılırsa, bu ülke bir darbeyi daha kaldırabilir miydi? Ama görünen kısımda ise; Ülkenin yeşil alanı o zamana dek ve o zamandan bu yana olmak üzere çok fazla yakıldı yıkıldı ve talan edildi. O dönemde her ne kadar inkar edilse de, bir grup insanımız "lütfen burada bir durun" demek istedi. Gördüğümüz tablo bir kesim insanın kamp eşyalarını, çadırını, kitabını, çay ocağını, masasını ve sandalyesini kaptığı gibi geldiği idi başlangıçta. Sonra polis müdahalesi, provokatörlerin ortaya çıktığı söylentisi, ortamın karışması ama bunları hiçbir haber kanalının yayınlamayışı; sadece internette "gönüllü muhabir" adı altında alabildiğimiz twitter yayınları ile mevcuttu...

Her ne olursa olsun, bu ülkenin kötülüğünü istemeyen kısımdayım ben de. Ama gel gelelim haber bültenlerinin işlevini yerine getirmediği bir ortamda, canlı yayınlar üzerinden insanların püskürtüldüğü ve dövüldüğünü izliyorduk biz o yayınlardan. Gördüklerimiz göreceklerimizin başlangıcı imiş meğer, sonraki senelerde bombalar patladı ülkemde ve nice insanlarımız şehit oldu terör savunucularının destekleriyle... (Bu yazı vesilesiyle, hepsine bir kez daha Allah rahmet eylesin dilerim ki!) 

Gezi olaylarında insan odaklı düşündüğünüzde, elinde hiçbir suç aleti bulundurmadığını savunan insanlarımızın canının yandığına şahit olduk bizler. Bir de öte yanda provokatörler vardı, onları hiçbir şekilde savunmuyorum. Ama esas gezi ruhu, mizahla birliktelikle büyüyen ve doğayı düşünmek geleceğimizi düşünmektir amacı ile büyüdü. İyilikten yana bir yerde büyümeye devam ediyor bana kalırsa. İyi anlamda konuşuyorum, ciddi anlamda bu yazıyı yazmak zor benim için; zira bir yandan da korkuyorum, gezi olaylarını gözlemlediğim kadarıyla anlatıyorum diye yanlış anlaşılır mıyım? Veyahut bir ceza dahi yer miyim acaba?! diye. O dönem birkaç twitten terörist diye içeri atıldı nicesi, nicesi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı eylem hakkını kullandığı ve belki de kendini savunacak bir avukat bulamadığı için... Dedim ya, bilmiyoruz. Zira o dönem birçok kişi ispatlayamadığı birçok varsayım attı ortaya... Gelmiş geçmiş olsun, hiçbir şekilde bir daha öyle bir zaman diliminin yaşanacağı koşullar oluşmasın ülkemde inşallah! Ben o olaylara iyilik yönünden bakabilen, baştan sona tüm olayların provokatörlerin eli olmadığına inanan ve amacının "hükümet düşürmek değil!" de, her yeri yakıp yıkmanın tek çare olmadığını düşünenlerin başlattığını düşünenlerdenim.. (Dedim ya, belki de gördüklerimiz bile gerçek değil. Gerçek nedir, yaşananlar netlikle neydi; kim bilir?!)

Benim bununla ne alakam var, niye bu kadar anlatıyorum değil mi? Sadece üzüldüğüm noktayı gördüklerim ve kavradıklarımla anlamanızı rica ediyorum. O zamanki beni anlayabilmeniz neticesinde kendi gözümden anlatmam gerekli zira...

İnternet üzerinden twitleri takip edenlerdendim o dönem, ülkemde hiçbir söz hakkımız yok mu? Sadece ve sadece istekleri bildirmek de hata mı bu ülkede? diye sorguluyordum kendimce diğerleri gibi... Provokatörlerce, birçok kez amacından saptırılmış ve çok noktayı yanlış yere sürüklemiş olanların sayesinde, canlı yayınlarda polis eziyeti ile karşılaşanları ve eylem haklarını ellerinden alanları gördü bu gözler. İnsanlığın öyle olduğu dönemde, birçok yerden ölüm haberleri geldi sonra. Çok üzüldüm, ciddi anlamda çok üzüldüm!


İçimde püskürmeye hazır bir yanardağ taşıyorum diye söylerim hep, atak geçirme mevzusu ise bu yanardağın lavlarını püskürtmesiyle eşdeğer... Tabi ki insan bir dersi öğrenene kadar, hayat onu tekrarlıyormuş; ikinci atağın gerekliliğine bu sebeple de inanıyorum, kendime ve hissettiklerime ne ölçüde dikkat etmezsem olabileceklerimi bilebilmem adına! O süreçle başlayanlar beni güçlendirdi sonrasında...


3-4 gün kendime bir sebep bulmuştum o sıra, bu sebebe sıkı sıkıya tutunduğumu farketmem zaman aldı... Okulu bitmiş ve bir senedir kendi istediği gibi hareket edemeyen bir genç kızın ihtiyacı, belki de can sıkıntısını bir amaca-uğraşa yönelterek varlığını ciddiyetle kavramak ve de kavratmaktı. Kabul ediyorum, düpedüz o kadar kendimi yıpratmam salaklıktı! Ama yaptığım, sadece gördüklerim karşısında neler oluyor diye sorgulayıp ağlamaktı. Veyahut ben öyle sanıyordum! Üzülüyordum, kafamı bir yerlere odaklamam gerektiğine inanıyordum. O sırada olanlar bu isteğimi yeterince karşılamıştı. Ömrüm boyunca haberlerden olabildiğince bıkmış olmama rağmen, o dönem neredeyse sabah akşam haber sitelerini takip eder olmuştum! Çünkü hayatımda güzel bir şeyler oluyorsa da, benim istediğim daha fazlasını yapabilmek, yani çalışabilmek ve diğer yaşıtlarım gibi hayatın içinde kendimi bulabilmekti. Tutunamadığım noktalarla, meşguliyetimi yakınımda bir yerlere vermek yetmiyordu ve kendimle başa çıkamıyordum da o zamanlar... İçime çok fazla şey attığım bir sene idi, bir yandan mutlu idim bir yandan da çok düşünceli... Derken benim dersim beni buldu. (Şimdi düşünüp anlam veremediğim tek şey, ondan önce de yer yer birçok üzüntü yaşadığım, fakat öyle olmadığım...)





Birkaç gün içinde oldu bu sefer, her ne olduysa... 

O dönem ablamlarda kalıyorduk, yeğenim Kağan'a baktığımız gerekçesiyle ve birkaç haftada bir haftasonları geliyorduk evimize (Yaklaşık7 ay olmuştu). Onun haricinde daha çok babam haftanın son işgünü çıkıp geliyordu yanımıza, haftasonumuzu beraber geçiriyorduk işte... Ablamlar Bursa'nın uzak bir semtinde, bizse yine Gemlik'te oturuyorduk. Bu bahsettiğim üzüntü hali ise bir iki akşamda oldu, babam bizi alıp Gemlik'e götürmek için ablamlara gelmişti. O dönem balkon pencerelerimiz takılacaktı, iş çok uzarsa en fazla birkaç gün daha Kağanla beraber kalacaktık ve sonra babam yine bizi ablamlara bırakacaktı... Haftasonuna doğru babam geldi, o akşam da yemeğimizi yedik ve Kağanım da uyuduktan sonra evimize geldik. Ertesi gün (12.06.2013) ve bir ertesi güne dehşet ağrılarla uyandım, üzerimde bir peltelik hakimdi. Sanırım ablam da izinli idi de, o da geldi bizimle. Oturduk sohbet ettik, ağrılarımı söyledim. Pencereler takılır iken Kağanımı oyaladık, saçımı topladık ve fotoğraf bile çekindik...


(O güne dair, üstteki kolajlarda da görüldüğü üzere... Kriz anlarını dahi iyi geçirebilmek için, o zamandan yana daha fazla olmak üzere, anın olumlu hislerine odaklanır haldeyim işte. Fotoğraf çekinmek olsun, örgü örmek, kitap okumak ve yanımdaki kişiyle sıkıntılarımdan daha fazla uzaklaşmak adına ne yapabilirsem işte. Faydasını hala görüyor olduğumu düşünüyorum! Yazı yazmak ise her daim hayatımda şükür ki, ben buraya yazamasam da ara ara...)


Aynı gün, öğlen sonuna doğru yeni aldığımız arabamızın emniyette imzalamam gereken belgelerini imzalamaya gitmemiz gerekiyordu babamla. Arabamız benim raporumun üzerinden, vergiden muaf uygulaması ile alınmış bir araba... İmzalarımı atabilmem için babamla indik aşağıya ve imzalarımı attık döndük sonrasında. Ama eve gelene dek ağrılarım her yerimi hastalıklı bir sinek ısırmış da acısını çekiyormuşum gibi devam etti. Sanki "hafif görünen ama ağır hissetmeye gittikçe devam ettiğini" anladığım üzere, bir salgına yakalanma sürecini yaşıyormuşum gibiydi...

Eve geldik, sonrasının daha ciddiye bağlanacağını tahmin edemiyordum hala. Yemeğimi yedim ve annemlerle oturabildiğim kadar oturduktan sonra, "Yorgun olduğumu ve uyursam belki yarına daha iyi hissedebileceğimi düşündüğümü" söyleyerek yatağıma gittim. Ertesi sabah da bambaşka bir hayat başladı bizim için. Kol ve bacak kaslarımda ağrıdan başka bir his yoktu. Acı tüm vücuduma yayılmış ve hakimiyetim kaybolmuştu. Parmak uçlarımla bile herhangi bir nesneyi kavrayarak tutabilemez halde idim o sabah başlayan sürecin ilk haftasının sonunda... Kendimi öyle garip bir korku içinde ve neyin sebep olduğunu düşünemez halde buldum ki, her sabah ayrı bir his ve beklenmedik sonuçları ile karşılıyorduk. O zamanlar nasıl bir şeyin içinde olduğumuzu bilemedik yine bir süre...

O gün geçip gidecek bir hastalık diye düşünmek istedim, moralimizi düzeltmeye ve güne devam etmeye uğraştık ama gittikçe artan ağrılar birçok kasımı benden bağımsız halde tutmaya devam etti. Bir ertesi gün fizyoterapistimi çağırmıştık, durumun ciddiyetini de nihayet o gün kavramıştık... Kasların yine ciddi bir tutulma içerisinde olduğunu öğrendik, ama hastaneye gidemez halde idik. Ambulans ile çıkartılmam gerekiyordu, zerre hiçbir yerime dokunduramaz halde bir odadan bir odaya geçirilirken bile ağrılarla kıvranıyor ve sadece bu sebepten ağlıyordum...

Evde bakım hizmetine başvurmamızı söylediler, hastaneden bir ambulans yönlendiremiyorlarmış başka türlü! Başka türlüsünü gerçekleştiremeyince, var olan koşullara da uymayı kabulleniyorsunuz; en kötü halinizde bile... (Neyse, burayı hızla geçiyorum!) Evde bakım hizmetlerine durumumu haber verdikten sonra, onların bize geri dönüş yapıp gelmesi 2 haftayı aldı. O iki haftayı, fizyoterapistimin de desteği ile haftalık fizik tedavime devam ederek ama her gece uyuyamayarak geçirdik. Annem başımda nöbet tutuyordu, hiçbir şekilde rahat uyku uyuyamıyordum zira. Otururken nispeten daha fazla dayanabiliyordum ağrılara, ama yatarken beni tırmalıyordu bir şeyler sanki... Babam fabrikalara yemek veren bir şirkette araba başında çalıştığı için, onun yatmasını ve bizi duymamasını istiyorduk her defasında. Çünkü gece boyu ne kadar sıklıkla olduğunu kavrayamadığımız kadar çok pozisyon değiştiriyorduk; kendi bacağımın ağırlığı, bir kolumun veya bir elimin bile diğerine dokunuşu canımı yakıyordu. Sağ sol şekil değiştirmek bir yana, bazen sırt üstü bazen de yüz üstü yatmak durumunda kalıyordum; ağrılarımı hangi pozisyonda nasıl daha dayanılır kılabilirim diye uğraş veriyorduk yani annemle, sabahlara dek... (Her zorlu gecenin son olmasını temenni ederek, yaklaşık 3 hafta geçirdik öyle annaciğimle! Allah razı olsun bir kez daha, ben razıyım zira sonuna kadar. Allahıma o gecelerimin baş yardımcısını hayatımda var ettiği için bir kez daha çok şükür...)

O süre boyunca çok az zaman dilimleri içerisinde telefon kullanabilir haldeydim, çünkü telefonu tutmak ve bir şeyler yazmaya uğraşmak da yorar olmuştu zamanla. Ama öte yandan fotoğraf çekip ve de çekinip paylaşım yapmak da hayatta tutuyordu beni, zira telefonda yazmak az biraz mümkündüyse de kalem tutabilmem ve hareket edebilmem epey zorlar haldeydi beni...

 Az biraz bilgisayar kullandığımı hatırlıyorum ve de onda bile çok zorlandığımı. Televizyondaki gündüz kuşakları, gelen giden ve izleyebildiğim kadarıyla film izlemek beni günlerce oyaladı o sıra... İlk bir iki haftasını hatırlıyorum o sürecin, çatal kaşık dahi tutamadığım ve telefonu avuç içimde tutarken parmaklarımla yeterince aktif olamadığımı gördüğüm üzere, teknolojiden bile zevk alamadığım zamanlardı. En çok canımı yakan da, telefon tutamadığım değil; bu parmaklarımın kalemleri kağıtlar üzerinde yazı yazmak üzere, dans ettiremeyecek kadar dahi kavrayamadığını görmekti! (Az biraz telefon, az biraz da bilgisayar kullanarak telafi etmeye çalışsam da kendimce; kalem tutamamak o süreçte en çok dokunan olgulardan biri halini aldı ve bir daha yaşatmasın rabbim diye dua ediyorum hala...)


Sanıyorum ilk iki haftanın sonunda idi, çatal tutabilir hale geldiğimi gördük... Birkaç gün sonrasında da elime telefonumu alıp çatır çatır mesaj yazabildiğime sevindik... Zira birkaç gün aralıklarla gelişen bu olayların sonuncusunda, ince motor becerilerimin geri geldiğini farketmiştik. 
O dönem sayesinde, kendi kendine yemek yiyebilmenin büyük bir nimet olduğunu bir kez daha kabullendim. O yeniden çatal kaşık tutabildiğim akşam yemeği soframızda geri gelen becerimin gösterisini tüm aileme gösterdiğimde, ben dahil hepimizin ağlayarak ama aynı zamanda bolca da sırıtarak yediğimiz yemek sayesinde!

Sonra bir iki gün sonrasında; telefonu elime alıp parmaklarımda bir kıvılcım küçük kramplarım olsa da, çatır çatır olabildiğince eski hızıma yakın mesaj yazabildiğime sevinmiştik mesela! O gün de şu günkü gibi aklıma lise zamanlarım gelmişti, anne ve babamın telefonumu elime alıp çok fazla mesajlaşıyorum diye kızdığı zamanlardan bu zamanlara!" demiştim. Ailem, mesajlaşıyor olmama nasıl da sevinçlilerdi! Koşullar ve durumlara verdiğimiz tepkiler, her birimiz için nasıl da değişebiliyordu zamanla...



Garip gelebilir ama o zamanlar beni hayata bağlayan bir diğer etkenler dizisi, hep olumlu halde hayatın bana bir mesaj vermeye çalıştığını düşünmeme sebep durumlarımdı. Bulutların şekilleri, kahvemin köpüğünde yakaladığım güzel başka bir görüntü, herhangi bir kanalı açtığımda umut dolu bir mesajla karşılaşıyor olmam gibi... Üstteki iki resmin birini sabah, diğerini akşama doğru çekmiştim. Sabah gökyüzüne bakıp bulutlardan şekil çıkartmaya çalışmış ama ne kadar az bulut var diye düşünmüş, akşama doğru da sağ fotoğraftaki gibi burnu olan bir hayvan silüetinin oluştuğunu görüp çok ama çok sevinmiştim. Tabii, inanıp inanmamak size kalmış ama bence hala çok şükürlük bir durum. "Ben Allahın beni görüp duyduğuna, bir kez daha inanmıştım..."


Çatal tutabilir ve de mesaj yazabilir duruma gelmiş dahi olsam, 1,5 hafta daha sürdü ağrılı gecelerimiz tabi. Bir türlü neden geçtiğini, devlet hastanesindeki doktorumuzun ödem deyip geçiştirdiği şişkinliklerim ve öbek öbek kas toplanmalarım vardı hala. Bir türlü geçiremedik ve azaltamadık... 

Birkaç güne araştırma hastanesine gitmeyi düşündüğümüz sıralarda, bir eski komşumuzla beraber hala komşumuz olan arkadaşımın annesi geldiler geçmiş olsuna... Şükür dolu, iyi olmama sevinerek sohbetler ettik beraber. Sonra eski komşumuz dediğimiz ablanın kızı geldi, babası bizde olduklarını duyunca eve değil bize getirmiş. Okul çıkışı diye hazır çiğ köfte almışlar canı çekince. Balkona geçip orada beraber yedik onunla ve diğerleriyle sohbet ede ede... 

Ben bir yarım yufka kadar yediğimi hatırlıyorum, akşam güneşi altında. Güneş epey yaktı ise de, akşam güneşi ve yararı da olur diyerek kaçmamıştım da... Komşularımız gitti, aradan bir saat geçti ve akşam yemeği vakti babam da işten gelmişti. Komşular gittikten bir yarım saat sonrasından beri kaşınıyordum ama saatler geçtikçe kendimi yırtmak isteyecek kadar çok kaşınmaya başladım bu sefer. Sonuç, akşam boyu kendimi kaşımamak için zor tutmam ve de neticesinde "uyuyayım da bari, kaşıntıma takılmayayım" diyerek yatmam oldu...


"Şayet devlet hastanesinde ödem diye söylenen şişliklerimden dahi kurtulabildi isem, işte o serum sayesindedir..."

O gece canım yanarak uyandım yine, anneme seslendim ve "her yanım gergin anne, yine mi atak geçiriyorum?" dedim. Annem ışığı yakıp suratımı gördüğünde irkildi, o ışığı yaktıktan sonra da ben telefonumun ekranında baktım kendime; suratım resmen mumya heykellerine benziyordu, öyle gergin ve öyle şişmiş! "Neden suratın şişti ki böyle," dedi annem ve hemen babamı uyandırdı. Saat sabahın 4'ü idi, Kağan o sıralar bizde kalıyordu tabi; ben atak geçirdim geçireli artık biz ablamlarda kalamıyorduk, Kağan bizde kalıyor ve ablamlar ya haftasonu gelip burada görüyor ya da götürüyor geri getiriyorlardı...

Saatin 4 olduğu ve Kağanı hastanelere sokmayı istemediğimiz gerekçeleriyle, "sabah olsun da Kağanı bir akrabamıza bırakalım öyle gidelim hastaneye" dedik ve geri yattık. Geri yattım ama uyuyabilmek ne mümkün. Yarım saat telefona baktım, bir saat kadar dakikaları saydım, sabaha karşı da herhalde sızmışım... Sabah 7-8 sularında araştırma hastanesinin aciline gittik, yüzüm hala şiş ve diğer uzuvlarım da ona oranla daha şiş ve daha gergindi. Neyse ki o sıralar az biraz daha dayanabiliyor hale gelmiştim, birkaç gündür sırtta taşınmaya biraz olsun tahammül edebiliyordum; öncesine nazaran...

Araştırma hastanesinin aciline girdiğimizde, bir kadın doktora şikayetlerimizi, son geçiriyor olduğum atağı anlattık ve bu duruma da onun sebep olup olamayacağını sorduk. Bana az biraz bakıp muayene ettiği gibi "alerji" dedi. Bir önceki akşamı anlatınca da çiğköfteden sebep olamayacağını söyledi, "güneş etken olmuş olmalı"dedi. Hemen serum yazdı, sonra hemşireler bizi müdahale kısmına götürdü ve hızla damar yolu açıp birkaç iğnenin daha sıkıldığını gördüğümüz serumu vermeye başladılar bana. Şayet devlet hastanesinde ödem diye söylenen şişliklerimden dahi kurtulabildi isem, işte o serum sayesindedir...


Üstteki fotoğraflarda çok salaş ve de oldukça kötü resimli bir ben görüyorsunuz muhtemelen. Bense oldukça rahatlamış bir Didem görüyorum... O hastanede serumun damarlarımdan aktığı her seferinde ferahlık hissettiğimi çok net hatırlıyorum hala. Serum yarıladığında şaşkınlıkla "Anne, Baba! Ben iyi oluyorum biliyor musunuz?" dediğimi de... Anneme ve babama ağırlıklarımı üzerimden atıyor gibi hissettiğimi anlatmıştım. Ondan sonra üstteki fotoğrafı babam çekmişti. O gün eve öyle iyi gelmiştim ki, bizden haber bekleyen tüm sevdiklerimize Facebook hesabımdan üstteki fotoğrafımı paylaşarak duyurmuştum iyi olduğumu... Tam olarak şunları yazmıştım;

"Selamlar tüm sevdiklerim... :) Kötü bir sürecin toparlanma aşamasına girdiğimi düşünüyorum. Bir süredir bu da geçecek diye telkinlerde bulunuyordum kendime. Ve bana inanan, destek veren herkese teşekkürlerim. Mutluyum ve paylaşmak benim için çok büyük bir şey. Yazmak, konuşmak benim için yaşamın bir parçası demek bilen bilir. O yüzden bu fotoğrafı paylaşıyorum diye kızmayın. :)
Böyle sedyede yatıyor olmama bakmayın, o sırada ilaçlı serum her dakikasında beni yenilenir gibi hissettirdiği için bugün, bu rahatlama görüntüsünü çekti Babam. 17 gün kadar sonra ilk görüntüm. Ve iyi olduğumu bilmenizi isterim. Serum ile kanımı temizlediler alerji ve mikroplar epey gitti. Ayak şişlerim de daha iyi. :) Şimdi daha dinç haldeyim. Allahım bir daha göstermesin inşallah.Cümlemize sağlık versin herşeyden önce. :) Toparlanma süreci daha da güzelleşiyor artık. Bana destek ve yanımda olan herkese teşekkür ederim. :)"


Yine uzun bir "Hayat Hikayem" yazısı oldu ama bu sefer daha kısa olur diye düşünmüştüm aslında... :) Farkettiniz mi bilmem, anlattıkça netleştirdim kendim için de olanları yine... (İyi ki çekmemişim o şiş halimi de ama üstte ferahlamış bir ben var, yine aynı günden...)

17 gün sürmüş o zorlu süreçler meğer, hastaneden döndüğümüz günün akşamından beri olduğunca rahat uyumaya başlamıştım işte sonrasında; o rahatlığı bir kez daha hatırladım yazarken...

O gün bugündür kendimi meşgul etmenin önemini iyi kavramışım, meğer kabul etmesem de benim sırrım da buradan geçiyormuş...

17 günde çok şey kavrayabilirmiş insan, ince motor becerilerini dahi kaybettiğinde; daha kötü ne olabilir görebilirmiş beklemeksizin...

Üzülmeyi kavramam gerekiyormuş sonra, o günlerden sonra her ağlayışımda "ağlama, bak yine atak geçireceksin!" diyen sevdiklerimle beraber bence çok güçlendim. İlk zamanlarda hala biraz üzülmem beni sarsıyordu, ama birkaç seferden sonra bağışıklık kazandım. Bir yerden sonra öyle bir duruma geldim ki, "benim arada ağlamam da gerekiyor, içimdeki birikmişleri atabilmem ve yeniden gülebilmem için. Anlayın beni lütfen!" diye ağlayarak ikna etmek durumunda da kaldım. Birkaç sene sonra bu konuda netleştik, ağlasam da dokunmaz oldu yine o durumlar bile bana...

Çok mevsim geçişleri yaşadım, devamında nice ağrılar yaşamayı sürdürdüm, kendimi içten dışa yeniden doğuruyormuş gibi kendimle ilgili çok gizlediğim yanlarımı öğrendim. Zorlu idi her biri ama hepsine bir şekilde katlanmasını da becerdim sonrasında... Bugün bu yazıyı yazıyor olabilmem de, aldığım derslerimin sonucudur işte. En nihayetinde bir daha kaybedebilirim, benim kesin bir tedavim yok; biliyorum ama çalıştırıp güçlendirdiğim kas gruplarımı koruyabilir ve bir tedavim bulunana dek her birini korumayı sürdürebilirim!

Velhasıl; hayat yorgunluğu idi benim başıma gelen belki de 2013'deki atağım diyorum ama, biraz da benim neye ne kadar sebep olabileceğimi bilemememden ötürü salaklığımla başıma getirdiğim bir durumlar dizisi idi... Akıllandığımı düşünüyorum, bir hastalıkla uğraşırken en zoru onun varlığı ile beraber duygu durumunuzu ve onun sebep olduklarını tahmin edip koruyabilmek. Ben onu da sağlayabildiğim aşamaya, 2013'ten sonra yeniden alıştım diyebiliyorum.. Hayat yorgunluğumun etkisini üzerimden atabilmem çok zor oldu ama sonrasının birçoğunu takip edenler de okudu. Ne kadar zaman olur bilmiyorum ama bu yazı dizimi yazmaya devam ederim gibime geliyor. Atağı atlattım ve bitti diyemem, hala devam ediyor etkileri ama azaldı diyebilmek çok güzel. Şükür ki... :)

Şimdi bir sonraki yazımın konusunu da verip burada bitireyim o zaman, nasıl adapte oldum süreçlerime ve adapte olabildim mi ki? :) İki aydır kendimce sorguladıklarımın üzerine diyebilirim ki, insanoğlu nankör; bulunduğu durumda önceki yaşadığı zorlukları unutuyor ve bugününün kıymetini her daim bir bilemediği yanıyla "bugünü" es geçiyor. Sanırım iki aydır sorguladıklarım şu andan itibaren biraz anlamsız benim için ama bir o kadar da yerinde hala. Bugün itibariyle anlamlı ama o günleri düşününce de biraz anlamsız gibi yani...

Daha çok kıymet bilmeliyim, bilmeliyiz işte. Belki bugünden olmamak, belki bugünleri o günlerle eş değer yaşamamak adına... Fiziksel değilse de ruhsal anlamda o günlerin hissiyatına ulaşıyorum ara sıra, o günlerin de etkisiyle. Sonra da toparlanıyorum ama... Çok şükür bugünlerimize! Allahım sen geri koyma bizleri iyi hallerimizden de. (: Amin. 


Okuduğunuz için teşekkürlerim ve sevgilerimle... İyi ki oradasınız! Bazen buraya yazamadığımda ne kadar umursamıyor görünsem de kendime, sonunda dönüp yine yazmak beni tamamlıyor. Şimdi daha da eminim işte... :)

2 Kasım 2019 Cumartesi

Gece Kuşundan Notlar #2 - Kasım, Anlatmak


2 Kasım 2019 Cumartesi 

Uyku tutmayan bir geceden daha Merhabalar, olabildiğince gelişigüzel düşüncelerimle yazacağım bir "Gece Kuşu'ndan Notlar" yazımla daha karşınızdayım... :) Gece Kuşu iyi geceler diler. 

* Bir Film; Piyanist (2002)

Öncelikle bu geceye geçmeden önce izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum, Piyanist... İzlemeden önce filmler ile ilgili elbet bir bilgimiz olmuyor netlikle ama ben bu filmin nedense hiç gerçek bir hikâyeye dayanıyor olabileceğini düşünmemiştim...

Yine Nazi Almanya'sında geçen bir hikâye, ama bu sefer başrolde bir piyanist ve ailesi ile hayatta kalma uğraşı var. Güzel bir filmdi, ama neler oluyor bitiyor anlatmaya gelmedim tabi ki. Bana hissettirdiklerini anlatacağım... 

Bu tarz filmler izlediğimde çok sık hissetmiyorum bu durumu ama Piyanist filminde; "Allahım insanlar ne acılar çekmişler ve ne zulümler görmüşler, bizim kendi dertlerimiz devrede kulak mı?" Diye düşündüm. Acı ki, oturduğumuz yerde her türlü acıyı birden çekmez iken bile, dünyanın en bedbaht insanı halini alıyoruz ve omuzlarımız düşüyor birden. Tabi ki kimseden değil, öncelikle kendimden bahsediyorum! Fiziksel, ruhsal ve de zihinsel acı çekenlerin yanında biz ne diye hayıflanıyoruz diye düşünüyorum. (Her birini çekmedim ama tüm hayatımı da zorluklar altında geçirdim, Allahım her birimizi öyle ortamlardan korusun dilerim!)... Tabi tamamıyla bu psikolojiye girmiyorum, sadece hikaye anlatıcılarının o dönemin hikayelerini anlatırken hissettirmeleri gereken bu ki, görüldüğü üzere kimi de başarıyor bunu... Piyanist, insanlığın vahşileştiği o dönemi anlatırken, bahsettiğim hissiyatı anlatmak için epey başarılı konumda... (Başrol oyuncusu Adrien Broody de, rolünün halkını çok iyi vermiş...)


**
Anlatamam Ki... 




Geçen günlerde bilgisayarım epey bir sorun yaşattı bana ve sağolsun bir arkadaşım toparlamam konusunda yardımcı oldu. Onun sayesinde bilgisayarımın sorunu şimdilik halloldu, Allah razı olsun. :) Bence epey bir süre sıkıntı da çıkaramaz...

Bu hafta için bu yazım haricinde iki yazı yazdım bu üstte bahsettiğim konuya rağmen ama sanki kendimi anlatamıyormuşum gibi bir his de var yine bende. Anlatsam ağır kaçacak cinsten uzun cümlelerim var, her türlü yöne eğilip bükülebiliyor üstelik bu durum. Ne beni anlatabiliyorlar ne de ben yazabiliyorum gibi. Yani bilgisayarımın beni zorladığı zaman dilimlerine rağmen, sabrım hala var ve sorunlarla baş edebiliyorum ama...

Öte yandan iyiyim de, Ekim çok güzel geçti diyebiliyorum; kendimi çözümleyebildiğim ve bana iyi gelen bir aydı diye, ama kendimi anlatamıyorum sanki şimdi de.. Anlatacak durumlar birikmiş gibi yazmak istiyorum ama bir o kadar da yazamıyorum. Akışına bıraktım, bloğun konuları kendiliğinden çıkmayı sürdürüyor böylece... (:

** -- Üstteki kahve benim biten gündeki kısmetim bu arada... Gündüz canım kahve çekmişti, anneme söylediğimde yarına akraba günümüz olduğu için, "hazırlık yaptığını ve hiçbir şekilde yapamayacağını" söylemişti. Sadece yarım saat kadar sonra, bir arkadaşları aradı ve uğrayacağını söyledi. Hiç hesapta yokken kahve yaptı canım annem üçümüze de... :) Velhasıl böyle güzel şeyler de oluyor! Kısmetinse o gelir seni mutlaka bulur, dedikleri kadar var yani...

***
Kasım Ve Öncesi...

Kasım geldi, ikinci gününe uyanmak üzereyiz ve önceki senelere göre daha iyiyim şimdilerde. Kasım ayı bir süre en sevmediğim ay oldu ama şimdi alıştım gibi. Çünkü öğrendim, ben onu her şekilde kabullenmedikçe o bana tek tip gelmeye devam edecekti. Tedirginliğimi üzerimden atarak başladım, umarım iyi gelir.

Sebebim var elbette, yinelemekte fayda görüyorum; hep Kasım ayında kötü sürprizlerle karşılaştım, onları unutması, Kasıma başlaması ve özgür bırakması da zor oldu ama sonunda oldu sanki. 

Meğer özgür bırakmadıkça sizi rahata erdiremiyormuş, en güzeli unutmak değilse de kabullenmişlik gibi hissediyorum artık. Bu durumun netliğini kazanana dek yıllardır Kasım'la aramda bir set varmış gibiydi ama bugün facebook hesabımda da bahsettim; karşı köyün prensi ile anlaşma sağlanmış da, düşman köy ile dost oluyormuşuz gibi hissediyorum. Prens gönlümü almaya uğraşacak mı bakalım, ben ona dost eli uzattım bu sefer! Bu Kasım böyle başladı işte.. :)


****
Bir De Şarkı Bırakalım Geceye...

Bu gece olabildiğince kısa tutacağım diyordum esasında ama şu üç gündür çok dinlediğim bir şarkı yorumunu da paylaşmadan gitmek istemiyorum. Melek Mosso - Keklik Gibi yorumu, en çok dinlediğim şarkı oldu üç gündür. Gün içinde 10 kez dinliyorum sanırım ve hala hoşnutum. Gece gece onu sizlere de tavsiye ediyorum.. :)

Beni nesi etkiledi bu yorumun, diye düşünürken; "Arzu Şahin- Yaralı Ceylanım" yorumunda hissettiğim memnuniyetle benzeştiğimi anımsadım. :) Ne garip ki bir dönem oldukça takıldığınız şarkıya bugünde de bir eşdeğer şarkı yorumu çıkıyor. O da benim şansım diyelim, bir teyzemiz söyledi bugün; "Bu kız çok şanslı bence!" diye. "Aslında şanssızımdır, dediğimde "Şansını sen engellermişsin, deme öyle!" dedi. Gittim onun üzerine buna yordum ben de gece gece; 

Şanslıyım şarkılarım var, şanslıyım arkadaşlarım var, şanslıyım ailem var, şanslıyım kitaplarım var, şanslıyım sevdiğim bir hayatım var.. Ama biz, bizim şansımızı kaybetmemiz gerekiyormuş; sözle gözle, inkarla.. Hazır "yeni ay retrosu var şu sıra bizleri etkileyen" derlerken, olabildiğince sözlerimize hareketlerimize ve dileklerimize dikkat edelim yani...

Kasım hızlı geldi, sindire sindire geçsin inşallah. Ben kabullendim bahsettiğim gibi, Kasımla da zor oldu anlaşması kavuşması ama daha da güzel geçecek; Kasım hepimize hayatlarımıza karşı anlayışla, huzurla ve mutlulukla gelsin. Bir de sağlıkla ve soğuklara dayanıklılıklarla, benim yine epey ihtiyacım olacak gibi duruyor da... (:


* Gece Kuşu'ndan Notlar'ı sundum, sponsor yok! =) Kendi kendimin sponsoruyum, maşallah bana...
02.11.2019