24 Mart 2017 Cuma

Hayat Hikayem #2 - Başlangıçlar Neleri Doğururmuş...


Hayat Hikayemi bunca zaman kimseye anlatmakta zorlanmadım ama burada anlatırken epey zorlandım nedense. Sanırım bu konuda içim ne kadar rahat olursa olsun, bazen tereddüte düşüyor gönlüm...

En son olarak "Yıllar Geçerken; Kas Erimesi Nedir?" yazımı yazabildim nihayet ve bu planladığım üzere ne zamandır yazmak istediğim bir yazımdı. Ve bu yazı dizisinin ilk yazısına gelince, yazalı 4 sene olmuş biliyor muydunuz? Kendisi burada, "Kendimi Daha İyi Tanıtmalıyım, Dedim" demiştim başlığıyla. Bu yazımın başlığı da, "Başlangıçlar Neleri Doğururmuş..." oldu...


Bu resimdekiler benim ailem. Bir tek Kağanım eksik, sevgili yeğenim. :) Ailemle ben ayakta iken ve her birimiz bir arada en eski fotoğrafımız bu... Mücadelemiz emin adımlarla beraber sürmekte ve yeniden ayağa kalkmayı hepimiz için çok istiyorum. Ve en çok da yeğenimin beni ayakta dimdik görmesini ve yıllar geçerken birçok fotoğraf karesinde dimdik pozlarda olabilmeyi çok istiyorum... :)


Hayat hikayemin seyrinin gelişme aşamasının başlamasından sonra, ilk başlangıcımız çok deneyim doğurdu. İnsan inanın neye kapılırsa kapılsın, ilk zamanlar delicesine ne duyarsa ona tutunuyor. Bir çıkış yolu aramak o zamanlar daha da bilinçsizce ve sadece sonuca odaklı oluyor... Teknoloji gelişmemiş, her şeyi ya televizyon ve radyo yayınlarından, gazete ve dergilerden veyahut ansiklopedilerden öğrenebildiğimiz zamanlardı hastalığımı öğrenmemiz ve tedavisi henüz yok denilse de çıkış yöntemi arama çabalarımız.... O dönemlerde şimdiki gibi dergi okuma durumu da yaygın değil bir de. Hastalık diye bildiğimiz şeyler, çocuk hastalıkları ve grip daha çok. Bunların da bilinmesi, doğumdan itibaren çoğu kişinin geçiriyor olmasıydı. Bir de kanseri biliyorduk, o zamanlar en beteri ve çaresi olmayanıydı... Tıp gerçekten çok fazla gelişmiş değildi o zamanlar...

İnsan ne duyarsa o ilk acemilikte daha fazla daha deli gibi inanıyor. Evet deli gibi, ama umudunuzun yeşerdiği anlarda en akıllıca olanı o "deli gibi gelen şeyler" gibi geliyor. Evladınızın Kas Erimesi hastalığı olduğunu duyuyorsunuz ve henüz o kadar gelişmemiş bir toplumdasınız ki; karşınıza çıkıp size "Hastalık falan değil bununki, çocuğu doktora götürmeyin hocaya götürün siz. İçine cin kaçmış bunun." diyenlere bile "Acaba mı?" gözüyle bakacak hale geliyorsunuz...

Evet başımıza, şunu dene bunu denelerin yanında o zamanlar da "Cin kaçmış bu kızın içine, okutun" diyenler de oldu. Zira hastalıklara bir kısmın bakış açısı o zamanlarda, "hastalık değildir" gibisinden bakılıyordu. Hastalıklar daha fazla insanlar tarafından kondurulamıyor ve hatırlıyorum hala "hastalıklar, toplum tarafından kabul edilemeyen olgulardandı neredeyse..." O zamanları geçtim, daha bu zamanlarda hastalığımın ne olduğunu bilmeden "şunu yap, çok çalış, hareketsiz kalma" diyenlere rastlıyorum... Şimdi bunlar normal geliyor elbet ama keşke bazı zamanlar denmese diyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, insanın kendi hastalığının gerektirdiğini bilmene rağmen çok sesin fazlalığı "Acaba söylenenlerde haklılar mı? Ben mi çabalamıyorum ki?" dedirtiyor, öyle olmamasına inanmanıza rağmen...



O aşamalarda ne yaptık bunları anlatmak istiyorum bu yazımda size. Bakım her hastalıkta olduğu gibi, benim hastalığımda da çok önemli boyuttu imiş ki hastalığımın çoğu kişide normal seyri diye bilinen aşamaları daha temkinli atlayabildi vücudum. Sebebi, egzersizler ve de yağlardı. Ben size bu sebeple diyemem, kocakarı ilaçlarına inanmayın. Sadece diyebilirim ki, kendinizi heba etmeden doğanın gücüne de inanın. Zira hepimizin hayatında doğanın ve beslenmenin etkisi de çok büyük...


Hastalığımın tanısı konulduktan sonra, beslenmenin de çok önemli olduğunu söyleyen doktorlarımızın tavsiyeleri ile "Evdeki gıda alışkanlıkları ve yeme düzenimiz değişmişti öncelikle." 

Önce yağlar çıktı evden; o ekmeğe sürdüğüm margarinler (ki o dönemde Luna'lar Sana'lar hep ekmeğe sürüldüğünde tatlı bir tat veren yağlardı, bilen bilir. Neyse... :) ) çıktı evden.

Sonra cipsler ve işlenmiş her türlü gıda ve abur-cuburlar çıktı evimizden... İşlenmiş gıda girmezdi bizim eve zaten, ama bundan sonrasında da girme ihtimali kalmadı ortalıkta... Yeme içme düzenime dikkat edilecekti, ilk madde bu yönde gerçekleştirildi; zira hala da söylendiği gibi, bu hastalıkta şişman olmak da zayıf kalmak da yasak hastaya. Çok veya az kilo hali, kaslara oranla dengelenmedikçe işler sarpa sarabiliyor...




Gelgelelim annemle beraber, ikili şekilde büyük bir mücadeleyi göğüsledik bu süreçte. Bu mücadelede, maddi ve manevi desteklerini sunan ablam ve babam da yanımızda idi ama kendi bakım adına uygulamalarımızı denerken annemle beraber daha yakındık. Yağları kullanırken, çayları, polenleri, bilimum ilaç olabilecek bitkilerin sularını içerken annem daha yakındı. Elbetteki bu işe yarayacak şeylerin takibi anneme aitti yani. Bir hastanın bakanı kimse, o daha yakındır daha iyi anlar sizi. Çünkü o takip etmiştir, doktor kontollerini de gelişmeleri de; hastalığım çıktıktan sonra beni en iyi anlayan da annemdir bu sebepten işte...

Yağlar kullandık öncelikle, çok küçüklükten beri hatırladığım en eski ve en etkili deneyimlerimizden biri yağlarla masajdı; 

Papatya yağı, Sarı Kantaron yağı, Zeytinyağı, aklıma şimdi gelmeyen ama daha nicesi olduğunu hatırladığım yağlar. En garibi de ayı yağı idi. Evet ayının yağı, çok az bir şey nice fiyat tutmuştu zamanında. Ama durumumuzun da kötü olduğu zamanlarda, nasıl alındı bir de onu sorun. Annem ve babam, gece gündüz demeden çalışırdı. Dedemlerden, Akrabalardan ve hatırlı dostlarımızdan da yardım ve desteklerimiz gelirdi. Duyduğumuz bir yağa kavuşmak için, akrabalarına veya kendi imkanlarına başvuranlarımız da çok oldu. Allahım işlerini rast getirsin hepsinin inşallah...

O yağlar ile annem bana masaj yapardı ve bu yağların çoğu genelde uzun süre vücudumda kalmasının gerektiği söylenen yağlardı... Annemin gece yatmadan önce beni bir sofra bezine oturtup yağlarla masaj yaptığını, sonrasında üzerime geçirdiği elbise tarzı pijamalarla yatırdığını çok net hatırlıyorum. Elbise pijamaların hala yeri benim için, yağlanıp yatmak gibi bir çağrışımı vardır... Bu masaj yapılan yağların işe yarayıp yaramadığını sorarsanız eğer, ciddi anlamda işe yaradı. Ağrılarıma da, kas kuvvetime de faydası oluyordu ve hala faydasını şimdiki kas durumumdan yana aldığımızı düşünüyoruz; gerek biz, gerekse de doktorlarım...

Gelgelelim bu yağlama faslının bir de en sevmediğim yanı vardı; gece yağlanıp yatıyordum ama sabah kalkıp annem ile ben ikimiz de okula gideceğiz. İlk zamanlar benim okuduğum okulda amcamlarla ortak çalışıyordu annemler. Annem orada birçok işi yapıyor. Sabah daha gün ağarmadan, babam ve ablamdan önce ikimiz kalkıyoruz, annem benim banyomu yaptırıyor sonra saçımı kurutuyor. Kahvaltı yapılıp sonrası evden çıkana kadar da saçımın kuruması tamamlanıyor, ben evden banyo yapmış çıkmış oluyorum ama üşütme riskim ortadan kaldırılmış oluyor. Ama gel gelelim gece vakti uyanmak ve o uyku haliyle banyo yapmak hep zor gelmiştir bana. 24 yaşındayım ve hala bir yol durumu vs olsa da banyomuz sabaha kalacak olsa, o günleri hatırlarım. Ama geçmişi geride bırakmış olarak düşünüyorum da, o yağlanmalar bana ne faydalar sağlamış meğer diye şükretmeden geçemiyorum tabii ki...

Bitki Çayları kullandık yağların yanı sıra;

Bir ara haftada iki gün annemin dayısıgilin evine gidiyorduk ve onların küvetinde çay banyosu yapıyordum. Sıcak suyun içine otlar atılıyor ve ben o çayların içine yatıyordum. En garip deneyimlerimden biriydi benim için. O çayların kokusunu hem çok severdim hem de içinde uzun zaman durmaktan ötürü bazen buruşmuş halimden şikayet ederdim. :) Tabi bunlar tatlı şikayetlerdi biraz...

Bazen hala içtiğimiz karışık bitki çaylarında, o sularına yattığım otların kokusunu anımsarım ve gülümserim. (Gerçi anımsamama da gerek kalmadan, şu an da gülümsüyorum.) O çaylara yatarken dayım ile yengemin kızı Ebru abla yanıbaşımda oturur; beraber sohbet eder, leblebi falan yerdik beraber. Kollarımın bile sudan çıkmasına izin vermezdi de annem, çoğu zaman kendisi yedirirdi... :) Onları da hatırladıkça gülümsüyorum. O zamanlar zorluk gibi görmeliydim ya, zira hastalığımın gidişatında zarar görmemek için uyguluyorduk. Ama tüm bu uygulamalardan zevk de alıyordum, içten içe benim için yapıldığını bilmek de hoşuma gidiyor ve emeklerimiz boşa çıkmasın diye hep dua ediyordum...

Arı Poleni ve Keçi Boynuzu Pekmezi tarzı şeyler yediğimi hatırlıyorum;

Sabah kahvaltısından ve akşam yemeğinden önce yediğim Pekmez tarzı besinler, kuvvet verdiği muhtemel besinlerdi bence. Zira zaten Kas Erimesi hastalığının meydana çıkmasına sebep de, bir vitamin ve mineral eksikliği olarak söylenebiliyor. Esasına bakarsanız, yakalanabileceğiniz en kötü hastalık da diyorlar. Ama umudu ve neşeyi hayatınıza koyup, yaşama sevincinizi eklerseniz o kadar da değil. Evet en kötü, çünkü gidişatı yani ilerlemesi kolay bir hastalık. Ama siz kendinize güvenip, hayat enerjinizle elinizden geleni yaptığınızda yaşaması daha kolay bu hastalığı...

Biliyorum, "neler söylüyor bu kız" diyen çıkabilir bu yazıyı okurken. Ama düşünün ki, hayata küsseniz daha çabuk göçüp gidebileceksiniz bu hayattan. O yüzden söylüyorum ki, bu bir sınavsa ciddiyete alıp hayata yaymalı. Ben böyle bakabildim hayata şükür ki ama tekrar söylüyorum; ailemin "Böyle bir hastalığın var ve bununla savaşacağız yeneceğiz." diye bana gelişleri ile başladı benim hayat sevincimi onlarla ve tüm dünyayla paylaşma isteğim...

Yapılan şeylerden en eziyet dolu deneyimlerimden biri Keçi Boynuzu Pekmezleri ile hazırlanan otlu karışımlardı. İçeriğini şimdi hiç hatırlamıyorum, anneme sorsak yarı yarıya hatırlayacağını tahmin edebiliyorum; zira söylenenlerin çoğunu bulan, karıştıran ve bana yediren kendisi idi. :) Ama Pekmez sevmeyen ben için (çok tatlı ama nasıl seveyim?); o bitkilerle acı ama tatlılığını daha yoğunlaştıran bir kıvam alan pekmezi hala sevmemem normal bence. Sizce? :)

Arı Polenine gelince; o güzeldi, arı sütünü de denediğimiz söyleniyor ama ben hiç hatırlamıyorum onu. Ama unutmayın, Keçi Boynuzu Pekmezi çok tatlı ve içine bitkiler de katılıp karışım yapıldığında acayip bir acı-tatlı bir şey oluyor. Neden unutmayın dediğimi bilmiyorum, belli ki ben hala unutamamışım... :)

Sakatatlar ve Kelle-Paça Çorbaları İçtim;

"Zamanında kıymetini bilemediğim ama şimdi olsa kaçırmayacağım, küçüklüğümdeki zamanlarda büyük eziyet olarak gördüğüm çorbalar" diye tanımlayabilirim. Bizim evde paramız olabildiğince ayda 2-3 defa yapılmaya çalışılan çorbalardı Kelle-Paça çorbaları... Ağrıları geçirdiği ve iliğe kemiğe can verdiği söyleniyor. Sorun bakalım o zamanlar seviyor muydum? Zorlana zorlana, burnumu tıkaya tıkaya ve çoğu zaman da tıkana tıkana yediğimi hatırlıyorum. Annemin bana yedirirken en zorlandığı şeylerden birileri bunlar olsa gerek, zira bitirene kadar zavallı anacığımı çok zorladığımı ben bile hatırlıyorum. Ablam da pek sevmiyordu o zamanlar diye hatırlıyorum ama annem buldukça yapar ve zorla içirirdi ikimize de. Onlar bitene kadar yemek falan vermezdi (bak nasıl da hatırlıyorum, zorla yedirildiğini!)... :)

Sakatatların kimi ağır gelirdi ama yerdim, onlar da zorlanmam yoktu neyse ki. Bir ara Dalak çok yemiştim, sonra koç yumurtası, daha sonra ciğer ve yürek... Her dönem bunları hep yiyordum demiyorum, bir dönem kan yapıyor diye dalak yedir dediler annem ve babam onu aldı yedirdiler. Bir dönem ciğer ve yürek kaslara iyi geliyor dediler, onu yedirdi annemler... Derken bir ara beyin çok faydalıymış dediler, onu da aldı yedirdiler. Söylemeden geçmeyeyim, Allah bin kere razı olsun annem babam ve ablamdan. Ne denildi ise yapmaya gayret ettiler...

Ve ben şimdi öyle bir hale geldim ki efendim, zamanında kelle ve paça çorbasını zorla içen ben; ortaokulun sonunda kelle-paça çorbalarını eskisi gibi sık yapmayı bırakan annemden kelle-paça çorbaları ister oldum. Zıtlık işte, ne kadar zorlarsan o kadar insan iğreniyor demek ki bir şeyden. Şimdi sakatat da yerim, çorbalarını da içerim. Hem de seve seve yer içerim. Bazı fizyoterapistlerimin zamanında da dediği gibi, "incelenmesi gereken biriyim galiba..." :)


İyi gelenlerin yanı sıra işe yaramayanlar da oldu elbet. Ben iyilerden bahsetmek istedim sadece. Bir hastalığa kapılınca, insan denemekten vazgeçemiyor bu alternatif tedavileri kendince. Yakın zamanda da bir tedavi denedik ama işe yaramadı, ne psikolojik olarak ne de fiziki... Bunlardan da bahsetmek kısmet olur belki yakın zamanda. 


Doktorların söylediği en iyi gelen tedavi var bir de; deniz ve su tedavisi...


Her yaz bizden istenen denize gitmemdir, doktorlarımın benden istediği tedavime faydalı olacağını söyledikleri en iyi gelecek şey... Normal sulara da gittim zaman zaman, hele birini hiç unutmam; Orhangazi tarafındaki Keramet Köyü. Oranın açık alanda bir havuzu var. Havuz dediğime de bakmayın, taşlardan oluşturulmuş doğal bir gölet gibi bir şey. Ortaokulda iken Keramet Suyuna gitmiştik, bahar ve yaz zamanlarında. Tabi o zamanlar bizim büfemiz vardı ve babamla gidiyorduk. O zamanlar denize veya keramet köyündeki o suya götürme sorumluluğu genelde babama aitti.

Bir keresinde o keramet suyuna 21 gün boyunca git gel yaptığımızı ve sonucunda sadece suya inen yokuşu daha rahat çıktığımı hatırlıyorum mesela. Evet küçük gibi görünebilir, devamını getirememiştik o zamanlar ama faydasını da görmüştük yani. Hem zaten bir yere varabilmek için küçük küçük adımlar atmak gerek değil mi? Büyük adımlar varabileceğin yere hızlı varmanı sağlasa da, yorgunluğu ve zorluğu da beraberinde getirir. Küçük ve yorucu olmayan sağlam adımlar gerek benim hastalığımda...

Görün isterdim ki, ben kendimi en çok denizde özgür hissediyorum. Denizin kaldırma kuvveti sayesinde, karada yapamadığım yürüme koşma ve zıplama hareketlerini yapabiliyorum. Küçüklüğümde de anneannemin hayatta olduğu zamanlar her yaz giderdik. Anneannem vefat edince bir ara sekteye uğrasa da, şimdi hala çoğu yaz dedemin yanına Antalya'ya gidiyoruz ve düzenli şekilde denize girmeye çalışıyoruz... Denizin mucizesi, bu dünyadaki mucizelerimden biri. Sadece uzaktan bakması bile yetebiliyor kışın, ama ya yazın? Denizde ayakta durabilmek için kışı oturarak geçirebiliyorum aylarca, son 4-5 senedir. Şükür ki denizde dahi ayağa kalkamayacak halde değilim 2012 senesinde atak geçirdiğimden beri de...


E daha ne olsun, bu kadar işte hatırımda kalanlar... Hatırımda kalanlara ekleyebileceğim bir de şu var, annem ile yapmaya başladığımız egzersizler;

Fizyoterapi ve Fizik Tedavi konusuna geldiğimizde bahsedeceğim bu konudan da inşallah. Ama, ilk fizik tedavilerime annem ile başladım 7 yaşımda ve bu 12 yaşıma dek de sürdü. İlk zamanlar sabah-öğlen-akşam yapıyorduk. Öğlen aralarında annem ve babamla aynı okulda olmamızın getirdiği avantaj ile, annem beni odasına alır yerde hareketlerimi yaptırır sonra öğle yemeğimizi yedikten sonra ben dersime annem de işine geri dönerdi...

Şimdi anlıyorum ki; o zamanlar neler neler yaşanmış, ailemle ne aşamalar geçirmişiz. Bir de anlatmak için geciktiriyorum, oysa anlatacak ne çok şey varmış... :) Çok badireler atlattık ve atlatmaya devam ediyoruz. Bunlar deneyimlediklerimizin, sadece birazı diyebilirim. Anlattıklarımın sürdüğü zamanlar uzun dilimlerdi ve bu tür bir hastalıkta olumlu veya olumsuz gidişat alabilmek çok kolay değil. Süreçleri zorlu, ulaşması veya gidilmesi zaman ve sabır gerektiren uygulamalar... Kısacası; Atak geçirdiğimden sonrası başka süreç, bunların her biri de ayrı bir süreç benim ve ailem için. Çok şey yaşattım ve çok şey yaşadım ailemle, hastalığım sayesinde ve çabalarımız dahilinde...


Okuduğunuz için teşekkür ederim. Not etmek isterim ki; bizim denediğimiz bu yazıdaki tedavi yöntemleri denenmiş bakım kürleri dozunda idi. Doktor kontrollerimle beraber, tarafımızca dozları aşmadan veya tedbirli şekilde kullanılmaya çalışıldı. Sadece bu yazıya bağlı kalınarak, bu bitkilerin kullanmasını önermiyorum. Bunlar benim deneyimlerimdi ve bana kimisi iyi geldi kimi kötü. Herhangi bir durumda, deneyimlerimin sizin deneyimlerinizi olumlu kılacağını düşünmeyiniz lütfen. Sevgilerimle...

22 Mart 2017 Çarşamba

Şiirlerle Hayat #19 - Çaresizmişim...


Şiirlerle Hayat yazı dizimde, bana bile sürpriz halde benim şiirlerimden birini yazmak istedim bugün. İki hafta önce -8 Mart 2017 Çarşamba günü- Damla bize geldiğinde, beni geçmişe götürecek bir defterimi getirdi. Benim tuttuğum ilk günlüğüm ve ilk defterim olan mavi defterimden sonra, en eski sayabileceğim aşağıdaki defterimi... Elimdeki en eski defterimi; 2005-2006 senesinde tutmaya başladığım ve seneler önce bitirip rafa kaldırdığım defterim sanırken meğer benim bile unuttuğum bir defterim varmış; Damlamın dolabında saklanır dururmuş... :) 

(Damla benim çocukluktan beri arkadaşım, bir yazımda da birçok yazımda da bahsetmişimdir. En çocuk, en pervasız zamanlarımızı biliriz birbirimizin. Meğer o deftere de az ama öz o anları anlatan ne anıları sığdırmışız...)

Seneler önce, içerisinde taş çatlasın 15 sayfalık benim yazdığım ve birçok yerden aldığım alıntı söz ve cümleleri okumak ve birilerine alıntılar yapmak için benden almıştı. Bahsetmeliyim ki, teknolojinin daha bizi bu kadar ele geçiremediği zamanlardı. İnternete girerdik de, henüz yeni yeni ve çoğumuzun evinde sınırlı internetin olduğu zamanlarda bugünkü kadar teslim etmemiştik kendimizi... Geçen hafta Damlanın getirdiği defterimden sonra şöyle dedim kendime; "Meğer ne cesaretle şiirler de yazmaya çalışmışım zamanında!" 

Mavi defterim ise ilk günlüğümdü, tüm öfke dolu anlarımı ve nefret ettiklerimi olabildiğince açık yazdığım defter olduğu için birkaç sene sonrasında parçalayıp atmıştım. Nefret büyütmek istememiştim kimseye, geçmişin beni ağlatan anıları bugünlere taşınsın istememiştim; ki hala "iyi ki yırtıp atmışım" diyebiliyorum şimdi...



Gel gelelim bu defter elime geçtiğinden beri, o zamanlardaki cesaretime ve kendime güvenime de hayret doluyum. Defterin bir yerinde şöyle demişim bir platonik aşkıma; "Kendimden eminim ki, bu karşılıksız sevgime bir gün senden karşılık bulacağım. Ve bu seni tanımaktan daha kolay olacak..." İnanır mısınız, kime dediğimi ve neden bu kadar net konuştuğumu da hatırladım bu cümlelerden sonra... 

Madem burada açıkladım, onu da söyleyeyim; ortaokuldaydım ve sevdiğim kişi içine kapanık bir karaktere sahipti. Ve ben onu sevdiğimi belli etmemeye çalışsam bile, onun beni anladığını biliyordum. Ne umut verirdi benim istediğim-istemediğim bağlılıktan yana ne de arkadaşlığını esirgerdi benden. Ve yakın olsak da birbirimize, ben bile bazen onu çok çok iyi tanımadığıma inanırdım. Şimdi geride kaldı herşey, bugün de yazsam arkadaşlığımız sürer ama öyle bir şeyden yana umudum yok. Ama iyi ki yaşatmış bana o hisleri ve yazmışım, dedirtti bu defter bana. Zira o yaşatmasaydı bu hisleri gerçek arkadaşlığı ve ben yazmasam da sevmenin bu karmaşık ama tadılası dünyasını yaşadığımı unutacaktım...

Şiirler böyleymiş meğer, yazıldığı döneme dair bilgileri kendinde taşır ve hatırlatırmış. Bu öğrendiğime göre 2004teki ben ile bugünkü bildiklerimi karşılaştırdım... Dosdoğru ve tüm içtenliğimle. Hayat işte... :) İyi okumalar...


Gelelim en acemi bulduğum ama bir o kadar da yorum yapma isteğimi dürtüleyen kendimi nitelendirdiğim ve şiirimin adına tam uygun "ÇARESİZ" adlı şiirime;

Günler geçmiyor sensiz
Dertler tükenmiyor sevgisiz
Sen olmayınca sevgilim
Hep kalıyorum çaresiz

Akşam oldu burada
Kaldım yine sensiz
Yakamozu izliyorum
Şu anda çaresiz...

Didem Köse...




Şuraya kendi resmimi de koyayım madem dedim, bu resmi 2004'te çekindiğimize emin olarak paylaşıyorum bu arada... Geçmişi bugüne taşıyan defterimi de 2004'te tutmuşum, eklemeden geçmeyeyim bu arada...


Gördüğünüz gibi kafiyeye önem, yeni yeni görmeye başladığım Türk Edebiyatı derslerine uygun. Kafiyeye önem ve mübalağa sanatı da hakim, zira ben ekvator'da yaşayan birine sevgi beslememiştim "Akşam oldu burada!" nedir? (!) :) Sanki Amerika'daki birine aşık oldum da sadece burada akşam oldu. Tövbe tövbe diyorum hemen ciddiyete geliyorum. :)

Beni en çok güldüren bu akşam olgusu olmadı tabii, beni güldüren "birinin varlığının olmamasıyla çaresizliğe bürünmemin bu kadar ciddi boyutta olmasıydı. Kısacık bir şiir olabilir ama içinde o zaman ki hislerimin ciddiyetini iyi hatırlıyor ve anlıyorum. Hayatı olduğundan daha ciddiye almam hem güzel hem de bir o kadar da birçok şeyi öğrenmemiş olmanın gerçeği zamanla öğreneceğimden habersizliğimin resmiyeti...

Şimdiye bakıyorum da, yazmaktan korkar haldeyim. Yazının beni bu kadar etkilediğini ve o anları kaleme aldığım gibi hissetmediğim gerçeği var şu anımda. Dertler hala tükenmiyor elbet, o yaşımdaki Didem'e öncelikle bunu söylemek isterdim; "2004'ten bu yana bir şey değişmedi Didem. Ama sen yaşamı sevmeye devam ederek yaşıyorsun hala." Diye...

Zamanla birilerinin yokluğundan çok, varken yok gibi hissetmenin daha çok dokunduğunu anladım mesela. O yüzden "Birinin gerçek yokluğunun acısı daha hafifmiş inan ki. Birileri varken yok hissettirince insan anlıyormuş, "yokluk" denen olgu "varlığın yokluğundan" daha hafif kalıyormuş..."


Ve son olarak da şunu söylemek isterdim; "Sadece sevgisizlikten değilmiş meğer dertlerin tükenmemesi; karşıdaki seni sevmese de, saygı ve anlayış ile de yaklaşsa yetermiş... Ve sevgi de, saygı ve anlayış olmadan işe yaramıyormuş meğer..." 

Birini severmişsin ama, o seni sevmese de onun sana nasıl davrandığı önemli imiş asıl! Bu şiiri yazdığım kişiden sonra, kimleri kimleri sevecekmişim meğer. Önemli olan sevmekmiş öncelikle hala, ama "gerisinde mutlaka saygı da gelmeliymiş karşıdan" diyecekmişim. Tahmin eder miydi, 12-13 yaşındaki ben? Oysa gurursuzlukla dolu bir sevgi idi o zamanlar bilinen, sevecektin gururunu hiçe sayacaktın. Bize öyle öğretilmişti belki de. Sevmese de şansını zorlamaya ve içten içe yanmaya devam edecektin sevmeye ve ona belli etmeden de olsa yaşayacaktın işte...

Üstteki olgular hala değişmedi esasında, dediğim gibi değişen tek şey "Aslında varlığı hakim olan kişilerin yok gibi hissettirmesinin daha acı olduğunu öğrenmem" oldu. Ve şimdi ile o zamanı kıyasladığımda, o zamanlar şiir yazmaya ve sevdiğim beni sevene dek kendimi göstermeye karşı daha cesur olduğumu anlayabiliyorum. Esas çaresizliği bilmiyor oluşum da cabası.

Esas çaresizlik; sen onu severken seni görsün diye çabalamak değil de, sevdiğini söyledikten sonra her şeyin yalan olduğunu gösteren belirtilerle geride bırakılmakmış. İnsan böyle anlarda, biri seni sevdiğini söylemeden önceki anlardaki arkadaşlığından bile şüphe duyar, yalan olduğunu hisseder olurmuş...

Velhasıl, çok çaresizmişim (!). Varlığımı hissettirebilmeyi geçmişim. Şimdilerde "sevgilim" demeye cesaret edemezken kimseye, en güzeliyle yaşamışım aşkı kendimce. Ama en çok onsuz kalışıma nasıl da dertlenmişim. Oysa önemli olanın bu olmadığını bilememişim... :)

Sevgilerimle...

18 Mart 2017 Cumartesi

Er Halil'e Mektubum Ve Çanakkale - 18.03.2017


Bugün 18 Mart ve ben bugün diğer 18 Mart'larda yapmadığım bir şeyi yaptım. Bir askere mektup yazdım. Esasında paylaşmayacaktım burada ama günün anlam ve önemine dair ülkeme ve de geçmişimize dair umutlarımı ve şükürlerimi dile getirmek istedim...

Çanakkale; bir destanın yazıldığı, ülkemizin kurtarıldığı yerlerden biri olmanın yanı sıra, yabancı askerleri de bağrına basan askerlerimizin savaştığı yerdir. Gidin o topraklara, göreceksiniz; barış kokar, hüzün kokar, acı kokar, tarihler anlatılır ve efsaneler sunulur önünüze. Ama oradan dönerken, umut ve inanç dolu dönersiniz yerinize yurdunuza. Biri ilkokulda okurken okul gezisiyle, diğerleri ailemle her bir yanını elimizden geldiğince olmak üzere birçok kez gitmek nasip oldu. Oralar bir başka gelir, bir başka vatan, bir başka sizin hissiyatı verirmiş meğer her defasında insana...

Gezdiğim gördüğüm kadarıyla, Çanakkale- Gelibolu Şehitliklerini ve bazı tarihi yerlerini, çektiğimiz resimler ve hissettiklerimiz ile buradaki yazımda bulabilirsiniz...


Turkcell reklamlarında çıkan haberi duymuş veya görmüşsünüzdür belki, Çanakkale askerlerimize mektuplar yazabileceğimiz Çanakkaleye Mektuplar sitesini... O siteyi Turkcell açmış ve yazılan mektuplarla ağaçlar dikilecekmiş... Bugün Youtube reklamlarında karşıma çıktı ve neden olmasın deyip yazmak istedim. İçerisinden mektuplar seçilecekmiş ve onlarla dikilecekmiş galiba ağaçlar.

Ben mektubum seçilse de seçilmese de, günün anlam ve önemine yönelik bugün yaptığım bu şeyi hatırlamak istiyorum. Teşekkürlerimi buradan da dile getirmiş olmak istiyorum. Tüm hislerimle, tüm Çanakkale'de onların savaştığı topraklarda bulunmuş olmanın gururuyla yazdım mektubumu. Siz de bir mektup cevaplansın isterseniz canakkaleyemektuplar.com sitesine girebilir, mektup yazabilirsiniz.

Çanakkale Zaferi'nin 102. yıl dönümünde bir kez daha; Tüm Çanakkale şehitlerimizin ruhu şad olsun, mekanları cennet olsun inşallah diyorum...



SEVGİLİ MEHMET OĞLU HALİL,

SİZİN ZAMANINIZDA BÖYLE SESLENİLİRMİŞ. SİZ ATAMIZ, ÖMRÜNÜ BİZLER İÇİN FEDA EDEN, SEVGİLİ DEDEM.

HEPİNİZ BİZLER İÇİN SAVAŞIP BU CENNET VATANI KURTARDINIZ YA, DİLERİM ÖTEKİ DÜNYADA YERİNİZ CENNETTİR VE ŞEHİTLİK MERTEBENİZDE RAHATSINIZDIR. ÜLKEMİZ ZOR ZAMANLARDAN GEÇMEYE DEVAM EDİYOR. VE BİZLER SİZLERİN KORKMAYA HALİNİZ OLMADIĞI ZAMANLARI GEÇİRDİĞİNİZİ BİLSEK DE YER YER KORKUYORUZ, GELECEK NESİLLERİMİZ İÇİN. AMMA VELAKİN SİZLERİN ÇİZDİĞİ O TARİHİN SAYESİNDE DE YÜREKLENİYOR VE HEMEN KORKULARIMIZDAN DİRİLMEYE UĞRAŞIYORUZ. KURTULUŞ SAVAŞI, ÇANAKKALE SAVAŞINI ATLATTI BİZİM ATALARIMIZ DİYORUZ.

BİZLER SİZLERİN YÜREKLERİNİZİ TAŞIYAN EVLATLARINIZ, OĞULLARINIZ KIZLARINIZ, TORUNLARINIZ, GELECEĞE KAZANDIĞINIZ DEĞERLERİ TAŞIMAK İÇİN ÇABALAMAYA DEVAM EDİYORUZ... YER İLE GÖK BİRLEŞTİĞİNDE, SİZLERİN DÜŞMAN ASKERLERİYLE YARDIMLAŞTIĞINIZ GİBİ KOCA YÜREKLE BİZLERİ DE KUCAKLAYABİLMENİZ NASİP OLSUN DİLİYORUM... YER İLE GÖK BİRLEŞMEDEN DİN-DİL-IRK VE VATAN AYIRMADAN BİRBİRİMİZİ KUCAKLAYABİLMEK VE BARIŞ İÇİNDE YAŞAMAK NASİP OLSUN YENİDEN ÜLKEMİZE İNŞALLAH. SİZLERİN SAYESİNDE YAŞADIĞIMIZ BU VATAN HEPİMİZİN. BUNUN BİLİNCİYLE YAŞAMAYI HALA SÜRDÜRÜYORUZ... CENAB-I ALLAH; DÜŞMANA BİZLERİN HELAK OLDUĞUNU GÖRMEYİ NASİP ETMESİN VE TOPRAKLARIMIZI BİR DAHA İŞGAL ETTİRİP CANLARIMIZI YAKMASIN...

GİTTİĞİM-GÖRDÜĞÜM VE ÖVÜNDÜĞÜM YERLER, ÇANAKKALE'DEKİ O GÜZELİM VATAN TOPRAĞIMIZ; SİZİN HER BİRİNİZİN YATTIĞI YERLER VE O GÜNLERDEN BUGÜNLERE TAŞINABİLEN DEĞERLERİMİZ... ORALARA GİTMEK, MEZARLARINIZIN BAŞINDA BİR FATİHA OKUMAK BANA DA NASİP OLDU. VE SİZ HALA DUALARIMIZDA, KALBİMİZDE VE DİLİMİZDE BİZLERLESİNİZ.

SEVGİLİ ER HALİL, ÜLKEM BİRAZ ZOR DURUMDADIR DEMİŞTİM AMA UMUDUMUZ HALA BİZİMLEDİR. EĞER ORALARDAN GÖRÜYORSANIZ HALİMİZİ, BİZLERİN SİZLERİN YÜREĞİNİZDEKİ UMUDU VE İNANCI HALA TAŞIDIĞIMIZI UNUTMADAN İZLEYİN. YENİDEN FERAHA ÇIKACAĞIMIZA VE ÜLKEMİZİ ZOR DURUMLARDAN KURTARACAĞIMIZA İNANCIMIZ TAMDIR. TOPRAĞINIZ BOL MEKANINIZ CENNET KABRİNİZ NURLA DOLSUN... EMEKLERİNİZİ BİZLERE HELAL EDERSİNİZ DİLERİM ÖTEKİ DÜNYADA, BU VATAN BU TOPRAK ANANIZIN AK SÜTÜ GİBİ SİZLERE HELALDİR.


SEVGİLERİMLE, TORUNUNUZ DİDEM KÖSE...

10 Mart 2017 Cuma

2017 Şubat Nasıl Geçti?


Şubat ayı, ay sonuna doğru derslerimi yoğunlaştırdığım ve bol bol eski-yeni şarkılar dinlediğim bir ay oldu benim için. Geride kaldı ve benim için 7. zorlu mart başladı sonrasında da. Zorlu Mart ne demek derseniz, 7 yıldır Mart 2010'da kaybettiğim dostumdan sonra bir türlü sevemediğim Mart aylarını kapsıyor benim için. Daha doğrusu ben sevmeye çalışsam da, ruhum içten içe sevemiyor bu ay'ı artık...

Mart baharı getiremiyor 7 yıldır ve bende zorlamıyorum artık. İlk 2 seneden sonra bıraktım, Mart geliyor hüznüyle ve garipliğiyle dört bir yanımı kaplıyor ve bende bunu gerek bugüne gerek geçmişime bağlıyorum. Esasında artık hiçbirini yapmayıp, sadece kendimi bu duruma bırakıyorum. Yıllar Geçerken en zoru da bu galiba, gün geliyor anılarınızı çocukluğunuzu veya büyüklüğünüzü paylaştığınız kişiler kayıp gidiyor bu dünyadan. Alışmak olmuyor, zor geliyor ve de ne olursa olsun dedirtiyor... Ne var biliyor musunuz? Hayat en çok kayıpların ardında kalan oldukça zor... Çünkü çok özlüyorsunuz ve büyüdükçe artık o özlemi de büyütüyorsunuz... (Allahım kimseye vermesin böyle acılar ve beterlerinden de korusun. Buna şükür diyebiliyoruz, şükür...)

Mart böyle başladı işte. Peki Şubat nasıl geçti?

2017 Şubat'ta, 2 Kitap okudum...


Nihayet Şubat 2017'de bu sene ilk kitaplarımı okudum. Bu benim için Şubat'ın başarısı idi. Ama korkuyorum dersler başladı, şimdi ne yapacağım diye. Ama bir durum daha var ki, bu sene dersler başlamış da olsa her gün gece veya gündüz dinlenme anlarımda kitap okumadan yatmamaya uğraşıyorum. Umarım bunu böyle sürdürmeye devam edebilirim, zira bu beni son 2-3 haftadır daha iyi hissettirmeye başladı yine... :)

Ay Işığında Pati İzleri - Denis O'Connor; Ayşe teyzemin bana hediye ettiği, Halikarnas Yayıncılık'ın bir kitabı idi. Hayvan sahibi yazarların yazdığı kitaplardan birini ilk kez okumuyordum, ama bu değişikti. Daha içtendi diyemiyorum net olarak ama daha mucizevi bir kitaptı. Benim okuduğum ilk bu tarz kitaplardan biri, Can Dostum serisi idi ve orada bir köpeğin ağzından anlatılıyordu. Ay Işığında Pati İzleri ise, bir kedinin kendi mucizesini anlatıyordu ve garip şekilde bazı yerlerde "vay be" dedirtti. 

Gizemli Öyküler - Edgar Allan Poe; Edgar Allan Poe, internette çok kez sözlerinin paylaşıldığı İngiliz bir yazardı benim için. Gariptir ki bu da Ayşe teyzemin bana hediye ettiği bir kitaptı, bu sefer kendi yayınevlerinin. Biraz Sherlock Holmes tarzında hikayeleri kapsıyordu ama bana kalırsa, polisiye tarzın en garip olanlarından biri idi içindeki hikayeler. Ve ben bu tarz hikayelerin beni hala sarıyor mu yoksa sıkıyor mu olmadığına karar verememişken, hikayeden hikayeye değiştirdiğini gösterdi bu kitap bana. Edgar Allan Poe da, bundan sonra internette sözleriyle karşılaştığımda "kitabını okuduğum bir yazar." diyeceğim bir yazar artık... :)


2017 Şubat'ta, 5 Film İzledim...



2017'de her ay'a 8 film sığdırmaya çalışacağım dediğim üzere, Ocak ayında 6 film izlemiştim ve Şubat ayına da 5 film sığdırabildim. Allah eksikliklerini göstermesin kalabalıklarla geçen bir Şubattı ve ben sevdiklerimden oluşan kalabalıkları severim. Bu kalabalıklar başlamadan hemen öncesinde izlemeye başladım bu filmlerden birini; Pamuk Prenses Ve Avcı filmini...

Ocak ayında izlediğim filmlerin arasında, Avcı; Kış Savaşı adlı film vardı. Bu filmle alakasını çözemediğim üzere, beni muallakta bırakan bir film oldu; iki film birbirinin devamı mı yoksa alakasız mı birbirinden? Ama ikisini de size tavsiye edeceğim cinsten, izlediğim için mutlu olduğum filmlerde artık. Fantastik tarzda bir film izlemek istiyorsanız bu filmlere bir şans verin. Oyuncular açısından, 2-3 karakter iki filmde de aynı rollerde oynuyor. Bu iki film hala muallakta benim için, birbirlerinin devamı mı değil mi internette bir bilgi bulamadım. Siz biliyor musunuz acaba? Bilen varsa yorum yazarsa sevinirim valla... 

Gelelim Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku filmine;

Şubat ayında izlediğim dört filmde bahsetmek istediğim ikinci film, Meromla izlemek üzere izlememeye söz verdiğim bir filmdi. Merom çok sevdiğini ve bana izletmek istediğini söylediğinde, izlemek istediğim filmler listeme bakıp orada olduğunu ve izleyeceğimi söylemiştim; "Beraber izleyeceğiz o zaman, bir fırsat bulana kadar izleme olur mu?" demişti. Bu fırsat; Mercan teyzemizin vefatıyla dayım ve yengemlerle bize geldikleri o haftada gerçekleşti, kalabalıklar azalmaya başladığı sırada ve kafa dağıtmaya yarayarak...

Film çok güzeldi, garip şekilde bu tarz filmlerden sıkılıyor da olsam çoğunlukla oyuncuların ve filmin kurgulaşının akıcılığıyla sıkılmadım. Benim için sürpriz gidişatlı ve sürpriz sonlu bir filmdi. Ama bolca düşündürttü... Çok alıntı alınacak noktası vardı, düşünceler ve fikirler olarak bence. Ama hiçbirini almamaya sonradan karar verdim. Alıntı almama fikrini oluşturan, bir kez daha izlememe sebep olması olsundu. Böyle istedim... :)


Diğer izlediğim üç film ise; Aşk Doktoru (Hitch), Kadın Kokusu (Scent Of A Woman) ve Bay Hiç Kimse (Mr. Nobody) idi...

Aşk Doktoru (Hitch); Hitch; düşüyorum düşüyorum ve beni kanatlandırabilecek tek kişi var o da sensin. Başkası değil…

Kadın Kokusu (Scent Of A Woman);
Al Pacino'nun oyunculuğunu pek sevdiğim, güzel bir filmdi...


Bay Hiç Kimse; Bilim kurgu, paralel evren ve zaman ile ilgili izlediğim en değişik filmdi. Başlarda çok kez yarım bırakmayı düşünmüştüm, ama sonuna gelince bırakmadığıma sevindim. Gelecek ve ihtimaller olgusunu çok güzel ele almış... İzlediğim her seferde başka anlamlar çıkarabileceğime inandıran bir film oldu benim için, Mr. Nobody... 


İzleyin derim bu 5 filmi de, ama ilk iki film Şubat ayının efsanesidir benim için...

2017 Şubat'ta, 3 Şarkıya Çok Takıldım...

Sena Şener'i 2016'da keşfettiğimden ve 2017'nin başında da Evrencan Gündüz isminde yetenekli bir gencimizi keşfettiğimizi yazmıştım; 2017 Ocak Nasıl Geçti? adlı yazımda...

Ocak ayının sonuna Şubat ayının da başına denk geldiği üzere, ilk takıldığım şarkının bu güzel ikilinin düeti takıldığım ilk şarkı olmuştu; Sena Sener & Evrencan Gündüz - Back To Black. Şubat ayı boyunca da takılı kalmayı sürdürdüğüm şarkılardan oldu...

Ama daha sonra bir şarkıya daha takıldım, öyle ki bir haftada tükettim şarkıyı kendimce; Derya Uluğ- Canavar. Dansları ile, müziğinin güzelliği ile Derya Uluğ benim moralimi düzelten etmenlerden biri oldu zaman zaman Şubat ayında...

Ve Enza Home'un reklamında çalan şu şarkı; Iyeoka- Simply Falling. Bir ben değil, birçok kişiyi o reklamla keşfedip, şarkının youtube'daki bir video bağlantısının altındaki yorumlara "Satışların patlasın Enza Home :)" yazmış. Bende doğrusu öyle demeden duramadım. :) Fena takıldığım şarkılardan üçüncüsü yerini aldı. Bu aya gelince, daha şimdiden takıldığım birkaç şarkı var ama o da bir dahaki ay yazdığım "Nasıl Geçti?" yazısına... :)

Ben bu seriyi çok sevdim, sizce nasıl bu yazılar? diye sorup; yukarıdaki üç şarkıyı bugün bir haftanın daha bitmiş olması şerefine, hepimize gelsin diyorum... :) Hayırlı Cumalar, Mutlu Hafta Sonları Diliyorum hepimize...

8 Mart 2017 Çarşamba

Şiirlerle Hayat #18 - Kadınlarımızı En İyi Anlatan Şairlerimiz...


Bir kadını bence yüce gönülle seven erkekler en güzel şiir ve söz ile anlatır, göz ve davranışlarla anlatılır bir de. Tüm bu saydıklarım değer verildiğinin bir göstergesidir... Kadınlar ise yaşadıklarının verdiği deneyimlerle anlatır; bu topraklarda varlıktan çok yokluğu, değerden çok değersizliği ve mutluluktan çok mutsuzluğu görmüş ama yine de dimdik durmayı başarabilmiş "şükür" edebilmeyi unutmayan kadınlarımız...

Benim en sevdiğim şairlerin anlatımlarında hep kadın el üstündedir; sevilmesi bilinir ve baş üstüne konulur. Zamanımızdaki gibi; ne giydiği, nasıl dışarı çıktığı, ne ettiği, ne konuştuğu ve ne güldüğü dert edilmez şiirlerde çokça. Kadın sevilmelidir; bir doğuran denilmeden, yetiştirdiği, emek verdiği ve duygusal sıkıntılarını bir kenara bırakıp ayakta durmaya çalıştığı savaşları unutulmamalıdır bence de...

Unutmayan, değer veren, bir gün değil her gün kadını baş üstü eden erkeklerimize, kadınlarımıza ve şairlerimize teşekkürlerimi yüce gönlümden sunarak belirtmek isterim; Kadın varsa dünya güzeldir, onun annelik merhameti ve yüreği herkese yetebilir. Tanrı kadını yaratır, kadın doğurur ve nice nesilleri yetiştirir...



Söyleyecek sözüm yok bu sefer fazlaca. Ama bir gün seveceksem birini, girecekse bir erkek hayatıma; kadına ve insana verdiği sevgisi yüce gönlüyle bir olan birini seveyim isterim. Ömrümüzü paylaşmaya gelsin, sorumluluk-sevgi-saygı-sabır-sadakat karşılıklı olsun. Allahım biz kadınları; saygı ve sevgi dolu, merhametli ve anlayışlı, sevgisi ben değil "sen" dedirtebilen adamlarla karşılaştırsın... !


Kadınlarımızı Anlatan Şairlerimize gelince; Benim en sevdiğim 3 şairin  1'er şiirini ve son olarak da Nazım Hikmet'ten savaş döneminde yazdığı bir şiirini paylaşmak istiyorum bugün sizlerle... Ve sizin de aklınızda şairlerimizden kadınlarımıza yazılmış sevdiğiniz bir şiir var ise, bu yazıyı ne zaman okursanız okuyun yoruma ekleyin isterim. "Bir gün değil, bir ömür yaşamak, hatırlanmak, sevgi ve değer görmek dileğimle." :)



Hoş Geldin Kadınım - Nazım Hikmet



Hoş geldin kadınım benim hoş geldin!
Yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını.
Ne gül suyum ne gümüş legenim var.
Susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim.
Acıkmışsındır;
Beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam,
memleket gibi yoksuldur odam.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin!
Ayağını bastın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi.
Güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
Ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler.
Gönlüm gibi zengin,
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin



Özdemir Asaf;



Bir kadının dudaklarında değildir aşk.
Bedeninde hiç değildir.
Aşk, kadının göz kapaklarındadır.
Kadın, göz kapaklarında saklar o adamı.
Ne kadar yanarsa yansın canı, ağlayamaz bazen.
Sımsıkı yumar gözlerini.
Adam hep orda kalır.
Kadın, asla bırakmaz adamı.
Kadın, asla vazgeçmez ondan.



Cemal Süreya;



Yaşadım, tanrım,
yarım ve uluorta.
Bir dahaki hayatta,
varsa öyle bir hayat,
şiir yazar mıydım,
bilmiyorum.
Ama kadınlar, tanrım,
öyle sevdim ki onları,
gelecek sefer
dünyaya
kadın olarak gelirsem,
eşcinsel olurum.

Cemal Süreya...


Ve Kadınlarımız... (Nazım Hikmet Ran)

Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez. 
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
                          hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
              ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
                                               ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altında akan 
                      toprak
                         toprak
                                     ve
                                          topraktı.

Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında 
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar 
birbirlerinden gizleyerek 
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
                ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
                        anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen 
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
                                    kadınlar
                                                 bizim kadınlarımız  

şimdi ayın altında 
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı, 
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
                ince boyunlu çocuklar oynuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
       yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru
             
                                                    Nazım Hikmet



Benden Bu Yazıya Son Not; Tüm hemcinslerimle beraber Dünya emekçi kadınlar günümüzü kutlar, emeklerimizin karşılığını alabildiğimiz bir ömür dilerim hepimize. Ve erkeklerimize, bir kadın çok bir şey istemez demek isterim; eğer sever, sevdiğini hissettirirseniz. Doğru kadını bulmalı, kimseyi kandırmamalısınız. Ben demeden, Sen diyebilmelisiniz karşılıklı. Bizlerin hisleri ve hayatını önemseyerek sevin isterim bizleri. Biz kadınlar çabuk kanarız da, siz de bizimle kandırmayın kendinizi bir yalanı yaşatmayın bizlere. Bir ömür tüketmeyip, bir ömür beraber sevgi büyütmek için bir kadının elinden tutun ve dürüst olun. (Aynı şeyler, biz kadınlar için de geçerli.)

Ve bir kadını; anneniz, kardeşiniz, teyzeniz, halanız, anneanne&babaanneniz ve kızınızın da bir kadın olduğunu bilerek ve ömrünüzü güzel geçirmek için sevin... Bakın görün, dünya kadın-erkek birbirimizi bilinçle sevdikçe daha güzel bir yer olacak... Sevgilerimle... :)


3 Mart 2017 Cuma

İzledim - Serendipity (Tesadüf)


En son bir "İzledim" yazısı yazmayalı uzun zaman olmuş... Ne zamandır çok film izleyemesem de, bu sene için kendime söz vermiştim ve bu sözü tutabiliyor olduğumu düşünüyorum. Bugün bir film izledim, adı "Serendipity..." İzlemek İstediğim Filmler Listem 2'de bulunan filmlerden biriydi bu film. Böylece listeden bir film daha eksildi... :)





“Kadere İnan” “İşaretleri Gör” “Anı ve Aşkı kaçırma.” Öğütlerini veren bir aşk filmi oldu benim için Serendipity. İsmini sevdim, telafuz edilişi de anlamı da güzel; beklenmeyen tesadüf demekmiş. Tesadüfler beklenir oysa bazen hayatta, doğru. Ve beklenmeyen tesadüf, bazen beklenin de üstünde güzel olur...

Kaderin varlığına, işaretlerin doğru yöne yönlendirebileceğine ve kaderin ihtimaller üzerine yaşanabileceklerini kurguladığını ama bizim seçimlerimizle hayatın akış değiştirdiğini söylüyor film. "Anı ve aşkı kaçırma", en önemli öğüdü bence. Emin olmadığın hiçbir işe girişme ve hayata sana dönebilecek bir şeyler bırakmaya bak… Gerçekte böyle midir bilmesek de, evren senin bıraktıklarını sana geri getirir gibi bir inanış var filmde. Belki de doğrudur; hayata bir şeyler vermek gerekir, iyiyi güzeli bize getirsin diye. Ben bu konuda, “hayatta verdiğimiz sınavlar dâhil olabilir” diye düşünürüm hep, iyi ve güzel şeylerin bize dönüp gelmesinde…

Başrollerinde John Cusack (Jonathan) Ve Kate Beckınsale (Sara)’in rol aldığı, güzel ve değişik bir aşk filmi; Serendipity... Bir tesadüf düşünün hem size gelmesini bekliyorsunuz hem de siz ona yön vererek bunu sağlamaya çalışıyorsunuz. Allah herkese, sevmeyi ve sevilmeyi gönlümüze göre, kaderlerimizi de doğru şekillendirmeyi nasip etsin; böyle diliyorum… J


Filmden sonraki ilk düşüncelerim bunlar. Ve bu cümlemden sonrası, filmi izlememiş ve izlemek isteyenler için film içerisinden bilgileri içeriyor... ! :) İzlemeyenler ve izlemek isteyenler için sonrasını okumalarını tavsiye etmem. Zira yazımın devamında "Spoiler" dedikleri, film içeriğinden bilgiler bulunmaktadır. 



Filme dair aklımda kalanları ve etkilendiğim noktalardaki beğenilerimi yazmaya şöyle devam etmek isterim;




"Anı ve Aşkı kaçırdılar mı peki?" dersek; Ah doyasıya yaşamadılar başta ama -şu fotoğraf kolajını yapmadan önce- ekran görüntüsü olarak aldığım bu 4 görüntüyü film boyunca bekledim durdum. Ve esasında filmi izlemeye de değdi. Zira verdiği mesajlar benim için çok güzeldi... :)

Filmin başında en beğendiğim sahne; tanıştıkları günde aşık olan çiftimizin birbirlerini tanıma sahnelerinde, erkeğin kadını tanımlama biçimlerinden biri oldu. Sara buz pistinde düştü, kolundaki yaraya bakmak için bir banka oturdular. Jonathan Sara'nın dirseğindeki yaraya bir yara bandı yapıştırdı. Sonra Sara'nın kolundaki çilleri gördü. Sara klasik görüyordu, "İngiliz olmanın getirdiği bir lanet gibi" diyordu. Jonathan ise, "dikkatli bakarsan Samanyolu'nu görebilirsin." diyerek bir kalem aldı ve koluna çizim yaparak bir hikaye anlattı kızımıza. Klasik görülen çilli kollarını gökyüzüne benzetmiş ve samanyolu demişti onlara. Bu bakış açısı, "Sevmek, insanın sevdiğinin kusur olarak anılabilecek yanlarını özel bulabilmektir." olgumu yeniden ortaya koydu resmen... :)

Ve filmde en sevdiğim sahnelerden birkaçı da, New York'un özel yerlerinde yaşanan o güzel anılarda idi... Mesela Central Park'taki o doğal gördüğüm "buz pistinde" Sara'nın Jonathan'ı tanıma telaşıyla sorduğu sorular. Sonra; gerçek mi bilmediğim ama adını sevdiğim o güzel cafe "Serendipity 3". Ve bir de filmde tanıştıkları gün son kez kaderleri için işaret bulma oyunu oynadıkları "Wandorf-Astoria Oteli". Evet, o otelin gerçek mi yoksa film için mi öyle isimlendirildiğini merak ettim aslında. Ama hemen sonrasında da öğrenmek istemediğimi hemen keşfettim. Eğer öyle bir yer varsa adı başka ise bile, benim için adı Wandorf-Astoria kalsın istedim... Filmdeki mekanları da böyle benimsedim işte...

Yukarıda bahsettiğim konular sebebiyle; filmin sonunu hevesle ve güzel bir sona kavuşacağını tahmin ederek, ama nasıl kavuşacağının heyecanıyla izledim. Aslına bakarsanız film bitene kadar ara ara gerçekten bu film sarıp sarmalayacak mı beni diye de bekledim. Sonunda sardı sarmaladı. Son sahnelerinde beklediğim anlarını ve mutlu olduğum anlarını ekran görüntüsü aldım işte. Bir de başroller haricinde bir karakteri çok sevdim; başrol karakterlerimizin ilk karşılaştıkları yer olan mağazanın tezgahtarı rolünü oynayan Eugene Levy. Oyunculuğunu çok sevdim. O tezgahtarı çok benimsedim ben ya... :) Böyle komik girişler yapan hoş bir mizacı vardı, oyunculuğuna sağlık. :)


Kısacası, güzel filmdi. Bir daha izlerim diyebileceğimi başta tahmin etmediğim ama bir daha izlerim diyebildiğim, müziklerinin de güzelliğini es geçemeyeceğim bir filmdi. 

"Kadere inan ama hayatı ve anı kaçıracak kadar da değil." öğüdünü aldığım bir filmdi benim için, güzel vakit geçirdim izlerken bugün. Serendipity oyuncularına, emeklerine saygılarımla diyerek bu yazımı noktalıyorum o zaman. Sevgilerimle... :)

2 Mart 2017 Perşembe

Hayat Bazen Anıları Anımsamaktır


Hayat Nedir? "Ders çalışırken, bir şarkı ardından şarkılarla beraber aklınıza anıların doluşup sizi oradan oraya savurması mı?" Acaba bunun için mi yaşıyoruz? O savrulduğumuz noktalardan bir şeyler çıkarmak için mi yaşıyorum şu an hayatı? Tamamıyla değilse de, şu an benim için durum böyle... Hayat, anılardır; kimi unutulan, kimini hatırlamak için hep uğraşılan, kimi unutmak istenilen ama bir türlü unutulamayan anılarımız...


Saat şu an 19;48... Çok değil daha 5-6 dakika önce, kendi kendime olaylar silsilesi yaşadım; Eskide kalmış bir şarkıyı anımsadım... Ders çalışmak üzere defterime yazmaya odaklandım, birkaç cümle daha yazdım. Ve bir an, İnstagram'a baksam mı diyerek telefonun kablosuz bağlantısını aktifleştirdim ve Dolunay Obruk'un İnstagram hikayesinde bugün İlham Gencer ile piyano başındaki minik dinletilerini izledim. "İlham Gencer'i Pera Palace'da bulabilirsiniz." diye de not eklemiş... Söyledikleri şarkılardan biri Fransızca şarkı idi, çok sevdiğim Edith Piaf'ın La Vie En Rose'u idi. Bir diğer şarkı da yine çok sevdiğim bir Türk Sanat Müziği şarkısı idi "Hatırla Sevgili", Ortaokuldaki koromuzda Türk Sanat Müziği şarkılarının arasından en sevdiğim şarkılardan biriydi...

Bu anıyı hatırlayıp gülümsedikten sonra, şöyle bir şey oldu; ders sırasında, yapmamak için uğraştığım bir kaçamağı yaptığım için kendimi kötü hissedip hemen kapattım kablosuz internetimi ve dersime geri döndüm... İnternetteki Aöf Kampüs'ten, çalıştığım dersin vize konularının özetinden çalışıyordum. Bir yandan özeti okuyor ve yazıyor, bir yandan da olabildiğince özen göstererek güzel olmasa da sesim "Hatırla Sevgili" şarkısını söylüyorum. Ortaokulda birkaç yıl boyunca, şarkılar söylediğimiz sınıf arkadaşlarımı anımsıyorum. Tatlı tatlı nasıl sözleri değiştirip, bazen abartıp saçmalamaya kadar sürdürdüğümüz gülüşmelerimizi de...

Bunlar her ne kadar sıradan şeylerse de, bir an yıllardan sonra sıradışı bir şey oluyor; birden yıllardır hatırlamadığım bir şarkıyı hatırlıyorum... İçimden o an, yıllardır beraber hatırlamaya çalıştığımız şarkının adını buldum diye bir arkadaşıma yazmak gelse de, O'na yazmaktan vazgeçip hatırladığım anları ve öncesini buraya yazmaya karar veriyorum... Zira büyülü gibi geliyor o anlar.


Şimdi saat 19;58... Yıllardır Türk Sanat Müziği şarkılarını söylediğimiz koroda, bir şarkının daha varlığını hatırlayıp bir türlü ismini hatırlayamadığım ve her Türk Sanat Müziği dinlediğimde mutlaka onu da aradığım ama müzik arşivimde maalesef olmadığından internet mecraalarında da arayıp nice zamandır bulamadığım şarkıyı birden bire anımsıyorum işte...

O şarkı, Zeki Müren'in "Mihrabım Diyerek" adlı şarkısıydı efendim. "Ben Sana Sevmeyi Öğretemedim." diyordu Zeki Müren ve biz ortaokulda iken birkaç arkadaşım ile çok seviyorduk bu şarkıyı. Ben kendi açımdan bu şarkıyı sevme nedenimi şuna bağlıyorum şimdi, gerçekten sevmeyi ve sevilme tutkusunu bilmiyordum galiba ama yine de duygulandırıyordu beni. Bilirsiniz işte, küçükken bilmediğiniz şeylere olduğundan daha fazla meraklı ve ilgilisinizdir. Yıllar geçtikçe, kaybetmemeyi başarabilirsek o hissiyatı ne mutlu bize!

Bildiğimi sandığım olgu sebebiyle, bu şarkıya öylesi bağlanmıştım ortaokulda. Sözlerine hem çok gülüyordum, hem de çok bağlanıyordum. "Birini seversin ama sevilmesen de olur ki. Ne olacak sanki!" diyordum bir yandan da... Şimdi anlıyorum o sesine yakışan bu şarkıyı Zeki Müren'in neden bu kadar duygulu okuduğunu ve ne demek istediğini...

Ve şimdi anlıyorum; neden bir türlü tüm seslendirdiğimiz şarkıların yanı sıra, bu şarkının isminin ve tek bir kelimesinin dahi aklımıza gelmediğini... O zaman gülümsediğimiz şeyi, zamanla anlamdırdık. Belki şimdi de bilinçaltımızca anıları daha iyi anlamdırıp nasıl büyüdüğümüzü görmemizi engelleniyor inkar ediyordu zihnimiz... Yıllar Geçerken diyorum ya hani, yıllar çok çabuk geçiyor ve anlamlandırıyormuş insan kendini... Artık unutmamalıyım, Mihrabım Diyerek!

Sevmek ve Sevilmek olgusuna girmeyeceğim efendim. Anılar diyorum, anılar... Beni şimdi garip bir duruma düşüren anılar... Gözlerimi dolduran ve ortaokuldan bu yana, kimleri sevdim ve hangisinde gerçekten önemsenip sevildim diye sorgulatan anılar... Ama hala, "Sevmek de sevilmek de güzel şey." diyebildiğime şükrettiren anılar...

Gelgelelim hala düşünüyorum; "insan sevdikten sonra sevilmese de olur" diyorum. Ama bir de, "Yıllar geçtikçe; insan sevip de sevilmek istiyor, onu da biliyorum." diyorum... :)

Anılardan bir kuple, sevgilerimle... :) Saat; 20.08...


Not; Dolunay Obruk kim derseniz, benim Doğa İçin Çal kliplerinin 6.'sıyla tanıdığım sesini ve yorumunu sevdiğim ülkemizin güzel sesli sanatçılarından biri. Ona da sevgi ve saygılarımla, anımsadığım anılara sebep oldu. Teşekkür ederim... :)