15 Kasım 2019 Cuma

Hayat Hikayem #8 - Haziran 2013 Ve Hayat Yorgunluğu


Hayat Hikayem serisini yazmaya ilk başladığımda, sanıyorum ki düşüncem birkaç ayda bir yazı yazmak ve tamamlayıp bir köşede bulunur halde kalmasını sağlamaktı. Fakat ben ne yaptım, çoğu zaman senelik olarak bu yazı dizime yazmış bulundum ve hala da "ara sıra" yazmaya devam ediyorum... :) Gerçi böyle zamana yedirmek, daha da gerçekçi ve uzun zaman sürmesini sağlar olması bakımından iyi de oldu ya... Hayat Hikayem adlı yazı serimin tüm yazılarını burada bulabilirsiniz...

Bu yazımı yazmaya niyetlendiğim birkaç gün öncesinde de, 2018 tarihinde yazdığım 7. yazımı görünce utandım tabi ki. :) "Senelik yazmaya başlar olmuşum" dedim ama farkedemediğim esas şey daha öncesinden bazı konuları yazmanın bu kadar zor olacağını tahmin etmediğimmiş...


Bu yazımda anlatacağım konu, bir sene önceki şu yazımın sonunda bahsettiğim "İkinci atağım" mevzusu. O yazımda çok fazla soru işareti bırakıp bitirmişim konuyu. Hala anlatmak istiyor muyum neticesinde çok düşündüm bu zamana kadar. Sonucunda "anlatmak istediğim" konusunda da emin olduğum için buradayım işte... :)

Son atağım diye bahsettiğim ve sonrasında ötesi olmasın diye uğraş verdiğimiz, başlangıcından itibaren bugüne dek gelişen olayları da deneyim diye görmemi sağlayan o atağım gerçekleştiğinde, bu bloğum vardı aslında. Atak neticesinde anlatabilmem aylar almıştı diye hatırlıyorum. Hala az biraz utanıyor olsam da, o atak biraz ben sebepli idi; yine ben "bana bir şey olmaz" düşüncesinde bulunduğum için gerçekleşti. "Olacak olana çare yok" diyoruz ama tecrübe kazanmam ve kendimi dayanıklı bir ben kılmam için gerekiyordu de diyorum şimdilerde ciddi anlamda... Keşke'm ise yok! Bu sefer, ta ilk andan itibaren de yoktu. Tekrarı olmasın diye daha bilinçle çabalayan bir ben varsa yaşanan zorlukların sayesinde geliştirdim kendimi, yaşandı ve bitti... :)

O bahsettiğimiz atağa kadar, yer yer yürümekte zorlanıyor ama yine de desteksiz yürüyebiliyordum aslında. Ama güçsüzlüklerim de başlamıştı tabii. Bazen kalkıyordum ki yürümekte çok güçsüzüm, bazen kalkıyordum ki vücudumun geriden biri ittiriyor gibi hissettirmesine rağmen kontrol bende ve yürüyebiliyorum... Yeğenim Kağanın ilk yaşını doldurmaya yaklaşık 2 ay kala idi, ülkemde üzücü bir şeyler olmaya başladı; Gezi olayları. Şimdi birçok kesimce küçümseniyor veya birçok kesimce de başka "provokatörlük" olarak görülüyor; ama o zamanlar çok kişinin canı yandı, bu da es geçiliyor. Başlangıçta kamp eşyalarıyla başlanan, sadece eylem yapma hakkını kullanan insanların varlığına provokatörler de katılmıştı elbette. Bence o zaman diliminde yaşananları da, öteki dünyaya gitmeden netlikle bilemeyeceğiz hiçbirimiz. Ama bence sağ sol yok, biz diyebilen hepimizi kapsayabilen bir kesim vardı o zaman diliminde...

Kendi perspektifimden anlatıyorum; bir ağaç davası oldu o dönem, hala da sürüyor esasında. Korkutulduğumuz ise, herkesin o dönemi 1980 dönemi ile bağdaştırma hevesi idi. Olur da öyle bir şey olur ve tüm ülkeye yayılırsa, bu ülke bir darbeyi daha kaldırabilir miydi? Ama görünen kısımda ise; Ülkenin yeşil alanı o zamana dek ve o zamandan bu yana olmak üzere çok fazla yakıldı yıkıldı ve talan edildi. O dönemde her ne kadar inkar edilse de, bir grup insanımız "lütfen burada bir durun" demek istedi. Gördüğümüz tablo bir kesim insanın kamp eşyalarını, çadırını, kitabını, çay ocağını, masasını ve sandalyesini kaptığı gibi geldiği idi başlangıçta. Sonra polis müdahalesi, provokatörlerin ortaya çıktığı söylentisi, ortamın karışması ama bunları hiçbir haber kanalının yayınlamayışı; sadece internette "gönüllü muhabir" adı altında alabildiğimiz twitter yayınları ile mevcuttu...

Her ne olursa olsun, bu ülkenin kötülüğünü istemeyen kısımdayım ben de. Ama gel gelelim haber bültenlerinin işlevini yerine getirmediği bir ortamda, canlı yayınlar üzerinden insanların püskürtüldüğü ve dövüldüğünü izliyorduk biz o yayınlardan. Gördüklerimiz göreceklerimizin başlangıcı imiş meğer, sonraki senelerde bombalar patladı ülkemde ve nice insanlarımız şehit oldu terör savunucularının destekleriyle... (Bu yazı vesilesiyle, hepsine bir kez daha Allah rahmet eylesin dilerim ki!) 

Gezi olaylarında insan odaklı düşündüğünüzde, elinde hiçbir suç aleti bulundurmadığını savunan insanlarımızın canının yandığına şahit olduk bizler. Bir de öte yanda provokatörler vardı, onları hiçbir şekilde savunmuyorum. Ama esas gezi ruhu, mizahla birliktelikle büyüyen ve doğayı düşünmek geleceğimizi düşünmektir amacı ile büyüdü. İyilikten yana bir yerde büyümeye devam ediyor bana kalırsa. İyi anlamda konuşuyorum, ciddi anlamda bu yazıyı yazmak zor benim için; zira bir yandan da korkuyorum, gezi olaylarını gözlemlediğim kadarıyla anlatıyorum diye yanlış anlaşılır mıyım? Veyahut bir ceza dahi yer miyim acaba?! diye. O dönem birkaç twitten terörist diye içeri atıldı nicesi, nicesi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı eylem hakkını kullandığı ve belki de kendini savunacak bir avukat bulamadığı için... Dedim ya, bilmiyoruz. Zira o dönem birçok kişi ispatlayamadığı birçok varsayım attı ortaya... Gelmiş geçmiş olsun, hiçbir şekilde bir daha öyle bir zaman diliminin yaşanacağı koşullar oluşmasın ülkemde inşallah! Ben o olaylara iyilik yönünden bakabilen, baştan sona tüm olayların provokatörlerin eli olmadığına inanan ve amacının "hükümet düşürmek değil!" de, her yeri yakıp yıkmanın tek çare olmadığını düşünenlerin başlattığını düşünenlerdenim.. (Dedim ya, belki de gördüklerimiz bile gerçek değil. Gerçek nedir, yaşananlar netlikle neydi; kim bilir?!)

Benim bununla ne alakam var, niye bu kadar anlatıyorum değil mi? Sadece üzüldüğüm noktayı gördüklerim ve kavradıklarımla anlamanızı rica ediyorum. O zamanki beni anlayabilmeniz neticesinde kendi gözümden anlatmam gerekli zira...

İnternet üzerinden twitleri takip edenlerdendim o dönem, ülkemde hiçbir söz hakkımız yok mu? Sadece ve sadece istekleri bildirmek de hata mı bu ülkede? diye sorguluyordum kendimce diğerleri gibi... Provokatörlerce, birçok kez amacından saptırılmış ve çok noktayı yanlış yere sürüklemiş olanların sayesinde, canlı yayınlarda polis eziyeti ile karşılaşanları ve eylem haklarını ellerinden alanları gördü bu gözler. İnsanlığın öyle olduğu dönemde, birçok yerden ölüm haberleri geldi sonra. Çok üzüldüm, ciddi anlamda çok üzüldüm!


İçimde püskürmeye hazır bir yanardağ taşıyorum diye söylerim hep, atak geçirme mevzusu ise bu yanardağın lavlarını püskürtmesiyle eşdeğer... Tabi ki insan bir dersi öğrenene kadar, hayat onu tekrarlıyormuş; ikinci atağın gerekliliğine bu sebeple de inanıyorum, kendime ve hissettiklerime ne ölçüde dikkat etmezsem olabileceklerimi bilebilmem adına! O süreçle başlayanlar beni güçlendirdi sonrasında...


3-4 gün kendime bir sebep bulmuştum o sıra, bu sebebe sıkı sıkıya tutunduğumu farketmem zaman aldı... Okulu bitmiş ve bir senedir kendi istediği gibi hareket edemeyen bir genç kızın ihtiyacı, belki de can sıkıntısını bir amaca-uğraşa yönelterek varlığını ciddiyetle kavramak ve de kavratmaktı. Kabul ediyorum, düpedüz o kadar kendimi yıpratmam salaklıktı! Ama yaptığım, sadece gördüklerim karşısında neler oluyor diye sorgulayıp ağlamaktı. Veyahut ben öyle sanıyordum! Üzülüyordum, kafamı bir yerlere odaklamam gerektiğine inanıyordum. O sırada olanlar bu isteğimi yeterince karşılamıştı. Ömrüm boyunca haberlerden olabildiğince bıkmış olmama rağmen, o dönem neredeyse sabah akşam haber sitelerini takip eder olmuştum! Çünkü hayatımda güzel bir şeyler oluyorsa da, benim istediğim daha fazlasını yapabilmek, yani çalışabilmek ve diğer yaşıtlarım gibi hayatın içinde kendimi bulabilmekti. Tutunamadığım noktalarla, meşguliyetimi yakınımda bir yerlere vermek yetmiyordu ve kendimle başa çıkamıyordum da o zamanlar... İçime çok fazla şey attığım bir sene idi, bir yandan mutlu idim bir yandan da çok düşünceli... Derken benim dersim beni buldu. (Şimdi düşünüp anlam veremediğim tek şey, ondan önce de yer yer birçok üzüntü yaşadığım, fakat öyle olmadığım...)





Birkaç gün içinde oldu bu sefer, her ne olduysa... 

O dönem ablamlarda kalıyorduk, yeğenim Kağan'a baktığımız gerekçesiyle ve birkaç haftada bir haftasonları geliyorduk evimize (Yaklaşık7 ay olmuştu). Onun haricinde daha çok babam haftanın son işgünü çıkıp geliyordu yanımıza, haftasonumuzu beraber geçiriyorduk işte... Ablamlar Bursa'nın uzak bir semtinde, bizse yine Gemlik'te oturuyorduk. Bu bahsettiğim üzüntü hali ise bir iki akşamda oldu, babam bizi alıp Gemlik'e götürmek için ablamlara gelmişti. O dönem balkon pencerelerimiz takılacaktı, iş çok uzarsa en fazla birkaç gün daha Kağanla beraber kalacaktık ve sonra babam yine bizi ablamlara bırakacaktı... Haftasonuna doğru babam geldi, o akşam da yemeğimizi yedik ve Kağanım da uyuduktan sonra evimize geldik. Ertesi gün (12.06.2013) ve bir ertesi güne dehşet ağrılarla uyandım, üzerimde bir peltelik hakimdi. Sanırım ablam da izinli idi de, o da geldi bizimle. Oturduk sohbet ettik, ağrılarımı söyledim. Pencereler takılır iken Kağanımı oyaladık, saçımı topladık ve fotoğraf bile çekindik...


(O güne dair, üstteki kolajlarda da görüldüğü üzere... Kriz anlarını dahi iyi geçirebilmek için, o zamandan yana daha fazla olmak üzere, anın olumlu hislerine odaklanır haldeyim işte. Fotoğraf çekinmek olsun, örgü örmek, kitap okumak ve yanımdaki kişiyle sıkıntılarımdan daha fazla uzaklaşmak adına ne yapabilirsem işte. Faydasını hala görüyor olduğumu düşünüyorum! Yazı yazmak ise her daim hayatımda şükür ki, ben buraya yazamasam da ara ara...)


Aynı gün, öğlen sonuna doğru yeni aldığımız arabamızın emniyette imzalamam gereken belgelerini imzalamaya gitmemiz gerekiyordu babamla. Arabamız benim raporumun üzerinden, vergiden muaf uygulaması ile alınmış bir araba... İmzalarımı atabilmem için babamla indik aşağıya ve imzalarımı attık döndük sonrasında. Ama eve gelene dek ağrılarım her yerimi hastalıklı bir sinek ısırmış da acısını çekiyormuşum gibi devam etti. Sanki "hafif görünen ama ağır hissetmeye gittikçe devam ettiğini" anladığım üzere, bir salgına yakalanma sürecini yaşıyormuşum gibiydi...

Eve geldik, sonrasının daha ciddiye bağlanacağını tahmin edemiyordum hala. Yemeğimi yedim ve annemlerle oturabildiğim kadar oturduktan sonra, "Yorgun olduğumu ve uyursam belki yarına daha iyi hissedebileceğimi düşündüğümü" söyleyerek yatağıma gittim. Ertesi sabah da bambaşka bir hayat başladı bizim için. Kol ve bacak kaslarımda ağrıdan başka bir his yoktu. Acı tüm vücuduma yayılmış ve hakimiyetim kaybolmuştu. Parmak uçlarımla bile herhangi bir nesneyi kavrayarak tutabilemez halde idim o sabah başlayan sürecin ilk haftasının sonunda... Kendimi öyle garip bir korku içinde ve neyin sebep olduğunu düşünemez halde buldum ki, her sabah ayrı bir his ve beklenmedik sonuçları ile karşılıyorduk. O zamanlar nasıl bir şeyin içinde olduğumuzu bilemedik yine bir süre...

O gün geçip gidecek bir hastalık diye düşünmek istedim, moralimizi düzeltmeye ve güne devam etmeye uğraştık ama gittikçe artan ağrılar birçok kasımı benden bağımsız halde tutmaya devam etti. Bir ertesi gün fizyoterapistimi çağırmıştık, durumun ciddiyetini de nihayet o gün kavramıştık... Kasların yine ciddi bir tutulma içerisinde olduğunu öğrendik, ama hastaneye gidemez halde idik. Ambulans ile çıkartılmam gerekiyordu, zerre hiçbir yerime dokunduramaz halde bir odadan bir odaya geçirilirken bile ağrılarla kıvranıyor ve sadece bu sebepten ağlıyordum...

Evde bakım hizmetine başvurmamızı söylediler, hastaneden bir ambulans yönlendiremiyorlarmış başka türlü! Başka türlüsünü gerçekleştiremeyince, var olan koşullara da uymayı kabulleniyorsunuz; en kötü halinizde bile... (Neyse, burayı hızla geçiyorum!) Evde bakım hizmetlerine durumumu haber verdikten sonra, onların bize geri dönüş yapıp gelmesi 2 haftayı aldı. O iki haftayı, fizyoterapistimin de desteği ile haftalık fizik tedavime devam ederek ama her gece uyuyamayarak geçirdik. Annem başımda nöbet tutuyordu, hiçbir şekilde rahat uyku uyuyamıyordum zira. Otururken nispeten daha fazla dayanabiliyordum ağrılara, ama yatarken beni tırmalıyordu bir şeyler sanki... Babam fabrikalara yemek veren bir şirkette araba başında çalıştığı için, onun yatmasını ve bizi duymamasını istiyorduk her defasında. Çünkü gece boyu ne kadar sıklıkla olduğunu kavrayamadığımız kadar çok pozisyon değiştiriyorduk; kendi bacağımın ağırlığı, bir kolumun veya bir elimin bile diğerine dokunuşu canımı yakıyordu. Sağ sol şekil değiştirmek bir yana, bazen sırt üstü bazen de yüz üstü yatmak durumunda kalıyordum; ağrılarımı hangi pozisyonda nasıl daha dayanılır kılabilirim diye uğraş veriyorduk yani annemle, sabahlara dek... (Her zorlu gecenin son olmasını temenni ederek, yaklaşık 3 hafta geçirdik öyle annaciğimle! Allah razı olsun bir kez daha, ben razıyım zira sonuna kadar. Allahıma o gecelerimin baş yardımcısını hayatımda var ettiği için bir kez daha çok şükür...)

O süre boyunca çok az zaman dilimleri içerisinde telefon kullanabilir haldeydim, çünkü telefonu tutmak ve bir şeyler yazmaya uğraşmak da yorar olmuştu zamanla. Ama öte yandan fotoğraf çekip ve de çekinip paylaşım yapmak da hayatta tutuyordu beni, zira telefonda yazmak az biraz mümkündüyse de kalem tutabilmem ve hareket edebilmem epey zorlar haldeydi beni...

 Az biraz bilgisayar kullandığımı hatırlıyorum ve de onda bile çok zorlandığımı. Televizyondaki gündüz kuşakları, gelen giden ve izleyebildiğim kadarıyla film izlemek beni günlerce oyaladı o sıra... İlk bir iki haftasını hatırlıyorum o sürecin, çatal kaşık dahi tutamadığım ve telefonu avuç içimde tutarken parmaklarımla yeterince aktif olamadığımı gördüğüm üzere, teknolojiden bile zevk alamadığım zamanlardı. En çok canımı yakan da, telefon tutamadığım değil; bu parmaklarımın kalemleri kağıtlar üzerinde yazı yazmak üzere, dans ettiremeyecek kadar dahi kavrayamadığını görmekti! (Az biraz telefon, az biraz da bilgisayar kullanarak telafi etmeye çalışsam da kendimce; kalem tutamamak o süreçte en çok dokunan olgulardan biri halini aldı ve bir daha yaşatmasın rabbim diye dua ediyorum hala...)


Sanıyorum ilk iki haftanın sonunda idi, çatal tutabilir hale geldiğimi gördük... Birkaç gün sonrasında da elime telefonumu alıp çatır çatır mesaj yazabildiğime sevindik... Zira birkaç gün aralıklarla gelişen bu olayların sonuncusunda, ince motor becerilerimin geri geldiğini farketmiştik. 
O dönem sayesinde, kendi kendine yemek yiyebilmenin büyük bir nimet olduğunu bir kez daha kabullendim. O yeniden çatal kaşık tutabildiğim akşam yemeği soframızda geri gelen becerimin gösterisini tüm aileme gösterdiğimde, ben dahil hepimizin ağlayarak ama aynı zamanda bolca da sırıtarak yediğimiz yemek sayesinde!

Sonra bir iki gün sonrasında; telefonu elime alıp parmaklarımda bir kıvılcım küçük kramplarım olsa da, çatır çatır olabildiğince eski hızıma yakın mesaj yazabildiğime sevinmiştik mesela! O gün de şu günkü gibi aklıma lise zamanlarım gelmişti, anne ve babamın telefonumu elime alıp çok fazla mesajlaşıyorum diye kızdığı zamanlardan bu zamanlara!" demiştim. Ailem, mesajlaşıyor olmama nasıl da sevinçlilerdi! Koşullar ve durumlara verdiğimiz tepkiler, her birimiz için nasıl da değişebiliyordu zamanla...



Garip gelebilir ama o zamanlar beni hayata bağlayan bir diğer etkenler dizisi, hep olumlu halde hayatın bana bir mesaj vermeye çalıştığını düşünmeme sebep durumlarımdı. Bulutların şekilleri, kahvemin köpüğünde yakaladığım güzel başka bir görüntü, herhangi bir kanalı açtığımda umut dolu bir mesajla karşılaşıyor olmam gibi... Üstteki iki resmin birini sabah, diğerini akşama doğru çekmiştim. Sabah gökyüzüne bakıp bulutlardan şekil çıkartmaya çalışmış ama ne kadar az bulut var diye düşünmüş, akşama doğru da sağ fotoğraftaki gibi burnu olan bir hayvan silüetinin oluştuğunu görüp çok ama çok sevinmiştim. Tabii, inanıp inanmamak size kalmış ama bence hala çok şükürlük bir durum. "Ben Allahın beni görüp duyduğuna, bir kez daha inanmıştım..."


Çatal tutabilir ve de mesaj yazabilir duruma gelmiş dahi olsam, 1,5 hafta daha sürdü ağrılı gecelerimiz tabi. Bir türlü neden geçtiğini, devlet hastanesindeki doktorumuzun ödem deyip geçiştirdiği şişkinliklerim ve öbek öbek kas toplanmalarım vardı hala. Bir türlü geçiremedik ve azaltamadık... 

Birkaç güne araştırma hastanesine gitmeyi düşündüğümüz sıralarda, bir eski komşumuzla beraber hala komşumuz olan arkadaşımın annesi geldiler geçmiş olsuna... Şükür dolu, iyi olmama sevinerek sohbetler ettik beraber. Sonra eski komşumuz dediğimiz ablanın kızı geldi, babası bizde olduklarını duyunca eve değil bize getirmiş. Okul çıkışı diye hazır çiğ köfte almışlar canı çekince. Balkona geçip orada beraber yedik onunla ve diğerleriyle sohbet ede ede... 

Ben bir yarım yufka kadar yediğimi hatırlıyorum, akşam güneşi altında. Güneş epey yaktı ise de, akşam güneşi ve yararı da olur diyerek kaçmamıştım da... Komşularımız gitti, aradan bir saat geçti ve akşam yemeği vakti babam da işten gelmişti. Komşular gittikten bir yarım saat sonrasından beri kaşınıyordum ama saatler geçtikçe kendimi yırtmak isteyecek kadar çok kaşınmaya başladım bu sefer. Sonuç, akşam boyu kendimi kaşımamak için zor tutmam ve de neticesinde "uyuyayım da bari, kaşıntıma takılmayayım" diyerek yatmam oldu...


"Şayet devlet hastanesinde ödem diye söylenen şişliklerimden dahi kurtulabildi isem, işte o serum sayesindedir..."

O gece canım yanarak uyandım yine, anneme seslendim ve "her yanım gergin anne, yine mi atak geçiriyorum?" dedim. Annem ışığı yakıp suratımı gördüğünde irkildi, o ışığı yaktıktan sonra da ben telefonumun ekranında baktım kendime; suratım resmen mumya heykellerine benziyordu, öyle gergin ve öyle şişmiş! "Neden suratın şişti ki böyle," dedi annem ve hemen babamı uyandırdı. Saat sabahın 4'ü idi, Kağan o sıralar bizde kalıyordu tabi; ben atak geçirdim geçireli artık biz ablamlarda kalamıyorduk, Kağan bizde kalıyor ve ablamlar ya haftasonu gelip burada görüyor ya da götürüyor geri getiriyorlardı...

Saatin 4 olduğu ve Kağanı hastanelere sokmayı istemediğimiz gerekçeleriyle, "sabah olsun da Kağanı bir akrabamıza bırakalım öyle gidelim hastaneye" dedik ve geri yattık. Geri yattım ama uyuyabilmek ne mümkün. Yarım saat telefona baktım, bir saat kadar dakikaları saydım, sabaha karşı da herhalde sızmışım... Sabah 7-8 sularında araştırma hastanesinin aciline gittik, yüzüm hala şiş ve diğer uzuvlarım da ona oranla daha şiş ve daha gergindi. Neyse ki o sıralar az biraz daha dayanabiliyor hale gelmiştim, birkaç gündür sırtta taşınmaya biraz olsun tahammül edebiliyordum; öncesine nazaran...

Araştırma hastanesinin aciline girdiğimizde, bir kadın doktora şikayetlerimizi, son geçiriyor olduğum atağı anlattık ve bu duruma da onun sebep olup olamayacağını sorduk. Bana az biraz bakıp muayene ettiği gibi "alerji" dedi. Bir önceki akşamı anlatınca da çiğköfteden sebep olamayacağını söyledi, "güneş etken olmuş olmalı"dedi. Hemen serum yazdı, sonra hemşireler bizi müdahale kısmına götürdü ve hızla damar yolu açıp birkaç iğnenin daha sıkıldığını gördüğümüz serumu vermeye başladılar bana. Şayet devlet hastanesinde ödem diye söylenen şişliklerimden dahi kurtulabildi isem, işte o serum sayesindedir...


Üstteki fotoğraflarda çok salaş ve de oldukça kötü resimli bir ben görüyorsunuz muhtemelen. Bense oldukça rahatlamış bir Didem görüyorum... O hastanede serumun damarlarımdan aktığı her seferinde ferahlık hissettiğimi çok net hatırlıyorum hala. Serum yarıladığında şaşkınlıkla "Anne, Baba! Ben iyi oluyorum biliyor musunuz?" dediğimi de... Anneme ve babama ağırlıklarımı üzerimden atıyor gibi hissettiğimi anlatmıştım. Ondan sonra üstteki fotoğrafı babam çekmişti. O gün eve öyle iyi gelmiştim ki, bizden haber bekleyen tüm sevdiklerimize Facebook hesabımdan üstteki fotoğrafımı paylaşarak duyurmuştum iyi olduğumu... Tam olarak şunları yazmıştım;

"Selamlar tüm sevdiklerim... :) Kötü bir sürecin toparlanma aşamasına girdiğimi düşünüyorum. Bir süredir bu da geçecek diye telkinlerde bulunuyordum kendime. Ve bana inanan, destek veren herkese teşekkürlerim. Mutluyum ve paylaşmak benim için çok büyük bir şey. Yazmak, konuşmak benim için yaşamın bir parçası demek bilen bilir. O yüzden bu fotoğrafı paylaşıyorum diye kızmayın. :)
Böyle sedyede yatıyor olmama bakmayın, o sırada ilaçlı serum her dakikasında beni yenilenir gibi hissettirdiği için bugün, bu rahatlama görüntüsünü çekti Babam. 17 gün kadar sonra ilk görüntüm. Ve iyi olduğumu bilmenizi isterim. Serum ile kanımı temizlediler alerji ve mikroplar epey gitti. Ayak şişlerim de daha iyi. :) Şimdi daha dinç haldeyim. Allahım bir daha göstermesin inşallah.Cümlemize sağlık versin herşeyden önce. :) Toparlanma süreci daha da güzelleşiyor artık. Bana destek ve yanımda olan herkese teşekkür ederim. :)"


Yine uzun bir "Hayat Hikayem" yazısı oldu ama bu sefer daha kısa olur diye düşünmüştüm aslında... :) Farkettiniz mi bilmem, anlattıkça netleştirdim kendim için de olanları yine... (İyi ki çekmemişim o şiş halimi de ama üstte ferahlamış bir ben var, yine aynı günden...)

17 gün sürmüş o zorlu süreçler meğer, hastaneden döndüğümüz günün akşamından beri olduğunca rahat uyumaya başlamıştım işte sonrasında; o rahatlığı bir kez daha hatırladım yazarken...

O gün bugündür kendimi meşgul etmenin önemini iyi kavramışım, meğer kabul etmesem de benim sırrım da buradan geçiyormuş...

17 günde çok şey kavrayabilirmiş insan, ince motor becerilerini dahi kaybettiğinde; daha kötü ne olabilir görebilirmiş beklemeksizin...

Üzülmeyi kavramam gerekiyormuş sonra, o günlerden sonra her ağlayışımda "ağlama, bak yine atak geçireceksin!" diyen sevdiklerimle beraber bence çok güçlendim. İlk zamanlarda hala biraz üzülmem beni sarsıyordu, ama birkaç seferden sonra bağışıklık kazandım. Bir yerden sonra öyle bir duruma geldim ki, "benim arada ağlamam da gerekiyor, içimdeki birikmişleri atabilmem ve yeniden gülebilmem için. Anlayın beni lütfen!" diye ağlayarak ikna etmek durumunda da kaldım. Birkaç sene sonra bu konuda netleştik, ağlasam da dokunmaz oldu yine o durumlar bile bana...

Çok mevsim geçişleri yaşadım, devamında nice ağrılar yaşamayı sürdürdüm, kendimi içten dışa yeniden doğuruyormuş gibi kendimle ilgili çok gizlediğim yanlarımı öğrendim. Zorlu idi her biri ama hepsine bir şekilde katlanmasını da becerdim sonrasında... Bugün bu yazıyı yazıyor olabilmem de, aldığım derslerimin sonucudur işte. En nihayetinde bir daha kaybedebilirim, benim kesin bir tedavim yok; biliyorum ama çalıştırıp güçlendirdiğim kas gruplarımı koruyabilir ve bir tedavim bulunana dek her birini korumayı sürdürebilirim!

Velhasıl; hayat yorgunluğu idi benim başıma gelen belki de 2013'deki atağım diyorum ama, biraz da benim neye ne kadar sebep olabileceğimi bilemememden ötürü salaklığımla başıma getirdiğim bir durumlar dizisi idi... Akıllandığımı düşünüyorum, bir hastalıkla uğraşırken en zoru onun varlığı ile beraber duygu durumunuzu ve onun sebep olduklarını tahmin edip koruyabilmek. Ben onu da sağlayabildiğim aşamaya, 2013'ten sonra yeniden alıştım diyebiliyorum.. Hayat yorgunluğumun etkisini üzerimden atabilmem çok zor oldu ama sonrasının birçoğunu takip edenler de okudu. Ne kadar zaman olur bilmiyorum ama bu yazı dizimi yazmaya devam ederim gibime geliyor. Atağı atlattım ve bitti diyemem, hala devam ediyor etkileri ama azaldı diyebilmek çok güzel. Şükür ki... :)

Şimdi bir sonraki yazımın konusunu da verip burada bitireyim o zaman, nasıl adapte oldum süreçlerime ve adapte olabildim mi ki? :) İki aydır kendimce sorguladıklarımın üzerine diyebilirim ki, insanoğlu nankör; bulunduğu durumda önceki yaşadığı zorlukları unutuyor ve bugününün kıymetini her daim bir bilemediği yanıyla "bugünü" es geçiyor. Sanırım iki aydır sorguladıklarım şu andan itibaren biraz anlamsız benim için ama bir o kadar da yerinde hala. Bugün itibariyle anlamlı ama o günleri düşününce de biraz anlamsız gibi yani...

Daha çok kıymet bilmeliyim, bilmeliyiz işte. Belki bugünden olmamak, belki bugünleri o günlerle eş değer yaşamamak adına... Fiziksel değilse de ruhsal anlamda o günlerin hissiyatına ulaşıyorum ara sıra, o günlerin de etkisiyle. Sonra da toparlanıyorum ama... Çok şükür bugünlerimize! Allahım sen geri koyma bizleri iyi hallerimizden de. (: Amin. 


Okuduğunuz için teşekkürlerim ve sevgilerimle... İyi ki oradasınız! Bazen buraya yazamadığımda ne kadar umursamıyor görünsem de kendime, sonunda dönüp yine yazmak beni tamamlıyor. Şimdi daha da eminim işte... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bloğuma hoşgeldiniz. Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.

İnşallah beni yorumlarınızdan mahrum bırakmazsınız... :)