31 Ekim 2019 Perşembe

Gözyaşlarının Kalesi - Okudum


Bu haftaya oldukça verimli başladım, haftanın ilk gününde yaklaşık bir aydır elimde bulunan kitabımı okumayı bitirdim. Hal böyleyken Ekim ayını da "okudum" yazısı ile uğurlayayım madem, dedim...

Bu kitap için, ummadık taş baş yarar diyorum; çünkü, okumak isterken de alırken de böyle zorlayıcı bir hikaye beklemiyordum... 


İlçemizin ilk kitap fuarına gittiğimden bahsetmiştim Eylül ayında, yazısını burada bulabilirsiniz... O kitap fuarında Arkadya Yayınları'nın stadında, D&R sitesindeki alışveriş sepetimde duran bu kitabı gördüm önce. Görür görmez aldım ve 3'lü kitap kampanyasından da yararlanmak için iki kitap daha seçtim ardına... 

O gün stand görevlisi ile sohbet ederken, "Aslında çok fazla ikinci dünya savaşına dair romana denk geliyorum. Biraz daha konuları bundan uzak romanlar istiyorum." dediğimde, stand görevlisi bana hak vermişti ve birçok kitabı beraber eleyerek diğer iki kitabımı da öyle seçmiştim. Ama elimdeki kitabın da ikinci dünya savaşına dair bir dönem kitabı olduğunu biliyordum işte... O yüzden beklentimi klasik anlatımlar dozunda tutmuştum. Ama ekliyorum; Bülbül (Kristin Hannah)'den sonra, bir o döneme ait güzel kitap daha okumuş oldum ben bu kitapla... 


Aşağıda 1000Kitap hesabımdaki yorumumu da bulabilirsiniz, ama ondan önce bu kitaptan da sonra yine hissettiğim bir durumu not etmek istiyorum; 

Şu son birkaç aydır elime aldığım üçüncü kitap sanırım bu, affetmek konusunu işleyen. Çok fazla "Hayat bir dersi sen onu tamamen öğrenene kadar tekrarlar." uyarıları aldığımı hissediyorum şu ara... Zamanında o kadar çok düşündüm ki, "geçmiş-gelecek" kavramını incelememe denk geldiği bu dönemde de; yine bir affetmek düşünceleri hakim. Oysa affettim, onların yanı sıra kendimi bile affettim! Kitapta bir karakterin de dediği gibi, "Affetmekte zorlandım ama Allahım senin gücünden ver bana. Senin elinle affetmeyi nasip et bana." dedim de affettim. Kitabın bu yönünde kendimi gördüm, geçmişimde hiç affedemeyeceğimi düşündüğüm birini ben de Allaha yalvara yakara affetmiştim. İçimi yakıyordu zira o affedemememin hissiyatı!

Öyle böyle derken, adalet terazinizin sarsıldığı yerde yine de affedici olabilir misiniz? diye düşündürüyor kitap... Önce sizi bağlamayan bir hatayı affettirebilecek misiniz onu sorgulatıyor, sonra aslında sizin bugününüzü etkileyebilecek kocaman bir hatayı affedip affedemeyeceğinizi... 

Onu affedene kadar hissettiğin o lekeden kurtulamazsın. Kendi iyiliğin için. (Sayfa 469)


Kitabın konusuna gelelim o zaman; anne sevgisiyle kuşatılamamış bir genç kızımız var, adı Hannah… Annesi vefat edince, tüm değerleri yıkılıyor sanki. Sevmese de, günün birinde sevebilecek olma ihtimali bulunan kişi hayatınızdan akıp gidiyor düşünün ki. Allah vermesin dilerim kimseye... Hannah eline ipuçları geçtiği anda, hiç geçmişini annesinin geçmişinin peşine düşüyor. Amerika'dan Almanya'ya uzanan bir hikaye bizleri sarıp sarmalıyor. Önce dedesini buluyor, sonra annesinin geçmişini sorguluyor.

Almanya tarihinde kaybolmuş binlerce hikayenin olduğuna eminim ama bu sefer bizzat o Nazilerin çalışma kamplarının gerçekliğine uzanıyor yazar... Kitabın sonunda öğreniyoruz ki, yazar gezdiği yerlerden yola çıkarak etkilendiği savaştaki Almanya gerçeğini anlatıyormuş bize. Hikaye içindeki birçok karakter gerçek, üstelik bir tanesi Nazi kamplarından kurtulup kitap bile yazmış...

Tabii kitabın bana anlattıklarından sonra, "benim affederken zorlandığım durum o kadar da zorlu muydu?" diye sordum kendime. Ama aynı cevabımı da aldım yine "Evet, zorluydu Didem!" O hata da sizin hayatınızı sarstı, kendine yüklenme dedim. Affettim ama affedene kadar geçen süre de gerekliydi, diye bildim yeniden... Kısacası; düşündüren, sorgulatan ve sarsan kitapları seviyorum. Bu kitap da yarısından sonra tamamiyle öyle bir kitaptı işte...


"Senin ve benim yapmamız gereken tek şey, kendi haklarımızdan ve liderliğimizden vazgeçip, kendimizi tümüyle O'nun (Tanrı'nın) sevgisine ve merhametine bırakmak." (Sayfa 485)




Not; bir ayda okuyup bitirmiş olmamın tek sebebi, hikayenin bazı kısımlarında zorlanmış olmamdı. Madem öyle 1000 Kitap hesabımdaki 29.10.2019 tarihli kitap yorumum burada da kalsın o zaman;
Yaklaşık bir aydan fazla sürede okumuş görünsem de kitap öyle zor okunan bir kitap değil aslında. Ama benim çok yerde boğazımın düğümlenmesine ve duraklama isteğime sebep olduğu için uzadı bu kadar. Son 150 sayfasını iki günde bitirdim, misal son 100 sayfasını bu akşam okudum işte...

Affetmek konusunda ne kadar cömert olabilirsiniz? Adalet inancınıza ters düşen durumlar mevcutsa bile affedebilir misiniz? Peki önyargılarla eksik bilgi parçalarıyla yargıladıklarının altında ne kadar büyük sırlar olabildiğini bilebilir misin acaba?

Sanırım öğrenemediğimiz şeyleri hayat karşımıza çıkartıyor, affetmek konusu üçtür kitaplardaki hikâyelerde işlenmiş karşıma çıkıyor ve bu sefer ikna oldum. Kızdığım kırıldığım yerlerden affedici olmayı kendime daha da fazla ekleyeceğim...

Hannah, annesinin ölümü ardından annesinin bilmediği geçmişini ararken ailesini ve de eski Nazi Almanyasını keşfediyor. Keşfederken kendini de keşfediyor ki, affetmeyi biz okurlara da sorgulatıyor. Dediğim gibi, çekilen acılar çok duraklattı ama diğer yandan da çok şey öğretti bana. Hikayelerin gerçek olduğunu sonunda öğrenmek de daha bir beğenmemi sağladı kitabı ve yazarını.. Yazarın kalemine emeğine sağlık, ben okumaya zorlandım ki o kitap için bizzat araştırdığı üzere hikayeleri dinlemiş...

Velhasıl;

"Savaşlar çılgın adamlar yaratır. Çılgın adamlar her şeyi yapabilir." (Sayfa 461)


Okuduğunuz için teşekkürlerimle, Kasım ayında görüşmek üzere diyorum şimdilik. :) Ben bloğumda bu yazımla Ekim'i uğurluyorum şimdiden. Güzel geçti, düşünceler açısından zorlu ama tamamiyle hakkını veren bir Ekim'di benim için Ekim 2019... Allahın izniyle Kasım'ı da güzel karşılayalım ve güzel atlatalım inşallah; sevgiyle, saygıyla, bağışlayıcı olarak ve kendimize güvenmeye devam ederek... 

Sevgilerimle... (:

30 Ekim 2019 Çarşamba

İlelebet Cumhuriyet - 29.10.2019


"Bayram Gibi Bayram", dünü size öncelikle bu üç kelimeyle anlatabilirim! :) Sonrasını da anlatacağım tabii, benim için sıradanlıktan uzak bir bayram günü oldu çünkü ve "iyi ki" dediğim hiç unutamayacağım cinstendi...


Gemlik de Cumhuriyet Bayramımızı coşkuyla kutlayan kesimdendi ki, Türkiye dün sabahtan akşama dek cıvıl cıvıl ve oturup izlenesi idi şükür... 29.10.2019; Biz Gemlik'te öğlene doğru tüm sokaklardaki megafonlardan, Atatürk'ün 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyeti ilan ederken okuduğu bildiriyle başladık günümüze... Bu çok gurur veren ve göz dolduran bir ayrıntı idi ki, Gemlik Belediyesine ve belediye başkanımız Mehmet Uğur Sertaslan'a teşekkür ediyorum; gurur dolu, eski bayram coşkularımızı getirdi bizlere... :)

Sabah kahvaltısı yaparken, Gemlik'in bayram programını takip ediyordum bir yandan; annem ve babama da gösterirken, "gitmek isteyip istemediğimi sordular tekrar." Annem hasta olduğu için gitmeyi kendim için de iptal etmiştim ki, onlar sorunca bir plan yapabileceğim ve bu coşkuyu bahane edebileceğim geldi aklıma. Lisedeki sınıf arkadaşım Hatice'ye yazdım hemen, hal hatır sorduktan sonra planı olup olmadığını sordum. Sağolsun ki canım, evden çıkmaya niyeti yokken benim için dışarı çıktı dün... :)

Hatice'den sonra daha bir bayram coşkusu ile doldu içim, ne yalan söyleyeyim; yıllar sonra dışarı çıkabilecek olmak, üstelik öyle böyle bir denk geldiği için değil "plan program yaparak, benim için büyük olaydı... Haticemden sonra, bizim kızlarla da görüştük sonra; akşama onlar da iş çıkışında katılabileceklerini bildirince, bayram gibi bayram oldu benim için... (:

Uzun zaman sonra bir toplanma, bir buluşma havasında gün geçirmemiştim. O sebeple 4'ten sonra içime sindire sindire hazırlandım. Hazırlandım dediğim de; yanıma alacağım çantamı belirledim, ne giysem düşündüm ve de kendime küpe ile fular seçtim işte... Soğuk olacağını tahmin etti isem de, olabildiğince rahat giydim. Yanıma şal almayı da, yüzüme soğuğa karşı koruyabilecek bir krem sürmeyi de elbette ihmal etmemiştim; ama ona rağmen akşam eve döndüğümde, hissetmediğim şekilde üşüdüğümü gördüm...

Saat 18.00'dan sonra sahilde buluştuk Hatice ile babam akülü sandalyemi kurup beni bıraktığından sonra; o pazar dizmeye gitti, ben Haticemle buluşacağımız yere. Derken önce buluştuk, sonra konser alanına kadar ilerledik, derken çay bahçesinde yer bile bulmak zorken; Haticecim arkadaşına rica etti, yer de bulup oturabildik. :) Bir saat kadar yalnız, sonrasında da bizim kızlarla idik. Önce Melikem geldi, sonra Damla ile eşi Murat ve en son da Melike'nin erkek arkadaşı Halit... 

Görsel şölenleriyle, Koray Avcı ve öncesinde sahne alan Anıl Can'ın performanslarıyla tam yerinde bir akşam geçirdik! Saat 22.30'a kadar iskelede idik, sonra Haticeyle ben babamın bizi alacağı yere, diğerleri de evlerine dağıldı; derken o beklenmedik anda karar verilen ve kalbimde zihnimde çok güzel anılar bırakan akşam bitti!


Ben arkadaşlarımın her birine teşekkür ediyorum ki, unutulmaz bir akşam yaşadım onlarla; devamının olmasını istediğimiz, benim adıma çok sevindiklerini bildiğim... :) Öte yandan Cumhuriyet Bayramında böyle bir fırsata erişmek de olağanüstüydü, içimde bir cumhuriyet alanı var hala sanki. Abartmıyorum bu arada! Anne ve babamın desteklemesiyle başlamış olan cesaret göstergesi bu da benim için... Varlıklarına şükür, onlar yapabileceğimi ve yapmamın gerekliliğini hissettiğim anlardaki desteklerini esirgeselerdi benden; yapamazdım inanın ki! :) Allahım başımdan eksik etmesin onları... 

Sonra gerçekten bunaldığımı ve değişikliğe ihtiyacım olduğunu hissettiğim şu zaman diliminde, aradığımda geri dönüş yapan arkadaşlarıma dostlarıma şükürler olsun; varlıkları hep sürsün dilerim, birlikteliklerimiz hep böyle candan ve kaldığı yerden devam edebilen cinsten olsun. Çünkü insanın, her defasında aynı düzeni sürdüremediği hayat uğraşında kaldığı yerden ve bir araya geldikçe üzerine de eklemeyi bilerek devam edebildiği arkadaşlarının olması büyük şansmış meğerse... :)

Haticeme planıma dahil olduğu için ve içtenlikle bana eşlik ettiği bayramımı bayram kıldığı ve yeni sürecimde beni yalnız bırakmadığı için; Damlam ve Melikeme de bu güzelliğime eşlik ettikleri ve yine yeni bir süreçte destekçim olmayı sürdürdükleri için iyi ki varlar demek istiyorum... Ülkecek nice güzel, "bayram gibi bayramlara" coşkuyla erişelim! Dün yazılan en güzel söz şuydu benim için bu arada internette;

"Milli bayramlarını kutlamayan milletler, dini bayramlarını da kutlayamazlar."

Bence de öyle işte... Değerlerimize sahip çıkmazsak, bizden de dinimizi ve düşüncelerimizi istediğimiz gibi yaşamamız da mümkün olmaz zira... 
Yaşasın Cumhuriyet, İlelebet Cumhuriyet... =)

Sevgilerimle...

26 Ekim 2019 Cumartesi

Gece Kuşu'ndan Notlar #1 - Uzun Cümleler Ve Bir Hayal

Çok geçmesin ki, ben yeni bir seri oluşturuvermeyeyim! Nicedir bu konu benim de dikkatimi çekiyordu ki, madem öyle bu duruma bir son vereyim dedim... :)

Tarih; 26.10.2019, Saat; 00.40

Çoğu zaman, annemin ertesi güne bir daveti veya yolcumuz olacağı zaman oturup gece yazı yazmayı ayrı severim. Zaten en verimli saatler, sabah ve gece saatleri değil midir? Bu da bizlerin bir avuntusu belki de ama bir de gerçeğimiz şu ki, el ayak çekilince daha dingin bir şekilde hareket ediyoruz... 


Gece gece neden böyle bir seri başlattım  önce ona gelelim; 

Çoğu gece uykum gelene dek müzik dinlemek, film veya dizi izlemek, ya da Youtube'dan video izlemekle vakit geçiriyorum. Bunlar rutini birçok gecemin. Ama bazen de içimde bitmek bilmeyen sorgulardan sebep yazıya sarılıp Mail taslaklarımı dolduruyorum... :)

Bazısını da bloğuma yazabilirim o vakit değil mi? Dedim işte. İçimde kopan fırtınaları, bitmek bilmeyen sorgulamalarımı, içime çöreklenen mutlu anıları neden hep kendime saklayayım? Yazmak rahatlatıyor, bir şeyleri gerçek kılabildiğimi ciddi manada başarabiliyor hissettiğimi düşündüğüm alan burası diyorum ya... Kısacası, Allahın bildiğini kuldan saklayacak değilim ya! :) İşte sebeplerim bunlar...

** Ah Uzun Cümlelerim...

Sözde nicedir mevzuları uzatmamaya uğraşıyor ve çabaladığım ölçüde de başarılı oluyordum, ta ki yine bu yazıya kadar! :) Yok, ciddi manada eskisi kadar uzun cümleler kurmuyorum. Yeri geliyor hala kuruyorum ama eskisi gibi "hep" değil en azından... Ama ne yapayım, benim de uzun cümlelerim ve çok söyleyeceğim var. Öyle hissediyorum.

***
Telefonumdan yazıyorum, normalde hiç sevmem telefonda blog yazmasını. Ama blogger uygulamasına güncelleme gelmiş, yazma ortamı da epey geliştirilmiş! Eskisinden daha iyi durumda ve yazı biçimlendirme de, resim ekleme özellikleri de var üstelik. Bunu sevdim! Kendimi "Gece Kuşu" başlığı altında anlatmak istemem sayesinde, güncellemesi yükleneli bir hafta geçmişse de bunu da keşfettim... 

Uzun zamandır sıklıkla bir konuyu çok fazla cümlelerle ve de cümlelerimi kelimelerini büyütmelerle uzatmamıştım ya, bir de uzun zamandır yapmadığım şey şu ki deli debel hayaller kurmuyorum. Esas olarak bu yazıyı onun için yazmak istedim zaten, bakmayın yine uzattığıma. Vardır her şeyde bir hayır; bu gece bu yazı dizimi başlatarak, uzun zamandır yapmadığım bir değil iki şeyi gerçekleştirmeliymişim demek ki...

** Bir Hayal...

Bu yazıya başlamadan önce, bir hayal kurmaya başlamıştım düşümde; bu noktaya gelene kadar da tamamını unuttum! Ama hayal kurmak istiyorum ben bu gece ve çoğu şeyi de yazarak gerçekleştirebildiğime inanıyorum. Sınırları çiziliyor sanki, gerçek olmasa da şimdilik "öyleymiş gibi" hissettiriyor...

Acaba neyi hayal ediyordum diye düşündüm de, bir yere varamadım. Ama en çok neyi hayal ettiğimi biliyorum, her gün bir rutinle sağlıklı bir şekilde yorulduğumu ve yatağıma o yorgunlukla girdiğimi hayal ediyorum. 

Bundan bir 10 sene önce bana bugün için bu üstteki maddeyi hayal edeceğimi söyleselerdi, gülmek için bile uğraşmaz "Hıı tabi tabi" derdim onlara... (Bakmayın yazdıklarıma! Ne olursa olsun, yine de ben en hayırlısını diliyorum rabbimden kendim, ailem ve hepimiz adına.)

Bu geceki hayalimse şu;

Hayırlısıyla ve doğru zamanda, şimdiki olumsuzluklardan kurtulmuşuz ailecek. Ayakta ve ailemle hayatın içindeyim. 

Yanımda elini tuttuğum birçok minik var, her birine kalktığımda onları parka götürmemi istedikleri üzere sözümü tutma uğraşındayım. 

En küçüklerinin ellerini tutmuşum, büyükleri de benim ellerini tuttuklarımın ellerini tutmakta... Öyle güzel ve öyle derin bir tablo ki, gözlerim doluyor yaşarken de.

Herhalde onları parkta oynarken görsem, ben getirdim onları diye gururdan kendimi yerdim ama... Bu, ne benliğimi göklere çıkartıp bir ölümlü olduğumu unutacak kadar bir gurur olurdu, ne de yaptığımın küçümsenme hakkının olmadığını unutacak kadar basit bir şey olurdu...

Park görevi biter, birkaç buluşma için hazırlanır çıkardım sonra evden misal; gideceğim yerin uzaklığını, nasılını sorgulamadan gidiyor olurdum. Yanına gideceğimin kim olduğunu ve beni göreceklerin beğenilerini umursayarak değil de, kendime düzgün geldiği ve beğendiğim ölçüde giyer, saçımı da kendi beğendiğime göre düzenler çıkardım mesela.. Öbür türlü vakitler harcamazdım, öylesinin doğru olduğunu daha çok kavradım bu 10 senede zira. 

Şimdiki gibi mevsim sonbahar olur, boynumda örgü boyunluğum sırtımda bir uzun hırka; serin havaya rağmen ayağımın altında ezilen yapraklara basa basa yürümeyi tercih eder ve ağaçlarından üzerime düşmeye devam eden yaprakların gerekliliğine kafa yorardım... "Herşey bitiyor ve yeniden başlıyor, tıpkı yıllar önce bu anın hayalini kurduğum anların da bittiği ve bu günlerin başladığı gibi" derdim...

***

Gece Kuşu olmak zor bir süredir, şimdi yapamadıklarımı bir zaman yapabiliyor olduğumu düşünüyorum mesela ama öncesinde de sonrasında da dualar ediyorum yine her defasında. Ne bugünden şikayet duyuyor, ne de bugünü ötekisine özlemimle hayırsız bir şeye dönüşmesine vesile olmak istiyorum diye isteklerimi "hayırlısıyla" diye diliyorum sadece...

Bir şeyler istemek ve gerçek edememek, ama gerçek edemezken "hayırlısının zamanı vardır" demek ve kendini ikilemde hissetmemek o kadar zor ki... Tek bildiğim "derdimi sevmeye uğraşmam gerektiği." Üstelik bunu iyice benimsemiş olsam bile, şartları iyileştirmek ve iki dünya için de çabalamak benim görevim diye 'her ikisinde de' aşırıya kaçmamaya gayret ederken, "istemek hakkın değilmiş" gibi hissetmek var. Garip! (Farkındalığına şimdi şimdi varmış, hakkım olduğunu hissedebiliyor iken anlatmak daha kolay oldu tabi öte yandan da.)

Sanırım hayallere bir süredir bu sebeplerle ara vermiştim, isterken aşırıya kaçmak ve bugünümden şikayetçi de olmadığımdan şüphe duymamak adına. Her ikisi de mevcut değil şimdi çok şükür, biliyorum; bugünümden de memnunum ama daha iyisini yapabilmeyi de arzuluyorum. 

Derken bir ikilik çıkıyor yine de ortaya; ama daha fazlasını istemek, bugünden şikayetçi konumunda gösterir mi beni? Diye... 


Velhasıl; gizlenmiş de olsa hayallerim de var ama sorgularım ön planda. Allah var, o bana-bize yeter! Buna canı gönülden inanmaya devam ediyorum. Bu sorguları da, bu kendimle çelişir gibi görünüp hep aynı noktada son buldurmalarımı da kalbime kondurmasının bir anlamı vardır mutlaka... :)

İyi geceler... Bir Gece Kuşu bildirdi, tüm Gece Kuşlarına selam olsun..

01:45 (26.10.2019 - Cumartesi)

23 Ekim 2019 Çarşamba

En Sevdiğim 10 Film - Yıllar Geçerken


2 senedir her ay 8 film, böylece sene boyunca da toplamda 96 film izlemeye çalışıyorum. Yani birkaç ay da fazladan izlesem, 100'e tamamlarım diyordum ama genelde benimkiler bu sene 8'den eksik oluyor hep ya! Neyse, daha tam olduramadım ne yazık ki yani bu planımı... :) Ama yazıyorum, not ediyorum ya; geçen sene toplamda 75 film izlemişim, bu sene de Allah kerim diyelim. 75'e çıkabilirsem bile yine iyidir ama o derece şu aylarda...

İzlediğim okuduğum, gördüğüm, beğendiğim beğenmediğim konularda yazmak beni motive ediyor ve iyi hissettiriyor biliyorsunuz... Dedim ki, şu sıra çok film izleyemiyor iken yine; sevdiğim filmleri not edeyim kendi adıma, ki sevdiğim filmler arşivi yapma hayalim vardı ve bunu yapmak istediklerime yazmıştım hatırlarsanız. Ama oradaki istediğim gibi durumu, sürekli izleyebileceğim biri de olacak ki gerçekleştireyim diye düşündüm. Yoksa izlemedikçe DVD arşivi yapmanın da bir mantığı yok bence...

Yani giriş olarak kısaltmak gerekiyorsa, DVD'leri alıp saklamaktansa, önce bir sevdiğim filmler üzerine konuşalım. Bir film arşivi oluştursa idim, ilk 10'a hangi filmler girerdi bir listeleyim dedim... İyi demişim ama değil mi? =) Ortak filmlerimiz varsa da, benim listemden izleyip hiç beğenmediğiniz olduysa da sebepleriyle yorumlara bekliyorum! İyi okumalar...




City Of Angels - Melekler Şehri (1998)


İlk "başucu filmim olur" dediğim filmle başlayalım isterim. Bu filmden önce de çok film izledim ama 18 yaşımın deminde, en romantik hissettiğim anlarımda izleyip de en sevdiğim film oldu "City Of Angels". Senelerden 2010'du (Zaten bu 2010 senesinin bende yeri çok ayrı, hem en iyi hem en kötü senemdir kendisi. Neyse, bunu ara ara konuşmaya devam ederiz sonra!);

City Of Angels çoğu listede konuşulmaya devam ediyor, bunun yanı sıra ismi Türkçe'ye "Kasım'da Aşk Başkadır" diye çevirilen "Sweet November" da konuşulanlar arasında var; ki ismini büyütmeleri ve de bu kadar övmeleri benim o filmden soğumama sebep olmuştu, hala izlemedim! Neyse bir haftasonuna giriş günü akşamı (Cuma); ertesi gün okul yok, tam moda girmelik dedim ve filmi odama geçip karanlıkta bilgisayar başında izliyorum. Hikayeyi öyle sevdim ki, nasıl bir his biliyor musunuz; sanki o filmin içindeyim ve bundan başka yerde o an mutlu olamaz gibiyim. İlk defa bir filmi izlerken böyle hissettiğim gerekçesiyle yeri bende ayrıdır bu filmin işte... :) Meg Ryan'ı ilk kez izlediğim film ve o gün bugündür bir ayrı severim kendisini de...

Konusu gereğince birkaç konuştuğum kişi çok eleştirmişti, dini duygularımıza ters falan diye. Ama zaten film Türk filmi değil ki! İçeriğinde ölüm meleklerinden birinin, dünyalı birine aşık olmasıyla yaşadığı hayatı anlatıyor. Evet, tamamiyle de bir yerde hayal ürünü bir konu... Bir doktora aşık olmak da, ikilinin zıtlıklarını ortaya döküyor zaten. Biri hastalarının hayatlarını kurtarmaya çalışıyor, diğeri de onun kurtaramadıklarına öteki dünyaya giderken eşlik ediyor işte... İnanın bana o yaşımda doktor olasım ve ölüm meleğimi bekleyesim geliyordu benim, bu aşkı öyle çok sevmiştim ve sanırım hep de seveceğim! :) Bu filmi kaç kere izledim hatırlayamıyorum ama 5-6'yı geçti. Uzun zaman da oldu izlemedim, 3-4 sene kadar...

Hayat Güzeldir - La Vita E Bella - (1997)


Madem eskilerden bir film ile başladım, 2000 öncesi sevdiğim diğer filmle devam edeyim dedim. 

Bunu izlediğim tarih aralığını da hatırlayabiliyorum, sene 2003 ya da 2004... Şimdilerde hala oturduğumuz bu evimize taşındığımızın ilk seneleri daha. Kuzenimiz Beyhan abla da ablam da daha lisedeler. Beyhan ablamlar bize oturmaya geliyorlar bir akşam ve televizyonda bu film var. Büyükler balkonda oturmuş çay içerken, o akşam Kanal D veya Star'da bu film oynuyordu. Televizyonda çok ama çok güzel filmlerin yer bulduğu yıllardı o zaman. Şimdilerde güzel filmler yer bulacak da, izlemeye doyamayacağız; çok sık başımıza gelen bir şey değil! Trt-1'de Sinema kuşağı olduğu zamanlardan bahsediyorum... (Neyse, daha üstelemeyeyim. Üsteledikçe yaşlanıyorum! :))

Filmi üçümüz oturduk izledik, filmdeki anne ve babanın fedakarlıkları bizi aldı götürdü. Filmin sonunda üçümüz de hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk ki, o filmin içeriğine dair "çok iyi ve çok duygusal" olduğunu gazeteden okuduğumuzda "Yok canım!" demiştik ablamla... Hala bu filmin hatırası, o akşamda kaldı benim için. Bir daha baştan oturup izlemedim misal ama hala hatırlarım.

Filmde 2. Dünya Savaşı zamanında Yahudi kamplara götürülen ailelerin çektiği zulümler anlatılırken, Yahudi bir babanın oğlu ve İtalyan karısı için o ortamı yumuşatma çabası anlatılıyor. Bir çocuğa o ortamda, bizi ayrıştırıyorlar ve zulmediyorlar denilemeyeceği gibi; onu asla anlamayacak askerlerden çocuğunun canını bağışlamasını da isteyemeyen bir babadan bahsediyor film... Aslında nice baba var orada, biz birinden yola çıkıp o zamanı izliyoruz işte. Çok duygusaldı, yalnız izlemeye cesaretim yok sanırım. Belki izleyecek birini bulursam daha sonra yanıma, sevgili Merom gibi; yeniden izleyebilirim bu filmi de... =))

When İn Rome - Aşk Çeşmesi (2010)

2012 civarı bir tarihte ilk defa izlediğimi hatırlıyorum bu filmi de, örgün öğretim üniversite okuduğum Sındırgı'dan döndükten hemen sonrası idi. Evden tam anlamıyla çıkabileceğim ortam yoktu, benim ardımdan üniversitelerine giden arkadaşlarımla beraber buralar sessiz sakin olmuştu. Derken İtalyanca merakımın başladığı senelerin ardından, izleyecek filmler aradığım bir gün bu film çıktı karşıma.

O ilk izleyişimden sonra, biri kuzenim biri komşumuz olmak üzere iki kişiyle tekrar seyrettim. Bir ara da canım sıkıldıkça bu filmi açar izler oldum sonra... Aslında hala sıkıldığımda açıp izleyebilirim ama izleme listeleri tutmaya başladım başlayalı, fırsat buldukça o listeleri bitirmeye çabalamak işime geliyor daha çoğunlukla. Ama buraya not olsun, yine izleyeyim ben bu filmi. 7. izleyişimde bir film benim olmuş demektir zaten, City Of Angels gibi. :) Ama ikisi arasında fark var tabi, bu film daha çok romantik komedi; City Of Angels, bildiğimiz romantiktir...

Serendipity - Tesadüf (2001)

Serendipity benim City Of Angels'dan sonraki sırada tuttuğum en sevdiğim aşk filmi aslında. İçeriğinde çok eğlenceli bir hikayeyi anlatıyor ama hiç klasik holywood filmleri gibi değil! Bu film hakkında bir "İzledim" yazısı yazmıştım, ki kendisini okumak isterseniz de buraya tıklayabilirsiniz... Direkt onu da okuyabilirsiniz ama bir küçük not geçeceğim yine de;

Aşkı bir anda bulduğunuzu düşündüğünüzde, işini kadere bırakacak kadar düşüncelere dalmış esas kızımızla bulduğunuzu düşünün. Aslında bu bahsettiğimiz kızımız, yeni tanıştığı biri için "doğru kişi olup olmadığına emin olmak istiyor!"

"En sevdiğim kelime "Serendipity." Beklenmeyen Tesadüf demek. Ama aslında ben tesadüflere inanmam. Bence her şey kaderin arkasında." diyor. Bunu da şöyle destekliyor; "Kader bize seçenekler sunuyor, biz mutlu onları okuyup mutlu olup olmadığımıza bakıyoruz." Sonra işaretlere kalıyor hayatları. "Benim için doğru insan isen, bir şekilde zaten buluşur kavuşuruz" diyorlar. Bir gün tamamen tesadüfe bırakıyor aralarındaki ilişkiyi. İzlemek istemezseniz dediğim gibi yazıma alabilirim sizi, ama bana bu filmdeki aşk hala çok saf geliyor! :)

En son geçen sene dostum Meroma izletirken izlemiştim, dün gece tekrar izlemeyi düşünene dek. Dün izlediğimde aynı hisleri daha yoğun yaşadığımı gördüm; her seferinde daha da yoğunlaştığı gibi. Aslında şu sıralar cidden o moda girmemek ve kendimi üzmemek için izleyemiyordum; ama dün gece izledim... Demek ihtiyacım vardı ama beni çok da zorladı yoğunlaşan ama bugüne uyarlanan duygularımla. Neden biliyor musunuz; çok severek izlediğiniz ve bunu bilerek izlediğiniz bir film, sizin için gitgide daha zorlu olabiliyor bazen. Hele ki yalnız izliyorsanız! Bu ara ben çok duygusalım, kusuruma bakmayın... (:


Krrish 3 - (2013)

İzleyip de konusu itibariyle "böyle bir şey olsa ya dünyada" dediğim bir hikayeye sahip "Krrish", hint sinemasının süper kahramanı... Bana göre Spider Man ve Batman'den daha gerçek inanılası bir hikayeye sahip, üstelik her birinden daha fantastik başlangıç hikayesi olmasına rağmen! :) Bir uzaylı tarafından babasına verilen dünyaötesi gücün "Krrish"e gen yoluyla geçmiş olması, sanırım bana daha inandırıcı bir kahramanlık gibi geliyor...

Neyse, üçüncü filmi beğenmemin sebebine gelirsek; Krrish dünyaya kötü kardeşi tarafından yayılan bir hastalık virüsünü yok etmeye uğraşıyor ve bu hikaye gerçekten güzel anlatılıyor. O filmdeki gibi durumlar yaşansın isterdim demiyorum ama Krrish'in birçok açıdan iyi gelen güçleri gibi bir şeyler yaşamak isterdim diye hissettirdi film. Kucaklayıcı bir film, izlemek isterseniz veya devam filmi olarak izlememişler varsa diye anlatamıyorum. Ama fikirlerimi okumak isteyen var ise, izlemiş ya da izlememiş olarak, buradaki yazıma da uğrayabilirler tabi...

Bundan iki sene önce keşfettiğim Hritik Roshan benim için Hint sineması oyuncularında efsanelerdendir yani... :)

Moana - (2016)

Gelelim animasyon ve fantastik yapımlara, bu filmden önce sayılması gereken birçok animasyon filmi elbet var önceki izlediğimiz zamanlardan ama bu film de şimdi bir başka benim için! Yeğenim Kağan'ımla izlediğimiz ilk animasyon filmlerinden biri. Bundan önce çok çizgi film izledik ama Kağan uzun film izleyemeyenlerdendir genelde, bizim en uzun oturup izlediğimiz ve beğendiğimiz ilk animasyon filmi bu oldu... Ardından birçok film daha izledik ama ilk olması ve beğenilen olması, bende ayrı yerini bulmasına haktır bence! :)

Neyse Antalya'da idik, geçen sene izledik beraber Kağanımla. Oturup bir filmi baştan sona izlemek tabii yorucu idi onun için, hala yoruluyor. Bu sebeple iki günde izledik, yarısını bir akşam ve diğer yarısını da ertesi gün. Ama ikimiz de "Hei Hei"e bayıldık film boyunca. Herkes Moana'ya hayran kalmış olabilir, biz oradaki tavuğa öyle çok güldük ki; bazen hala açıp izliyoruz, o derece! :)

Şarkılarından tutun, görüntü içeriğine kadar kaliteli bulduğum Disney Channel'ın bir filmidir kendisi. Hala "hadi izleyelim" deseniz, oturur izlerim her defasında. Başarmak için, korkmamayı ve çabalamanın önemini kavramak gerektiğini çok güzel anlatıyor...



Güzel Ve Çirkin (2017)

En sevdiğim animasyon fantastik filmler arasına giren Güzel ve Çirkin, masalın en güzel haliyle anlatıldığı 2017 yapımı Disney Channel filmi olarak sunuldu... Esas hikayesi bambaşka diyorlar bu Güzel Ve Çirkin için aslında, duydunuz mu? Ben okudum ama büyüsünü bozmayayım en iyisi! :) Ama sözüm olsun, bir kez daha izlediğimden sonra bunun da "İzledim" yazısını yazayım ve size o hikayeleri de öğrendiğim kadarıyla yazayım bloğumdan...

Kendi güzelliği ve zenginliğinin şatafatına kapılmış bir prensin, bir gün bir balo sırasında lanetlenmesiyle başlıyor hikayemiz. Yakışıklı prens bir çirkin krala dönüşüyor ve onunla beraber kraliyet sarayı da, kendi alanına sığınmış yaşayan ölüler halini alıyor. Her şey yaşıyor oysa o krallıkta, çay fincanından duvar saatine kadar! Ama kendini inzivaya çeken kralla beraber, her biri sessiz sakin evin kuytularına çekiyorlar...

Yaşamayan o eve, bir gün Güzel geliyor; babasının o evin yolundan geçerken, geceyi konaklamak için yer aradığı sırada bahçesinden bir gül koparması sebebiyle... Çirkinimiz canı karşılığında kızını istiyor adamdan. Bakın ben bile unutmuşum böyle olduğunu, açıp biraz okudum da "sahi yaa" dedim. Neyse, bunun sonucunda o ev yaşamaya başlıyor işte. Güzel gelir ve ev yaşar! Laneti bozmak için zamanla beraber uğraşacaklardır ama önce aşılması gereken Çirkin'in kendini hapsettiği duvarları vardır... Birbirine bir şeyler öğreterek aşk yaşayan film karakterlerini hep sevmişimdir, muhtemelen bu hikayeyi de bu sebeple bu kadar çok sevdim! :)

Ayrıca bu film, o senenin en iyi film oscarını da almaya hak kazanmıştı. Gerçekten güzel bir filmdi... 2017 senesinde izledim diye hatırlıyorum ben de... Üstüne bir kez daha izledim ve ilk izlediğimin üzerine üçüncü senem için bir kez daha izlemeliyim bence!

The Host - Göçebe (2013)



Filmi Olan Kitaplar yazı dizimi okudunuz mu hiç? Muhtemelen okuyanlar var ise bilecektir, o serimde filmi olan kitaplarda filmini de kitabını da nadiren sevdiğim hikayelerden birine sahiptir Göçebe!

Başka ruhlara ruhlar aktararak, dünyayı insanların zulmünden kurtarmayı hedefleyen bir tür uzaylı ırkı dünyayı ele geçiriyor filmde. Öyle ki, insanları yerlerinde yakalıyor ve bir şekilde bedenlerini alıp sakin yaradılışlı ruhları içine aktarıyorlar. Direnen ruhlar hayatta kalıyor, direnemeyenler de ölüyor. Başta düşünemiyorsunuz, "E hani bunlar dünyayı güzelleştirecekti? İnsanları içten öldürüyorlar ya yine de!" diye. Hikayenin o noktası kitabın başında çok güzel anlatılıyor zira...

Sonra bu direnen beden sahibi ruhlardan biri, o aktarım yapılan hastanelerden birinden kaçıyor içine aktarılan göçebe ruhun yardımıyla. Sonrası başlıyor macera... Hastanede verilmemesi gereken ailesinin yerini, ancak kaçarak saklayabilirler zira. Göçebe'yle beraber gidiyorlar da, kabul ediliyorlar mı derseniz; elbette hayır, içinde esas ruhun olduğuna inanıp inanmayanlar bir güzel saklıyorlar ama saklandıkları yerin en alt katmanında. Hikaye sizi içine çok güzel çekiyor, bana göre öyle en azından... En az 3-4 kişiye izlettiğim bu filmle de gurur duyuyorum, şu ana dek beğenmeyene rastlamadım onlardan. :) Bu filmin ve kitabının hikayesinin "Filmi Olan Kitaplar" yazısı buradan da bulunsun madem!

Anadolu Kartalları - (2011)


Şimdi farkettim, ben sevdiğim filmlerin çoğunu mutlaka film izleyebildiğim kişilere izletmişim ya (Yazının sonuna doğru mu farkettin Didem, aferin sana!). Bu filmi aile üyelerim dahil birçok kişiye izlettim, çünkü çok güzel... :)

Oyuncu kadrosu ve konusunun işleniş biçimiyle, en güzel 2000 sonrası Türk Filmlerimizden biri olmaya aday bence. Uçaklara az biraz merakı olanlar çok sevmiş gördüm ki, bana da bu kadarı yetti doğrusu. O eğitim süreçleri ve içindeki hikayeleri işleyişleri bana hep güzel zaman geçirttirdi... Özge Özpirinçci, Çağatay Ulusoy, Engin Altan Düzyatan, Alper Saldıran, Ekin Türkmen gibi oyunculardan bahsediyorum bu arada! İyi dizi ve filmlerde oynamış ve oyunculuklarının hakkını hep vermiş olduklarını gözlemlediğim için bu oyuncuları belirttim tabi ki.

Pilot olma yolculuklarını izlediğimiz öğrencilerin, yaşadıkları zorlukları, hayattaki acıları ve mutluluklarını izletiyor film. Güzel zaman geçirtiyor bu arada da... Bu yazımda bir müzik eksikliği var gibi geldi, bu filmin müziklerinden en sevdiğim şarkıyı buradaki linkten dinleyin isterseniz olur mu? :)

Me Before You - Senden Önce Ben (2016)


Sonu en duygusal şekilde yapıyoruz ama planım dahilinde değildi! 2018 senesinde, bir gece vakti izleyip hüngür hüngür beni ağlatan filmdir "Senden Önce Ben". Hani hep diyorum, beklentiyi ne kadar yüksek tutarsan o kadar büyük hayal kırıklığı yaratıyor çoğu film ve kitap. Ama tersine hiç değinmemişim meğer. Benim beklentimi çok düşük tuttuğum halde bir filmin güzel olabilmesi de ihtimal dahilindeymiş meğer!

2018 Mayıs ayı, bir gece yatağımda açtım bu nicedir ertelediğim ama merak da etmeyi bırakamadığım filmi. Biliyorum ki, engellilil konusunun işlendiği filmler ya çok abartılıyor ya da tam anlamıyla içeriğine doğru açılardan değinilebilen içerikler olamıyor... Me Before You'ya kadar böyle düşünüyordum diyebilirim, çünkü çok değinilmesi gerektiğini düşündüğüm konulara senaryosunda yer vermiş. Ama ben hikayeyi de, bu konuda yaşadığım anları ve hissettiğim karmaşayı da tümüyle anlatmayacağım yeniden. Bu hikayenin filmini izledikten sonra da kitabını okuduktan sonra da tüm düşüncelerimi paylaşmaya çalıştığım yazılarım var, onları burada ve burada bulabilirsiniz... 


Korkularınızı, ama kendinize dahi hiç açık etmemek için uğraş verdiğiniz korkularınızı bir filmde izlediğiniz oldu mu hiç? Me Before You filmi bana onu hissettirdi işte... Gecenin bir yarısı önce boğazıma bir yumru oturdu, sonra gözlerimden yaşlar istemsiz boşaldı ve ağlayan ben değildim yüreğimden boşalıyordu sanki yaşlar. O gece öyle rahat uyudum ki, gördüğüm rüyalar beni kendimi anlamam yönünde yol gösterici olmaya başladı. Yeniden! Uyumadan önce sabaha kadar hislerimi telefonumun mail kısmını açarak yazdım önce, ki üstte de bağlantısını verdiğim "İzledim" yazısıyla yayınladım sonra...

Acı hissettim, dehşete düştüm, korkularımı gördüm, kendimi anladım. Kitabı olan filmlerden, ilk defa filmini izleyip de kitabını okuduğum bir film oldu kendisi. Tabii merakım sayesinde. Ama iyi ki izlemişim dedirtendi aynı zamanda... Bu film en sevdiklerim arasına girdiyse de, bir daha izlemeye de cesaret edemediklerimden mesela. Bir daha beni o kadar savunmasız yakalayabilir mi bilmiyorum ama yine de cesaret edemiyorum işte. :) Bu filmi izlediğim zamanlarda ve sonrasında çok şey keşfettim kalbime hapsettiğim, en sevdiğim filmler arasında son sıraya oturduğuna bakmayın; öyle denk geldi...



Böylece benim en sevdiğim 10 filmde sona gelmiş bulunuyoruz. Elbette yaşadıkça en sevdiğimiz filmlere ekleme bitmez. Aslında bu listeye eklenmemiş eksik kalmış daha epey film de var. Ama ben hayatımda epey yer edinmiş ve beni dürten filmleri sıralamak istedim. Bilim kurgular eksik mesela burada, 4 film daha eklemem lazım onlar için de aslında. Ama şimdilik kalıversin burası böyle, beni hayrete düşüren ve hayran eden bilim kurgu filmlerine de başka bir yazımda yer veririm belki sonra... 


Lütfen yorumlarınızı benden esirgemeyin, sizler de orada okuyor ve yazılarımı beğeniyorsanız eşlik edin ki yorumlarda da sohbet ortamı oluşturalım. Hem motivasyonum artar da, daha sık yazı yazarım belki yeniden. Eskiden haftada 4-5 yazıyordum, bu sıra haftada 2 yazı yazarsam "işte bu!" diyorum kendime. :) Yani, yorumlarınızı da bekliyorum. Sevgilerimi sunuyorum ve bir sonraki yazıma dek kendinize iyi bakın diyorum...

Sevgilerimle. (:

20 Ekim 2019 Pazar

Pazar Yazısı #64 - Ekim Pikniği ve Üşümeme Mevzum


Uzun zamandan sonra yeniden pikniğe gitmemizin yanı sıra, bugün benim uzun zamandan sonra yeniden dışarı çıktığım bir pazar günüydü de aynı zamanda. Bir pazarı daha güzel geçirdik ve bitmedi ise de ben bu yazıyı yazarken bitme sancıları yaşamakta.. Bir pazar biterken 7 günlük bir zaman dilimi daha geçti gitti ömrümüzden diye düşünüyorum. O sebeple yazılarını yazmak hoşuma gidiyor, bunu da bugün farkettim mesela... :)


Babam geçen hafta pazar günü Ankara'daki bilardo turnuvasından dönmüştü, iki haftalık zaman diliminde burada değil Ankara'da idi yani... O zaman diliminde de, o geldi geleli de evde idim işte. Fırsat olmamıştı en nihayetinde... Ama dün, annem ablamlarla beraber Bursa'da işlerini halleder iken; Yurdagül yengem ve Mustafa dayım aramış ve bugünkü piknik planlarını söylemişler. Annem bizi aradı ve biz de babamla olur deyince, işte bu güzel gün ortaya çıkıverdi... :) İyi ki.

Uludağ Milli Parkı'nda piknik yaptık bugün beraber; Mustafa dayım ve yengem, komşuları ve biz... Uludağ'a çıkma sebebimiz sadece piknik yapmak da değildi, öyle büyük teşekkürüm var ki aileme bugün yine; geçen hafta haftasonu Ayşe teyzemler geldiğinde, konuşuyorlardı Uludağ'a bir gün de pikniğe gidelim diye. O zaman iki üç gün önce gördüğüm rüyadan bahsetmiştim, anneme ve yengeme "Bir gün oraya da pikniğe çıkalım yeniden ama kış pikniği olsun dayanabileceğim cinsten. Ben rüyamda karların içinde çok huzurlu ve de dayanıklı idim!" demiştim... 

Sevgili yengem, bu dediğimi unutmamış; teşekkür ederim ki böyle güzel bir birlikle bugün pikniğe çıktık beraber, havalar daha fazla soğumadan.. :)

En garip yanına geliyorum şimdi; başta gerçekten oldukça iyi olan az hava, biz piknik sırasında oturdukça soğumaya başladı. Ama buna rağmen ben tüm gün oldukça dayanıklı idim, o serinliğe rağmen ve annem, yengem ve Özlem abla o kadar üşürken! (: Aferin be bana, işte böyle yavaş yavaş gelişmeye devam edecekmişim meğer işte! Size pazar gününün ve son zamanlarda soğuyan havayla beraber farketti isem de, anlam veremediğim ama bugün ciddiyetine vardığım yeni gelişmemin netliğinden böyle haber vereyim istedim... O kadar az üşüdüm ki işte bugün, neredeyse hiç üşümedim diyebilirim önceki deneyimlere göre. Pikniğin sonuna doğru derinden hissettiğim ve beni rahatsız eden çok şey yoktu, biraz parmak uçlarım uyuşmuştu ve ayak bileklerim biraz da. Arabaya binince kaloriferi açtı babam, o buzlarım da kırıldı; eve gelene dek de açık havanın çarpmasıyla uyudum uyandım işte. Bence bu işi de başaracağız yine! :)

Ben çok üşüyen biriyim, ciddi anlamda az biraz soğukla bile "ilk ve son ataklarımdan beri" hiç barışık halde olamadığım değişmez bir gerçeğimdi yıllar yılı! Ama şimdi değişmeye başlayan bir durum haline geldi, çok ama çok şükür rabbime. Son birkaç senedir ben dahi tahammül edemiyordum bu üşüme durumlarına, "az biraz dayanılır olsa" diyordum. (Artık dayanabiliyor bünyem, diye de yazacakmış meğer ellerim! =))


Hava şansımıza çok iyiydi de, bu pazar pikniği epey iyi geçti. Zira Ağustos'ta iki piknik denememizde de yağmurlu hava ile karşılamıştık yine yengemlerle. Bugün yağmurla da, aşırı soğukla da karşılaşmadık ve Ekim ayında olmamıza rağmen işte... 

Saat 14.00 civarı piknik yapacağımız yere ulaştık, öncesinde Bakacak tepesine gittik ve oranın da yeni halini görmüş bulundum böyle. 2012'de ilk defa o Bakacak tepesine çıktığımda bir büfesi, çay ve mısırı yoktu oranın. Ama bugün taze haşlanmış mısırını pek sevdik oranın. Virajlı Uludağ yollarında altüst olmaya yüz tutmuş midemi, toparlayan şey oranın tatlı haşlanmış mısırı oldu neyse ki... Büfe fikrini ora için duyduğumda hiç beğenmemiştim ama gördüğümde hiç de fena olmadığını gördüm. Benim fikrimce orası ilk gördüğüm gibi büfesiz kalmalı idi neyse ki, ama ben anlatılanlardan cafeterya tarzı bir şey bekliyordum ve hiç öyle değilmiş neyse ki... Oranın tek özelliği olan o manzaraya dair odaklanmayı değiştirmesinler dilerim. :) 

Sonra piknik alanımıza geçtik, ikiden altıya dek o alanda idik. Kahvaltımızı evde yapıp gittiğimiz için, kahvaltı ve sonrasındaki mide indirme durumunu bekleme mevzumuz olmadı bu sefer. Çay keyfi ile başladık ateş yanana dek, çay keyfi ile de sonlandırdık sonra. Üst kolajda gördüğünüz kitabı çok okumama fırsat olmadı sohbetlerimizden. Diz battaniyem dizimde, sırtımda kendi ördüğüm hırkamla birçok yere gitmiş olsam da; bugünkü gibi üşüyememiş olduğumu göremediğim için, bugünün hala en büyük şaşkınlığıdır benim için o soğuğa dayanabilmiş olmam...

Yengemlerin komşularının oğlunun kendini el kol ve bacak hareketleri ile anlatma hallerinde, Kağanımın küçük hallerini hatırlamış olmam; soğuğa dayanabilmiş olmam ve rüyamın bir nevi çıkmış olması; uzun zaman sonra dağ havası ile pikniğimizin bana bir mucizeyi daha hissettirmesi, tamamiyle bugüne dair hatırlayacaklarım olacak... :) Piknik pazarı, Ekim pikniği, Üşümeme mevzuum; birçok başlığı var bu yazımın benim için. 


Nice pazarlara, nice mucizevi olaylara ve nice güzelliklere doğru hayırlı haftalara günlere olsun...
64. Pazar Yazımın sonuna geldik ve yazımın başında da söylediğim gibi "7 günlük bir zaman diliminin daha sonuna, uğurlanmasına. Güle güle gitsin, hayırlısıyla daha güzelleri gelsin. Allahım nice mucizeleri kucaklatsın ve bizi hiç unutmasın; dertlerimizle, mucizelerimizle...

Sevgilerimle... =)

17 Ekim 2019 Perşembe

2013'e Bakış - Ekim 2019


Bloğumun en sıkı takipçisi yine benim aslında, geçmişten yazılarıma denk geliyor ve oradaki duygularımı incelemeyi çok seviyorum. İşin garip yanı, buna fırsatım oluyor olmasını artık daha az garipsiyorum... 

Dün mail adresimdeki taslaklar kısmını düzenliyordum, geçmiş notlarımı epey temizledim. 1-2 sene öncesinde, 2013'deki "Evde Oturan Sendromu" adlı yazıma denk gelmişim ve onun linkini kaydetmişim; şayet böyle yapmış isem, incele ve oradaki yazım hatalarını düzelt demektir bu benim için. Belli ki unutmuşum sonrasında da, dün açtım o yazımı okudum ve okurken de yanlışlarını düzenledim. Neyse, bir iki yerde harf hatası vardı sadece. Demek ki yazım hatası için değil, "tekrar oku onu!" diye kaydetmişim dedim. Sonra yazıyı okuduktan sonrasında da, "ben bu konuda yeniden yazmak istiyorum!" deyişime şahit oldum... :)



İyi lak lak ettim, konuya geçiyorum... Okumak isterseniz önce o yazımı okuyun, sonra buraya uğrayın isterseniz yine. Ama ben kısaca özet geçeceğim yine de; 2013'deki son atağımdan sonra aylar boyu üzerimden "çalışamıyorum ve bu durum beni çok rahatsız ediyor hissi" geçmek bilmemişti. Bunun ile başa çıkma zamanlarıma verdiğim bir sendrom ismi idi, Evde Oturan Sendromu... Oldukça acemi olarak durumumu böyle anlatmak istemiştim. Evlendiği, iş bulamadığı veya öyle tercih ettiği sebebiyle evde oturan kişi olmak çok başka; benim gibi çalışamadığı gerekçesiyle evde oturan konumunda olmak çok başka idi o zamanlar benim için. Şimdi de aslında öyle ama daha kabullenilmişlik ve sakinlikle doluyum diyebiliriz...

2013 senesinde, 21 yaşında bir benden bahsediyoruz... İçimdeki deli doluluk ve yere göğe sığmayan hal hala devam ediyor, ama o zaman için itiraf ediyorum ki iflah olmaz bir sabırsızlık hali de içimde hakimdi. Sorgulayıp oluruna çok baktık, ama benim için aktif halde çalışabiliyor olmak mümkün değildi. İmkanları zorlayarak değiştirmemiz gereken eski bir arabamız vardı, onu satıp "engelli raporumla" yeni bir araba aldık ama bunun için epey yüklü bir kredi çekmek durumunda da kaldık... Yani şunu demek istiyorum, o zamanlar daha hiç mümkünatı yoktu ki; girişten olmayan şu evimizi değiştirebilelim.

Mezun olalı bir sene oluyordu ki, engel durumumu ve okulu iyi dereceyle bitirmiş olmamı duyan bir banka çalışanı başvurmamız üzere iş görüşmesine çağırmıştı beni o sıra; ama düşündük taşındık ve bir olur yanını bulamadığımızı gördük. Zar zor kabullendim, bir süre böyle olacaktı ve zaten 1,5 senedir de "Aöf İkinci Üniversite" öğrencisiydim... Kabullenmeliydim, okul uğraşıma sıkı sıkı sarılmalıydım...

Öyle de yaptım; bir ara satış danışmanlığı denedim evden, birkaç aylık bir uğraş oldu ve ikna kabiliyetimin, satış becerimin olmadığını gördük yeniden. Evde birkaç uğraş daha denedim, amacım para kazanmanın ötesinde; işe yaradığımı hissetmekte, iş üretebildiğimi ve o işi yerine layıkıyla getirebildiğimi görebilmekte idi yine! Ah nasıl hevesliyim bir bilseniz, olmadıkça nasıl içim içimi yiyor ve daha çok gecelerim gündüzlerime karışıyordu...

Günler geçti, aylar geçti ve ben bahsettiğim yazıyı yazmaya karar verdim; istediğim kendimi anlatmanın hazzıyla bir divana oturtmak ve rahatlatmaktı. Öyle de oldu, o yazı beni çok rahatlatmıştı. Hala hatırlıyorum... Sitemlerim, hüzünlerim, bir türlü olduramamalarım ile dolu bir yazı yazmışım ki; o anları yaşayan ve hislerimi derinden hatırlayan bana, yine öylesi bir "nereden nereye" diye hissettirdi ki dün... Aynı hisler şimdi yok mu derseniz, zaman zaman var hala ama o zamanki şiddetiyle değil diyebilirim size...


Ama tesadüf yok deriz ya hani, tesadüf değil yine o yazının karşıma bekleyip de bu ara çıkmış olması! Nedenine geliyorum hemen, bu ay başında uzun zaman sonra o sendromdan tamamen kurtulabileceğime çok inanmıştım... Ama hemen ardından da bir o kadar kurtulamadığıma ve bekleyeceğime dair bir tersine olayla, büyük hayal kırıklığı da yaşamıştım. İnanır mısınız o ilk hafta aynı şekilde, kendi tabirimle "Evde Oturan Sendromunun" en şiddetli haline yakalandım sanki. Garip hissettim, değişmez hissettim ve kendimi istediğim kadar işe yaramaz hissettim yeniden...

Bir hafta sonra o his geçti ama hala birkaç haftadır böyle üstteki kolaj fotoğraflarımdan gördüğünüz üzere değişken hallerdeyim şu ara... 

Bir 2013'e bakıyorum bir şimdiye, içimde hala yapmak istediklerimin sayısı çok fazla ve yapabildiklerimin yeterliliği hala biraz eksik. Bugünümüze çok şükür, lafım ne bugündeki insanlarıma sitem ne de olduramadıklarımıza aslında... İçimde bir şeyleri kaçırıyormuşum hissi hep baki, belki yazıp anlatabildikçe atlatacağım yine bu hisleri; ama gördüğünüz üzere sıklıkla da anlatamıyorum şu sıra kendimi. Çünküsü var. Çünküsü şu; içimdeki yorgunluk kalkıyor yerinden, tek bir laf ediyor ve beni sarsıyor derinden. "Bir şeyleri kaçırıyormuş gibi hissediyorum" cümlesi, bana kendimi çok hüzünlü hissettiriyor mesela. Bugünden şikayetçi değilim, hayatımı seviyorum, yaşamayı çok seviyorum, Allahıma duacıyım, ailemden razıyım! Ama çok şey yapabilmeye ihtiyacım var gibi hisseden yanım, çalışmak, boş oturmamak ve hep aktif olmak da istiyor...

Bunları söylemek dahi hakkım değilmiş gibi geliyordu bazen. Geçen gün kendime yazdığım bir yazıda şöyle bir ikili cümle kullanmıştım,


"Kısıtlayan yok ama yine de mevcut durumlar sebepli kısıtlanan benim.

Yüreğim yerinde durmaktan dolayı sıkıntılı, öyle bir atmak istiyor ki hiç kimse böyle atmasını beklemezken en çok kendisine ispatlar olmalı..."


Bunların şikayet olduğunun düşünülmesinden ödüm kopuyor, o yüzden belirtmeliyim hiçbir şeye ve hiç kimseye bir şikayet değil bu. Durumumu ve kendimi değerlendirme, aslında rahatsız olduğum durumları kendimce ortaya çıkarıp tabu olmaktan ve daha büyük sorunlara dönüşmesinden kurtarma çabası benimki... İyi ki çabalıyorum aslında, kendi kendimi kurtaracağına inandığım noktalarımı not düşüyor olmam bana çok iyi geliyor yine.


Demek istiyorum ki kendime;

Şikayetçi değilsin görüyorum, rahatsız oluyorsun görüyorum, "An'ı yaşamak senin için hiç sıkıntı değil" onu da görüyorum. Ama rahatsız olduğun nokta, her günü son gibi de yaşamaya çalışırken daha fazlasını yapmak istediğini hissediyor olman adına biraz da. Bunu söylemek seni ne kötü biri eder, ne de doyumsuz biri... Bunları duymaya ihtiyacın var, ama rahatsız olmaya hakkın yok! Hakkın olan nokta, bu durumları değerlendirmeye devam etmek ve kendi söylemin gibi "daha çok yazarak içindeki karalıkları atabileceğine inanmayı sürdürmek"...

Allah daha büyük bir dert vermesin, Allah bugün gördüğümüzden geriye koymasın, Allah sana bugünlerin mukafatını en hayırlı gördüğü vakitte de göstersin. (Bu dua hepimize aslında!) Az biraz ama derin yorgunluklarımızın ve aslında başkalarının gözünden görüldüğünde gerçekten yersiz gibi görülecek olduğuna inandığımız hislerimizin, ben kadar kendini garip hissedip kendine yediremeyenlerin de adına yazdım.

Son söyleyeceğim de şu olacak; geçecek, öyle böyle neler geçmedi, bu da geçecek. Hiç yaşanmamış gibi hissetmemeyi sürdürdükçe, üzerine daha ne öğretilerle yaşanmışlıkları kabulle güzellikler ekleyeceğiz daha...

Biraz sabırla bugünü en iyisiyle yaşamaya devam edecek ve daha çok yazacağım, biraz da tevekkül ile sabrımı yoldaş etmeyi daha iyi benimsemeyi sürdüreceğim. Allahın izniyle devam etmeyi sürdüreceğiz... :)

Sevgilerimle, anda ve sakin kalmaya devam edelim.Yaşananları ve gelinen noktaları, 2013'ü unutmadığım gibi hatırlamaya ve şu günün kıymetini de bilmeye devam... 

10 Ekim 2019 Perşembe

4 Ekim Son Gelişmeler - Gen Terapisi


4 Ekim 2019'da bir açıklamalar dizisi daha yaptılar, Gen Terapi üzerine araştırma yapan bilim insanlarımız; Kas Erimesi hastalığının tedavisini araştırmaya devam ediyorlar... Limb Girdle ve Duchenne tipleri üzerine, Kas Erimesi hastalığının tedavisini bulmak için çalışmalar yapan "sarepta" adlı araştırma kuruluşu (ki ben öyle söylüyorum, belki daha net bir tabiri vardır); son çalışmalarında daha net gelişmeler tespit ettiklerini ve ileriki süreçte daha iyi kademeler görebilmelerinin mümkün olduğunu söylediler... :)


Bu üstteki gelişmelere net olarak geçmeden önce; Kas Erimesi üzerine ve birkaç değer üzerine açıklama yapmak istiyorum tabii ki de... Üstte bahsettiğim iki Kas Erimesi tipi, sadece alt iki başlık; Duchenne ve Limb Girdle... Kendi alt dallarında bile 10'dan fazla çeşitleri bulunan; Duchenne, Limb Girdle ve Becker, Kas Erimesi'nin en sık görülen tipleri. Daha bunun Miyotonik Distrofi'si var, FSHD, OFMD diye tanımlananları var. Ama en çok bilinenleri, çeşit ve değişiklik gösterenleri "DMD, LGMD, BMD" tipleri. Yani: Duchenne, Limb Girdle ve Becker tipi kas distrofileri... Buradaki linkte bahsettiğim çeşitlerini de, diğer tiplerin gruplanmış halini de tablo şeklinde görebilirsiniz....

Gen Terapileri dahilinde de, en çok değişim gösterenler inceleniyor ki; genelden özele bir tedavi yöntemi bulunabilsin, anladığım kadarıyla öyle yani... Limb Girdle'ın alt 5 tipinde ve Duchenne'ın de en çok görülen 3 tipinde araştırmalar yapılıyor en yoğun şekilde de...

Benim daha önce de belirttiğim gibi, Kas Erimesi hastalığımın tipi "Limb Girdle"... Yani geniş tanımı ile LGMD diye tanımlanıyor. Bende çıktığı zamanlarda, genellikle kız çocuklarında görülen bir hastalık tipi idi. Şimdilerde ise, erkeklerde de görülmekte ve yaş grubu da değişiklik göstermekte imiş. Yani hastalık oldukça mutasyona uğramış diyorlar... Bir benim hastalık grubum da değil, son yıllarda her yoğun görülen hastalık çeşidi aynı boyutta çeşitlilik ve sıklık göstermekte... Duymadığım bilmediğim alt dallarından benim hastalığım hangisi bilemiyorum da tabi. Zira şimdilerde yapılan biyopsilerle, eskiden yapılan biyopsiler bir değil. Yeni biyopsi yaptırmayı düşündüğümü söylediğimde de, doktorum: "sık sık yapılmasını tavsiye etmediklerini, çünkü kas varlığına zarar veren bir operasyon olduğunu. Şayet tedavi çıkarsa o zaman yapılmasının daha doğru olduğunu" söylemişti, bundan 3 ay kadar önce...



Üsttekileri konuya vakıf olabilmeniz için anlattım... 

Bahsetmem gereken bir konu daha var, o da bizim hastalık seyrimizi anlayabildikleri kan değerimiz; adı kreatin kinaz, yani CK denilen bir değer... O değer beklenenden yüksek çıkarsa, kas erimesi hastalığımızda bir ilerleme olduğu anlaşılıyor. CK değerinin bende ilk hastalığım çıktığı zamanlarda hayli yüksek olduğu gözlemleniyordu, hastalığın ilk seyir gösterdiği yıllardan bahsediyorum; 98-99 seneleri... Daha sonrasında bu değer yer yer düştü yer yer yükselme gösterdi. Şimdi son değerini bilemiyorum, uzun zaman oldu ölçeli. Ve en son kan verdiğimde de, verdiğimiz kan epey zorla alınmıştı; ince damarlarım sebebiyle. Maalesef istenilen değerlerin neredeyse hepsine yakın bir kısmı bulunamamış... Bir ay kadar sonra yeniden gidip kan vereceğim...

Daha ortaokula giderken öğrendiğim üzere, bizim hastalığımızın sebebi bir çeşit magnezyum ve de proteini vücudun üretememesi durumu imiş... Geçen bir bilimsel araştırmanın sonuçlarını, Google çevirisi ile okuduğumda bu bahsettiğim protein değerini üretemeyen genlerden birinin ismini de öğrendim; FKRP Geni... Bu bilgi üzerine okuduğum bir başka makalenin başlığında da şöyle yazıyordu; "FKRP gen mutasyonları konjenital kas distrofisine, zihinsel geriliğe ve serebellar kistlere neden olur."

Bizim tipin bulunduğu grup, Kavşak Tipi Kas Distrofileri sırasında, "Konjenital Kas Distrofisi" daha alt bir grupta olsa bile, bizi de ilgilendiriyor gibi bir şey yani işte...


Olduğunca amatör inceliyorum gördüğünüz üzere, ben de açıklama kısmında yetersiz kalıyorum bir yerde. Bizim hastalığımızda net veriler de mevcut değil, çok fazla içinde olabilmem de mümkün görünmüyor. Nedeni basit, geçenlerde bir fizik doktorunun da açık açık söylediği üzere; "ülkemizde sizin hastalığınızın tedavisi olmadığı için, çok da önemsenmiyor ve sadece kontrol ediliyorsunuz zaten bildiğin üzere!" Aynen ama aynen böyle durumumuz... Araştırma hastanelerine ve fakültelere gitmedikçe, devlet hastanelerinde yeterince ilgilenilmiyor bizlerle. Zira "hastalığımızın tedavisi yok ve yapılacak rahatlatıcı ilaç veya kısa süreli de olsa gerilemeyi durdurabilecek tedavi yöntemleri" bizim için denenmesi bile gereksiz görülüyor. Yani ağrılarımız şiddetli de olsa, değişiklik de gösterse bazı durumlarımız; neticede tedavimiz yok ve gereksiz her türlü geçiştirici tedavi bile... :)


Gelelim gelişmelere; Kreatin Kinaz'dan da, gen değişiminin sağlanması ile hastalığımızın iyileşebilir olduğunun üzerine yapılan araştırmaların varlığından da bahsettiğim üzere...


-- Daha ilk araştırma zamanlarından birinde, gen terapinin ardından 10 hastadan ikisinde karaciğer enzimlerinde kısa süreli bir yükselme görülmüş olmasının ardından; 10'da 9'luk bir başarı sağlanmıştı. 10'da 8 olmasın o, dediğinizi duyar gibiyim. Ama bir tanesi epey hafif bir enzim yükselmesi gösterdiğinden onu da başarı olarak görmüşlerdi o zaman... O sebepten 10'da 9 diyorum. Bu hastaların her birinde gözle görülür gelişmeler gözlemlendiği ve tekrarlanarak devam edildiği ölçüde, bu değerlerin daha da sağlam derecede işe yarar gözlemlere sebep olacağına inanıldığı söylenmişti...

-- Bu açıklamanın ardından birkaç ay sonra da, 2020'de tedavinin yürürlüğe girmesi ihtimalinden ve bu gerçekleşince tedavi masraflarının ne gibi fiyatlarla ölçülebileceğinden bahsediliyordu. Bu da bizim için demek oluyordu ki, yeni bir açıklama daha yapılmamışsa bile; tedavinin çıkma ihtimalinin olduğu tarih ve fiyatları belirlendi ise, bu demektir ki araştırmalar iyi gidiyor...

-- Ve son bilgilendirme tarihi olarak Eylül ortası gibi, 4 Ekim 2019 tarihi verilmişti. Verilen açıklamaları okumak 5 Ekim 2019'a nasip oldu bana... İki gün önce de gelişmelerin gösterildiği videoyu bulduğum üzere, son gelişmeler daha da umutlanmama sebep oldu. 4 Ekim 2019 tarihli net açıklamaların bulunduğu makaleyi tamamen okumak isterseniz, burada bulabilirsiniz. Orada net olarak şunu belirtiyor, hem de yazının daha en başında;

- Her üç katılımcının da gördüğü fonksiyonel önlemlerde iyileştirmeler -
- Kreatin kinazda belirgin azalma dokuz ay boyunca devam etti -
- Sonuçlar daha önce 2019’da sunulan olumlu ve güçlü ifadeleri ve biyobelirteç verilerini takip ediyor -
Üstte bahsetmiştim, Kreatin Kinaz'dan; onun azalması demek, hastalığın iyileşme gösterdiğine ve iyiye gittiğine işaret diye. Bu demek ki, araştırmalar çok güzel gidiyor. :) Araştırmaya destek gösteren, emek veren ve denek olan tüm herkese kendim adına çok teşekkür ediyorum. Bu benim için büyük bir mutluluk kaynağı şu sıralar... :) 



Gelelim videoya, onu direkt yazı içerisine koydum ki; buradan çıkmadan da izleyebilin... 

Videoda oldukça sarsak yürümek ile koşmak üzere olan çocuğun dengede koşuşunu görüyoruz önce, bu demek oluyor ki kas yapısını düzeltebilir bir tedavi mevcut. Toparlayan, kontrol edebilen ve dengeleyen... :)

Sonra bir diğer inceleme, oturduğu yerden bir yerden tutunmadan kalkamayan bir hastanın; gen terapisi sonrasında, desteksiz olarak oturduğu yerden kalkabiliyor olduğu görünüyor. 

En çarpıcı olan ise; yerde bağdaş kurmuş pozisyonda oturan çocuğun, kalkamıyor halinden çok rahatlıkla kalkabilir pozisyonu! Yerde bağdaş pozisyonundan kalkabilmek demek, çoklu kas gruplarının bir arada çalışabiliyor olmasına işaret... Şükürler olsun! :)


Üç gelişme de beni etkiledi yani! Ama bilhassa yerden bağdaş pozisyonunda kalkamayan çocuğun gelişmesi beni resmen sarstı... Allahın izniyle Sarepta'nın bilim insanları bunu başaracak inşallah, diyorum şimdi. Umudum da, Allahın bir bildiği olduğuna inancım da tam bu konularda... Ülkemde başarılamadı, bu kadar devam ettirebilecek destekçilerin varlığı sağlanamamıştı. Önümüzdeki zaman diliminde yeni gelişmeler olursa buradan bildireceğim yine, tıpkı bu gelişmeleri bildirmeden duramadığım gibi... :)


Umutlarımız var, hayallerimiz büyük; gecikmiş çok hayat amacımız var... Kendini gerçekleştirmek için tedavisini bekleyen benim gibi binlercesi var! Umut ettiğimiz sürece, bizi bekleyen güzellikler daha yakın olacak. Umudunu ben gibi yitirmeyenlere ve umut etmeye ihtiyacı olan her bir kişiye bu yazı... 
Yaşamayı seviyorum, çabalayan bilim insanlarını seviyorum, Allahın bana verdiği derdi de seviyorum. Çok inanarak söylüyorum, bu yaşımdan biraz daha küçükken az biraz anlamlı geliyordu ama şimdi anlamı daha derin benim için; benim bir derdim var, ama derdimden de büyük rabbim var... :) Çok Şükür.

Sevgilerimle... (:

7 Ekim 2019 Pazartesi

Engelli Asansörler - Anlam Veremediğim Durumlar


Yeni bir haftanın ilk gününden Merhaba... :)

Dün bu yazımda da belirttiğim üzere, bu sıra ev arayışlarımız hayat koşullarımızı iyileştirmek ve hayallerimizi daha iyi yaşayabilmek için devam ediyor. Öyle bir ev arıyoruz ki, girişi düz olsun, asansörü olsun ama asansöre doğru yolu da engellenmiş olmasın! Ülkemde böylesini bulmak o kadar zor ve o kadar pahalı ki... İki örnek ile geldim size, ama daha fazlasından da bahsedeceğim tabii ki... İyi okumalar ve iyi haftalar. (:


Haftasonu ev arama girişimlerine hız verdik, bir önceki bulduğumuzu düşündüğümüz ev o duruma has sebepleriyle olmadı... Kredisi çıkmadı, evin asansör durumu sebebiyle olmadığına da sevindirdi bile. Ama hayal kırıklığını sormayın, artık bir şeyler olsun isteyen yanım hala aktif ve yorgun biraz... 

Şimdi ev bakıyoruz ya, sıfırı ya da bina yaşı geçik olanı; engelliye uygun asansörlüsünü bulmak o kadar zor ki... Misal bu üstte resmini gördüğünüz bina biraz eski bir bina ama apartman girişi düz bir konuma sahipti. Binaya giriyorsunuz, merdivenin yanında asansörü mevcut. Üstelik bina o kadar geniş ki, apartmana girişten sonra biraz yürüyorsunuz da... Ama işte asansör kapısına gidiyorsunuz ve orada sizi iki basamak karşılıyor. Zemini ayarlayamıyor iseniz, oraya asansör yapmanızın hiçbir mantığı yok! Bunu düşünmek bu kadar zor mu? (Sahibinden.com'da oldukça açık resimler koymuşlar bu evde, o sebeple netlikle anlatabiliyorum size)

Ne olur yorumlara yazın, yukarıdaki durum bir bana mı saçma geliyor? Ama müteahhit veya inşaatçı mantığıyla ve sebepleriyle gelmeyin bana, bozuşuruz! Evi bitabi daha düzgün koşullarda yapabilmek mevcut. Oraya siz dahi gitseniz uygun bir rampa koyabilirsiniz. Binalar sadece sapasağlam insanlar için mi yapılıyor, bu mudur inşaattan ve ev yapmaktan anladıkları!?

Hadi bunu da geçtim, yukarıdaki resim inanın ki gördüklerimin en hafifi... Ben apartmanın girişinden sonra, asansöre binebilmek üzere merdivenlerden inilmesi gereken veya merdiven çıkılması gereken binalar da gördüm. Evet, hepsi eski binalar diyeceksiniz; yeni mantıkta da var... Misal, biz neden evimizi değiştirmek istiyoruz? Apartmana giriyorsunuz, 18 tane merdiven çıkıyorsunuz ve ondan sonra asansöre ulaşabiliyorsunuz. Asansörü bir kat alta indirebilmeniz mümkün değil, hemen altını deprem kolonu yapmışlar çünkü. Ne güzel mantıklar değil mi? Aldığımız senelerden beri bu mantığı sorguluyor ve değiştirmeye çalışıyoruz. Ama hayır, artık bir olur yanı olmadığını kabullendik. Mecburuz, güzelim evimizden ve bu bölgeden taşınmak zorundayız. Çünkü bir bizim ev değil, bu çevrede her apartmanın girişinden 1 kat merdiveni var; asansöre ulaşabilmek için! Lüks mü yapmışlar dersiniz? Belki de öyle düşünmüşlerdir, diyoruz biz de... :)

Şimdiki evimize ilk oturduğumuz zaman dilimlerinden, son 6 seneye kadar; ben tamamen ayakta idim ve kendi başıma yürüyebiliyordum ve merdiven çıkabiliyordum da... Ama o zamanlardan beri, "Olur ya hastalığım ilerleyebilir bir hastalık, ya öyle bir durum olursa bu bir kat ne olacak" diye hep araştırdık durduk. Ama dediğim gibi hiçbir yöntemini bulamadık, şartlarımız bizi sıkıştırdığından beri de daha iyi koşullara sahip olabileceğimiz bir ev arayışındayız; tabii ki imkanlar dahilinde...


Asansörün kullanım amacını bilmediklerini düşünüyorum, bana hiç inşaat mantıkları ve giderilemeyen sorunlardan ötürü vs anlatılmasın artık. Çok kişi ile konuştum, yapım sonrası oluyor öyle şeyler diyorlar. Çizimle oraya uygun daha küçük evler yapılabilir. Evlerin metrekaresini düşünerek yapılan kısıtlı alanlarda, engellerle dolu binalar inşaat ediliyor. Apartmanın içerisinin genişliğinden kesilip evlere aktarılıyor. Madem öyle; Ev yapılacaksa asansör de konuluyorsa içine, diyorum ki mantık çerçevesinde yapılsın! Bu konuda çok ama çok hassasım!!! Asansör koymayın madem gerekliliğini yapamayacaksanız, üzmeyin bu konuda artık imkanları olmayan insanları!


Buyurun, bu da bizim oturduğumuz yerin biraz uzağında yapılmış yeni bir bina. Bu ne biliyor musunuz, Sıfır Satılık Dairelerin içinde bulunduğu bir bina. Üstelik öncelikle "engelliye uygun asansörü" bulunduğuna sevindiğim bir bina... 

"Engelliye Uygun Asansör Nedir?" Açayım sizler için; girişi düz bir binada, asansör düğmesine bastığınızda kapıları otomatik sürgülü olarak açılan asansördür... Engelliye aracıyla girme kolaylığı sağlar, aracı olmayan ama zorlu yürüyüşe sahip olan kişiye de destek konumundadır. Diğer türlü kapılı asansörleri yardımsız açamayan bir engelli, apartmana da asansöre de tek başına girip çıkabilir bu asansör sayesinde...

Gel gelelim, üstte gördüğünüz gibi fotoğraflarında hiçbir şekilde engelli rampası bulunmayan "sözde yeni" bir binanın; yaklaşık 45 merdiveni var, apartman girişine ulaşmanız için... Engelliye uygun apartman girişi ve asansörü olan bir ev arayışında iken, inanın en çok bu durumlardaki evleri binaları görmek canımı sıkıyor! Hayır ya, ne kadar zor olabilir diye düşünüyorum. Yapma arkadaşım, cidden sen apartman ev bina dükkan yapma! İşini iyi yapamayacaksan yapma! 

İçi çok iyi asansörlü binalar görüyorum, girişinde büyüklü küçüklü basamakları bulunan merdivenleri var. Hayır işin kötüsü ailemle bir yere gitmek istediğimde, asansörlü diye söylenen evlere gittiğimde de aynısıyla karşılaşıyorum. "Geleceğiz ama eviniz asansörlü mü, Didem'i ona göre getireceğiz. Onu da babasını da boş yere yormayalım asansörlü değilse!" diye soruyor annem, "Asansörlü asansörlü." diyorlar. Giriş kapısına ulaşamadan merdiven, o yoksa asansöre ulaşana kadar apartman içinde ayrı merdiven dizileri! Yani bizim halkımızın asansörlü evlerden de anladığı bu, üzgünüm ki...


Gerçekten boş yere yazdığımı düşünmüyorsunuzdur umarım, siz sağlıklı halinizde bu saçmalıklarla dolu asansör yapımları konusunda düşünmüyor musunuz? Yani bu durumun gerçi sağlıklı olmakla sağlıksız olmak arasında bir farkı da yok... Düşünün asansörlü olarak ev arıyorsunuz, asansörlü ama o asansöre varmak için basamaklar aşmanız gerekiyor. Bu şöyle bir şey, çok istediğiniz bir şeyi almışsınız da bedelini ödemeye ömür boyu devam etmeniz gerekiyormuş gibi... "Sonuçta kabullenip aldınız mı, almayı düşündünüz mü; buyurun başka seçenek de yok!" dercesine.


Diyeceğim o ki, bir arayıştır başladı yeniden bizde ve işimiz de çok zor gördüğünüz üzere. Asansör kullanımı ülkemizde yeni başlamadı ama bir türlü doğru şekilde de öğrenilemedi. Merkezi yerde belki doğru düzgün kullanılıyor, ama tek tük. Yeni binalarda bile hala bu tarz hatalar bulunmakta. Çünkü yeterince umursanmıyoruz... Eğer destek olmak isterseniz, bu yazımı lütfen paylaşın; asansörler engellilere yardım için yapılmakta, engel olmak için değil! Diyelim beraber. Ben ve benim gibi yazanlara önem gösterilir ve dikkat edilirse, belki de bundan sonraki "kentsel dönüşüme" giren binaları ve yeni yerleşim bölgelerini kurtarabiliriz. Bizim buralar vasat, bu sıkıntılarımız her bölgede bitsin inşallah... :)

Sevgilerimle...

6 Ekim 2019 Pazar

Pazar Yazısı #63 - Haftanın Getirdiği Düşüncelerle


Bir açık bir kapalı havalarla ve bir hayaller bir hayal kırıklıkları ile geçip gitmek üzere olan haftayı değerlendireyim istedim kendimce... Şimdi sakiniz, dalgalandık da durulduk diyebiliriz. :) Pazar akşamımızı verimli geçirmeye ve planları yeni hafta için doldurmaya uğraşırken; mutlu pazarlar, umutlu haftalar dileyerek yazıma geçiyorum... İyi okumalar. :) 


Havalar bir soğuk bir sıcak olarak devam ederken, bir üşüyor bir yanıyorum ben de hala. Kullandığım ilaçlar faydasını gösterdi gerçi (sinir ağrılarımdan ötürü yanmalarım ve de soğuklar sebepli kramplarımdan bahsediyorum), ama yine de bazen hala devam ediyor şikayetlerim... İlaç tedavisine başladık geçen hafta ve dün günde ikiye çıkardık yeniden yanmalarım için kullandığım ilacımı yine. şimdi. Bakalım hayırlısıyla soğuklara karşı daha dayanıklı konuma gelebileceğim, erkenden bu sıkıntıların başladığına canım sıkıldı ama yeterince soğuk değil de diyebiliyorum... :) Kış bana ters geliyor bu sefer... 

İşte böyle günlük dertlerim sırasında, bazı sıkıntılarımın da daha çok baş gösterdiğini düşündüm bu hafta adına. Havalara çok takılamadım da bu hafta ortasında aslında. Hava gibi bir öyle bir böyle hissettiğim halim vaktim vardı takılacağım. Umutlandım, umudum kırılır gibi oldu. Hissettiğim beklenti içerisine girip beklentimi geri kaybetmekti belki ama bana nedense bir an içimdeki sıkıntıyı atmak gibi geldi... 

Sonra yine kabullendim; bazı şeyler zamanı gelmeden gerçekleşmiyor, olması için sadece istemek de yetmiyor diye... "Allah ol der ve olur (Kun Fe Yekun)." Bazı şeyler bu mertebeye ulaşamadığından, bize sınav oluyor... Sonra sonra zaten bellediğimiz farkındalık yeniden çöreklenip oturuyor gönlümüze, eskisinden garip bir rahatlığa uğraşıyoruz; eskiden olduğu gibi değil ama hala orada olduğu için az biraz buruk. Bendeki de böyle idi galiba... 



Bu fotoğrafları çektiğim gün bir ev bakacağımız kesinleşmişti, öyle ki şimdiki oturduğumuz yerden daha iyi durumda o ev diye umutlanmıştım; çünkü o evin asansörü giriş katına kadar iniyordu... Ancak eksileri olmasına rağmen, sıfır bir binadan ev almamızın zorluğunu bilmemizden ötürü kabullenilmişlikle dolu bizim evimiz gibi eski bir bina sayesinde bir umut dolmuştu içimize; girişten asansörü olan bir evdi, yine zor olacak ama değişen bir şeyler olacaktı işte...

Misal ben dışarı daha kolay çıkabilecektim, zamanla tek başıma gezebilir konuma gelecektim, belki zamanla bir işe bile girebilecektim! Ev bütçemizi biraz zorlayabilir konumda idi, şimdiki evimizin kirası ile ödeyecektik. Çünkü sonucunda kavuşacağımız rahatlık, uzun zamandır benim dışarıya çok sık çıkamıyor ve aktif olamıyor oluşuma az biraz çözüm niteliğinde idi. 

Ertesi gün oldu, akşam üzeri eve bakmaya gitti annemler; hani sıfır ev alamayacağımızı düşünüyoruz ya, bir umutla bu olur ya! dedik... Ertesi sabaha dek adamlardan haber bekledik sonrasında, onlar anlaşıp son fiyatı söyleyeceklerdi bize. Gece boyu dua ettik, her birimiz uyuyamadık. Ettiğimiz ortak duamız ise akşamdan sabaha hep şu idi; "Allahım hayırlısıysa olsun, değilse yarın sen boz!" 

Sabah iyi haber aldık, ev sahipleri bize tamam dediler ve son fiyatı söylediler. Kredi çıkacak mı belirsiz, biz bütçemizi ona göre tamamlayabilecek miyiz belirsiz! Ama hepimizin içinde, "Bu ev olacak!" hissi var. Almak üzere anlaştık ve akşama kadar mutluluğunu, değişen bir şeylerin varlığıyla bu durumun güzelliğini yaşadık... Sonra akşam her birimizin kafasında, kredinin de yeteri miktarda çıkmıyor oluşuyla beraber sorular oluştu; evi alamayız, ertelemeli ve daha iyi koşullarda bu işe girişmeliyiz. İşte hayal kırıklığım bu anlarda meydana çıktı, çok istemiştim ama olmamıştı. Hislerimin yoğunlaştığı nokta, bu evin olamadığı değildi; bir yerde bizim için iyi bile olduğunu, olamayışından ötürü kabullenmiştim. Ama hissettiğim hayal kırıklığı, bir şeylerin yine olamıyor oluşu idi; yaşadığım garipliğin beni içten içe çok istediğim şeylere yine kavuşturamıyor oluşu idi... 

O akşam ağladım; "Bırakın beni ağlayayım. Tamam kabul ediyorum, bir şeyler olmuyorsa daha da iyisi olacaktır. Yine fırsatı çıkacaktır, ben de biliyorum", diye kendimi anlatmaya çalışarak... Ama benim ağlamak istediğim nokta, değişmiyor olan şu durum. Bir akşam da olsa içimde istediklerimin olmayışına ağlamak istiyorum, düzelmesini istediğim zorlu koşullarımızın değişmesi üzerine ağlamak istiyorum... 

Kendimi anlatamıyor oluşuma da ağladım biraz, sonra kendimi anlatabildikten sonra da ağladım. Evet, iyi gelen şeylerde ağlamak da vardır; kimisi bunu kabullenemiyor ne yazık ki, benim hastalığım dolayısıyla bana hep kötü geleceğine inanıyorlar...


Velhasıl; bir şeye niyetlendik, hep olsun istediğimiz bir şeye. Ama yine kısmet olmadı, vardır bu işin de bir vakti diye kabullendim yine şimdi... Demiş miydim, bizler öğrenemedikçe tekrarlanan derslerden ibaret biraz da hayatımız! diye. Aynen öyle hissediyorum kendimi, bir kere daha aynı dersi tekrarlamışım ve ezber etmişim gibi...

Kabullendim ki; beklentileri yüksek tutmak da, bir şeyler gerçekleşmeden ona bağlanmak da doğru değil. Dozunu belirlemek lazım hayallerimizin ve umutlarımızın belirdiği yerlerde, kalbimizi bir ayarda tutup fazla kapılmasına izin vermemek gerek olacaklara. Beklemeyi bilmek, umduğumuz gerçek olana kadar sabretmeyi yanımıza katık ederek...

Mutlu haftalar diliyorum şimdiden. Yeni haftalar hep mucizeleri getirsin, Ekim şartları güzelleştirmeyi amaç edinsin ve değişimi başlatsın hayırlısıyla inşallah hayatımızda diyerek. İhtiyacım var hissediyorum. Bazen bencillikmiş gibi hissetsem de, koşullarımız adına ihtiyaç olduğunu unutamıyorum işte. Allahım hayırlısıyla kalbimizdekileri ömrümüze nasip etsin. Sevgilerimle... :)